tag:blogger.com,1999:blog-324508832024-03-14T07:17:12.041+03:00Türkiye ErmenileriBu Site Deneme Aşamasındadır. <br>
Grubumuzla İngilizce iletişim kuracak ve bu siteye Türkçe içerik hazırlayacak Gönüllü Editörler aranmaktadır.<br>
<img src="http://3.bp.blogspot.com/_UX2QBJfO6es/TNGd-GqHoiI/AAAAAAAABIs/YD4-LVqeUls/s1600/nr.png" border="0"> 'a E-Posta Gönderin <br>Veya: <a href="http://www.blogger.com/comment.g?blogID=32450883&postID=2801498481339184635">BURAYA TIKLAYARAK Mesaj Gönderin</a>Unknownnoreply@blogger.comBlogger154125tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-68706786656280061902015-10-19T11:59:00.004+03:002015-10-19T11:59:35.165+03:00 Balığı Rum'dan, Dolmayı Ermeni'den, Hamuru Türk'ten, Eti Kürt'ten Yiyeceksin<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-sI8fo7cdSdE/ViSwXg69M2I/AAAAAAAAAYY/qKswwIIiOu0/s1600/yucel.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-sI8fo7cdSdE/ViSwXg69M2I/AAAAAAAAAYY/qKswwIIiOu0/s400/yucel.jpg"></a></div>
<br>
Zeytinyağlıyı, balığı Rumların, dolmaları, topiği Ermenilerin, hamuru Türklerin, eti Kürtlerin elinden yiyeceksin..."<br>
<br>
. . . <br>
<a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2015/10/balg-rumdan-dolmay-ermeniden-hamuru.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-17859925303824031472015-10-17T13:05:00.000+03:002015-10-17T13:05:00.621+03:00Biz Kazanacağız!<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-oU7CUYPw6bI/ViIdFswcAUI/AAAAAAAAHbs/3VRuFZusdS0/s1600/turkiye--Van.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-oU7CUYPw6bI/ViIdFswcAUI/AAAAAAAAHbs/3VRuFZusdS0/s400/turkiye--Van.jpg"></a></div>
Birkaç yıl önce ABD’de bir mağaza yetkilisiyle sohbet ederken “Nerelisiniz?” diye sordu. “Türkiye’denim” deyince “Gelin size bir sarılayım. Memleketimi çok özledim” dedi. “Siz nerelisiniz?” dedim. “Ben ABD doğumluyum fakat babam Diyarbakır’dan buraya göç etmiş” dedi ve sonunda da Ermeni olduğunu söyledi.<br>
<br>
Hayatımda en çok etkilendiğim olaylardan biridir bu.<br>
<br>
Çünkü hep şöyle düşünürüz: Bu ülkeyi en çok biz seviyoruz. Kimse bizim kadar sevmiyor.
<br>
<br>
. . . <br>
<a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2015/10/biz-kazanacagz.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-91634147552691663392015-10-17T12:51:00.004+03:002015-10-17T12:51:42.865+03:00Protokoller Bahane, Biz istersek şahane<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-_RQb4Eo5UUY/ViIZWCAZGUI/AAAAAAAAHbg/SHS4xS5Uoas/s1600/ermenistan.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-_RQb4Eo5UUY/ViIZWCAZGUI/AAAAAAAAHbg/SHS4xS5Uoas/s400/ermenistan.jpg"></a></div>
Ermenistan ve Türkiye arasında ilişkilerin geliştirilmesi ve sınırların açılması için imzalanmaya çalışılan protokollerin altıncı yıl dönümü. Ben de tesadüfen akademisyenlerin, gazetecilerin ve sivil toplum kuruluşlarının katıldığı bazı toplantılar için ikinci ziyaretime geldim Ermenistan'a. Bu sefer Ermenistan'a direkt uçmak yerine, önce Tiflis'e uçakla oradan da arabayla Erivan'a geçtik. Yolun yarısında ise resmi olmasa da "dostluk" toplantısı akşam yemeğinde önce şarap, sonra vodka ile devam etti. Masada ne politikacıların inatları ne de birbirine parmak sallayan konuşmalar vardı. Hep beraber oturduk, aslında ne kadar benzediğimizi konuşmaya başladık...
. . . <br>
<br>
<a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2015/10/protokoller-bahane-biz-istersek-sahane.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-59776733362768781622012-05-31T11:44:00.002+03:002012-05-31T11:50:07.080+03:00Ermenistan: Anadolu Diasporası<a href="http://2.bp.blogspot.com/-xghPv-QnAwA/T8cwmKp0TTI/AAAAAAAAHIs/tBkFpk3G_A0/s1600/yerevan-armenia-the-cascade.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="http://2.bp.blogspot.com/-xghPv-QnAwA/T8cwmKp0TTI/AAAAAAAAHIs/tBkFpk3G_A0/s400/yerevan-armenia-the-cascade.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5748616881614638386"></a><br><small> Hilal Kaplan <br>11 Mayıs 2012 <br><br>Orada bir ülke var uzakta. Gittiğinizde ve gördüğünüzde o kadar da uzak olmadığını fark edeceğiniz bir ülke. En işlek pazarının adı Malatya, en ünlü restoranının adı Antep, mahallelerinin adı Arapkir ya da Nor Maraş (Yeni Maraş), radyosunun adı Van olan bir ülke Ermenistan. Nüfusunun %70'inin atalarından en az bir tanesinin Anadolulu olduğu bir ülke... Uzaklık öğrenilen bir şeymiş çünkü, Ermenistan'a gidince öğreniyorsunuz.<br><br>Erivan'daki son akşam yemeğimizde, ataları Kayseri ve Sivas'lı olan Salpi Ghazariyan, son sözü almak istedi ve yüreğinden kopanları şöyle paylaştı:<br><br>"Bir şeyler söylemek istiyorum ama göz yaşlarım sözlerimi bölerse sizlerden şimdiden özür dilerim. Anılar garip şeyler, sadece size ait olmuyor, yaşandıklarıyla kalmıyorlar; nesilden neisle geçiyorlar. Anneannemin anılarıyla büyüdüm ben ve ne yazık ki hiçbiri güzel anılar değildi. Ama yine de adım gibi eminim ki anneannem şimdi bu masada olsaydı, buradaki herkesten çok sizlerle, Türkiye'den gelenlerle beraber daha rahat hissederdi kendisini. Ve biz bu gezi sayesinde o kötü anıların yerine güzel olanları koyabildik, keşke O da bugün, burada bizimle olabilseydi..."</small>. . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2012/05/ermenistan-anadolu-diasporas.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-41701499242149975022012-02-04T09:43:00.000+02:002012-02-04T09:44:30.050+02:00Hrant Dink Dünya'ya Sesleniyor<center><iframe width="450" height="335" src="http://www.youtube.com/embed/Ualde25hhd0?rel=0" frameborder="0" allowfullscreen></iframe></center>. . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2012/02/hrant-dink-dunyaya-sesleniyor.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-91046089486500814152012-02-04T09:31:00.003+02:002012-02-04T09:36:04.560+02:00Hrant Dink'in Bilinmeyen Gerçeği<a href="http://1.bp.blogspot.com/-zds_RkJy2qY/TyzfgQs5ZnI/AAAAAAAAGyw/dgoVprN31y0/s1600/Hrant%2BDink%2BGercekleri.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 299px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-zds_RkJy2qY/TyzfgQs5ZnI/AAAAAAAAGyw/dgoVprN31y0/s400/Hrant%2BDink%2BGercekleri.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5705180573303662194"></a><br><center><br><iframe width="420" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/OLSFYvRW1eA?rel=0" frameborder="0" allowfullscreen></iframe></center> . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2012/02/hrant-dinkin-bilinmeyen-gercegi.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-89838291009931177952012-02-04T08:57:00.006+02:002012-02-04T09:18:30.711+02:00Su Çatlağını Buldu Hrant Dink<center><a href="http://2.bp.blogspot.com/-40JVDguWhGU/TyzYsualHQI/AAAAAAAAGyk/ZZ4Qz9GfTzw/s1600/su%2Bcatlagini%2Bbuldu%2Bhrant%2Bdink.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 399px; height: 217px;" src="http://2.bp.blogspot.com/-40JVDguWhGU/TyzYsualHQI/AAAAAAAAGyk/ZZ4Qz9GfTzw/s400/su%2Bcatlagini%2Bbuldu%2Bhrant%2Bdink.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5705173090856934658"></a><br><br><iframe width="420" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/gKJrqtaK5Vc?rel=0" frameborder="0" allowfullscreen></iframe></center><br><br>"Diasporanın ilk kuşakları için ayakta kalabilmenin, tükenmemenin adı olan bu inat, üçüncü ve dördüncü kuşaklarla birlikte gerçekleri dünyaya kabul ettirme inadına dönüşmüştür. İşte bu inadın ortaklaşmış hali Ermeni Diasporasının ruhsal pozisyonunu yansıtır. Bu ruhu sürekli tutmak ise Ermeni kimliğini yaşatmanın temel aracı durumundadır" . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2012/02/su-catlagn-buldu-hrant-dink.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-30826134321804290182011-11-25T10:45:00.003+02:002011-11-25T10:50:01.271+02:00Van Sallandığında Erivan<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/-7AEXehULcPM/Ts9WZBa1wFI/AAAAAAAAGsM/G_puC9tIido/s1600/erivan%2B%2B.Jpeg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="http://3.bp.blogspot.com/-7AEXehULcPM/Ts9WZBa1wFI/AAAAAAAAGsM/G_puC9tIido/s400/erivan%2B%2B.Jpeg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5678852643015213138"></a> <small> <br>01/11/2011 <br>Van depremi Ermenistan'da nasıl hissedildi? Erivan Basın Kulübü Başkanı Boris Navasardyan ve eski Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan'ın asistanı, Civilitas Vakfı'nın yöneticisi Salpi Gazaryan'la ilişkilerin 'normalleşmesini' konuştuk<br><br><br>Ararat, günün her saati bir başka görünüyor Erivan dan. Fotoğraflarının kullanılmasına izin veren Sevan Matossyan a özel teşekkür... Fotoğraf: SEVAN MATOSSYAN<br>PINAR ÖĞÜNÇ<br><br>Duyunca ‘Ben bu kelimeyi biliyorum’ diyorsunuz, ne yeseniz biraz sizin evin yemeği… Bir de Ararat var, bizim Ağrı yüzünü bildiğimiz… Berrak bir sabaha denk geldiğinizde o dağ yerden mi yükseliyor, yukarıdan mı iniyor, kafanız karışıyor. Eşsiz güzellikte bir doğa parçasının yanı sıra Ermenistan’da bir anıt, bir heykel sanki Ararat; malzemesi safi insan, safi hikâye… </small> . . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/11/van-sallandgnda-erivan.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-10101134362398936332011-11-25T10:34:00.003+02:002011-11-25T10:42:49.731+02:00Erivan: Kayıp Zamanın izinde...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/-6faO2i7BI1o/Ts9TtYDONbI/AAAAAAAAGsA/1Mh1UVgkDE8/s1600/erivan%2B.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 222px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-6faO2i7BI1o/Ts9TtYDONbI/AAAAAAAAGsA/1Mh1UVgkDE8/s400/erivan%2B.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5678849694152668594"></a> <small> <br> Bu fotoğraf, Ermenistan'ın başkenti Erivan'daki gelir uçurumunu anlatan bir örnek. Şehirde her an lüks ya da hurda sayılacak kadar eski araçlarla karşılaşabilirsiniz. Sadece bu değil! Aynı kafe, gelir düzeyine göre ikiye ayrılabiliyor. Diğerine istediğiniz kadar zorlayın, giremiyorsunuz!<br><br>Gece saat 1 sularında başlayan iki saatlik uçuşumuza, iki saatlik zaman farkını da ekleyince, sabahın ilk ışıklarında iniyoruz Ermenistan'ın başkenti Erivan'a... Otele giderken, otobüsün penceresinden görünen Ağrı Dağı (Ararat), tüm haşmetiyle camdan içeri girecek gibi... Erivan'ın taş mimarisi içinde uzuyor yolumuz. Kısa, sık ve birbirine yapışık, metruk, eskimeye yüz tutmuş ve yeni binalar... Hepsi yan yana dizilmiş, bir zaman galerisinin parçaları... Şehrin meydanına gidene kadar bu 'gri' zaman galerisinde yapılan yolculuk, büyük bir boşluğun içine düşmemizle son buluyor. Büyük ve tarihi bu meydan, geniş bir çember biçiminde çizilmiş sanki. O çemberi sarmalayan binalar da kendi ovallikleriyle, boşluğa derinlik katıyor. <br><br>Meydandan Erivan'ın ana caddelerine uzanan yerde, şehrin en</small> . . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/11/erivan-kayp-zamann-izinde.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-20748749924969484032011-11-25T10:23:00.002+02:002011-11-25T10:39:08.443+02:00Soğuk Bir Kış Günü Erivan’da Olmak<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/-Fwki7mNXjq0/Ts9SzD1-UcI/AAAAAAAAGr0/HA6cE2HJDEg/s1600/erivan.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 222px;" src="http://4.bp.blogspot.com/-Fwki7mNXjq0/Ts9SzD1-UcI/AAAAAAAAGr0/HA6cE2HJDEg/s400/erivan.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5678848692295979458"></a><br> <small> Mutlu Tönbekici - mutlu.tonbekici@gmail.com<br>http://haber.gazetevatan.com<br><br>Bu yazıyı Ermenistan’dan yazıyorum. Soğuk bir kış günü yolum Atina’dan sonra Erivan’a düştü. Elimde Ece Temelkuran’ın “Ağrı’nın Ağırlığı”, bu yabancı ama aslında komşu diyarı tanıyorum.. <br><br>İstanbul Kültür Üniversitesi, Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi’nin (GPoT)<br><br>“Türkiye - Ermenistan arasında diyalog kurma projesi” çerçevesine geldik buralara. Dört gazeteciyiz: Hürriyet’ten Serhan Yedig, Radikal’den Müge Akgün ve şimdi serbest gazeteci Erdal Güven. <br><br>Proje bir yıldır sürüyor. Dört ayağı var. Birincisi öğrencileri kapsayan bir aktivite. Karşılıklı altı öğrenci Türkiye ve Ermenistan’a geliyor ve 10 dakikalık mini belgeseller çekiyor. Nazar bocuğu, Erdil Yaşaroğlu, Ara Güler, Erivan’daki Anadolu şehirlerinin isimleri verilmiş sokaklar...<br><br>İkinci ayağı </small>. . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/11/soguk-bir-ks-gunu-erivanda-olmak.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-87595585697422379452011-10-18T12:36:00.002+03:002011-10-18T12:49:23.041+03:00Jack'e 'Abi' Diyebilmek...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/-14zhbCSuAHQ/Tp1Ld-xzb2I/AAAAAAAAGgQ/JJB5utL8D40/s1600/bejanmatur2.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 235px; height: 110px;" src="http://2.bp.blogspot.com/-14zhbCSuAHQ/Tp1Ld-xzb2I/AAAAAAAAGgQ/JJB5utL8D40/s400/bejanmatur2.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5664766884742131554"></a><br> Bejan Matur <br><br> Yolun başını çoktan geçmiş, yol almış insanlarla tanıştık Los Angeles'ta… Ve daha da güzeli, o açılma yaşanırken burada üretilmiş korkular, önyargılar doğallıkla yıkılıyor. Festivalin koordinatörü İbrahim Barlas'la kısa sohbetimizde Ermeni simitçiyi sordum. 'Jack abi mi?' dedi. Jack'in hikâyesi yayılmış. Herkes tanıyor. Anlatılanlara göre öncesinde Türkiye'ye tepkiliymiş. Ama ne zaman ki Türkiye'ye bir yolculuk yapmış, önünde bambaşka bir ufuk açılmış. Havaalanındaki pasaport polisi, Kaliforniya'da yaşayan Ermeni asıllı Jack'in Kilisli olduğunu öğrenince 'ülkene hoş geldin' diyerek pasaportuna damgayı basmış. Jack, seksen yıldan sonra ilk defa o an kendini Kilisli hissetmiş. İbrahim Barlas, Jack'in hikâyesi ile ilgilendiğimi duyunca telefona sarıldı. 'Jack abi nerde kaldın'la başlayan samimi sohbetlerine tanık oldum. Jack ve abi kelimelerinin bir araya geldiği bir iklimde ancak Anadolu insanının ruhu inkişaf edebilir. Çünkü öyledir. . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/10/jacke-abi-diyebilmek.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-16278086260343746092011-10-16T14:31:00.003+03:002011-10-16T14:40:26.978+03:00TV üstündeki dantelin nedenini Türkiye’ye gelince keşfetti<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/-_9T_8cTY5QU/TprB5OUkZXI/AAAAAAAAGew/XPNNQCp0IJc/s1600/MELINE.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 200px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-_9T_8cTY5QU/TprB5OUkZXI/AAAAAAAAGew/XPNNQCp0IJc/s400/MELINE.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5664052670212892018"></a> Anneanne Maryam Simonyan (Mesrobyan) 61 yıl önce terk ettiği Türkiye’yi hiç unutmamış, diliyle, kültürüyle, yemekleriyle Arjantin’deki evinde yaşatmıştı. Torunu Meline de anneannesinden çok dinlediği Türkiye’ye ilk kez üç yıl önce geldi ve her yerini sevdi. Hele Kordon’u gördüğü anda İzmir’e bayıldı. Bavulunu kaptığı gibi İzmir’e yerleşti. İşte Meline Koruk’un Buenos Aires’ten İzmir’e uzanan öyküsü . . . <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/10/tv-ustundeki-dantelin-nedenini.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-69362505024197850092011-10-04T20:26:00.002+03:002011-10-14T20:34:51.766+03:00İzmir Ermenileri<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-haOde2eGFsI/TcWlys-vGQI/AAAAAAAABZw/WLDivfH8sP8/s1600/1910-da-izmir-dek...kimi-640-106af60.jpg" imageanchor="1" style="margin-left:1em; margin-right:1em"><img border="0" height="330" width="400" src="http://1.bp.blogspot.com/-haOde2eGFsI/TcWlys-vGQI/AAAAAAAABZw/WLDivfH8sP8/s400/1910-da-izmir-dek...kimi-640-106af60.jpg"></a></div><br><br><br>Smyrna-İzmir, kuruluşundan bu yana bir çok savaş, deprem, salgın ve yangın gördüğünden dolayı Roma dönemindeki ihtişamını Türklerin bölgeye gelerek düzeni sağlamasına kadar uzun süre küçük ve harap bir şehir olarak kalmış, zaman zaman neredeyse tüm nüfusunu kaybetmiş bir kenttir. Ticaret ve liman kenti olarak 16.yy dan sonra yıldızı parlayan İzmir 19. yüzyılda birçok farklı din ve ulustan insanın ticari amaçlarla yerleştikleri bir yer olmuştur. Türkler, Türklerden sonra en önemli toplum Rumlar, Yahudiler, Levantenler ve son olarak Ermenilerdi. Azınlıklar olarak rum ve yahudiler hakkında çok sayıda çalışma var isede İzmir Ermenileri hakkında toplu ve profosyonel bir çalışma mevcut değildir demek pek yanlış olmasa gerektir.<br><br>Bir doğu toplumu olan Ermeni cemaatinin İzmir’e gelişi iki farklı teori ile aktarılmaktadır. İlkine göre; Kilikya’da ki Ermeni Krallığının 1375 yılında düşmesi sonucu, 30.000 kadar Ermeni, Memlüklerin istilasından kaçarak Kıbrıs, Rodos, Hanya ve bir kısmının İzmir’e yerleştiği görüşüdür. İkinci anlatıma göre ise; 1605 yılında Şah Abbas’ın baskısıyla binlerce Ermeni’nin İran ve Anadolu’ya zorunlu göçleridir. Bu göçler özellikle; Nahcivan, Erivan ve Karabağ yönüne doğru gerçekleşir. Buradan da ayrılan bir kısım Ermeniler batıya İzmir’e dek ulaşırlar.<br> <a href="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/2011/10/izmir-ermenileri.html#more">Devamı »</a>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-36930367626020712172011-07-29T18:55:00.004+03:002011-07-29T19:04:05.700+03:00Ermenistan'daki Anadolu<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/-Rc1Uwp0ACsk/TjLZSO-EaEI/AAAAAAAAGPI/wHFj42WpAlk/s1600/ermenistan.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-Rc1Uwp0ACsk/TjLZSO-EaEI/AAAAAAAAGPI/wHFj42WpAlk/s400/ermenistan.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5634804991073216578" /></a><br />Arapgir, Maraş, Malatya, Van... Anadolu'nun bu şehirleri Ermenistan'ın başkenti Erivan'a bağlı yerleşim birimleriyle adaş. Acılarla dolu iki farklı coğrafyanın ortak hikâyesini anlatan 'Nor Anadolu' belgeseli, bu hafta gösterimde. Belgeseli yönetmen Burag Peksezer'den dinledik<br /><br />ALPBUĞRA BAHADIR GÜLTEKİN<span class="fullpost"><br /><br />Çıkarılan tehcir kanunuyla Osmanlı topraklarından göç etmek zorunda bırakılan Ermenilerin gittikleri yerlerde kurmuş olduğu şehirler, uzun yıllar önce terketmek mecburiyetinde kaldıkları Anadolu’dan ve Anadolu kültüründen izler taşıyor. Sadece şehir isimleri ile sınırlı olmayan bu benzerlikler, birlikte yaşamış olmanın yaratmış olduğu etkileşim ile günümüze kadar ulaşan hatıralar aynı zamanda. Bu benzerlikleri yansıtarak kültürel ilişkileri geliştirmek ve Türkiye ile Ermenistan arasında diyalog kurmak amacıyla GPOT ve Canfilm ile Internews Armenia işbirliğinde gerçekleşen bir proje kapsamında, Türkiye’den giden altı yönetmen Ermenistan’da altı farklı belgesel çekti.<br /><br />Yönetmen Burag Peksezer, Erivan’daki semtlerin Anadolu’daki yerleşim yerleriyle aynı ismi taşıyışını, zorunlu göçün getirmiş olduğu travmaları ve yaşanmış ortak acıları beyaz perdeye yansıtan kişi. Bir İstanbul Ermenisi olan Peksezer önce Erivan’da bulunan ve Anadolu’dan gelenler tarafından kurulan yerleşim yerlerini sayıyor ve ekliyor: “Bunlar, bir umutla kurulmuş şehirler değil. New York’u kuran insanlar, hayallerindeki cenneti bulmak için oraya gidiyor. Bu insanlar ise Anadolu’yu terk ettiklerinde arkalarında bir cenneti bıraktıklarını bilerek kuruyorlar bu semtleri, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek... İstedikleri tek şey, bir daha geri dönemeyecekleri topraklardan kalma ufak bir hatırayı anımsayabilmek.”<br /><br />Peksezer’in Nor Anadolu (Yeni Anadolu) adını verdiği belgeselde üç farklı karakter ve üç farklı hikâye var. İlk sahnesi panoramik bir Erivan görüntüsüyle başlayan film, Ağrı dağının heybetini içimize işliyor. Hemen ardından, göçten sonra Erivan’a yerleşen Ermenilerin örgütlenmesini ve birbiriyle olan irtibatın kopmamasını sağlamış olan cemiyetler ön plana çıkıyor. Malatya, Maraş, Antep cemiyetleri ilk bakışta göze çarpanlardan. <br /><br />Antepli bir lahmacuncu<br /><br />Peksezer ilk karakter olarak Antep Ermenisi bir lahmacuncuyu seçmiş. Dedesinden öğrendiği tarifle lahmacun yapan ve ana dili gibi Türkçe konuşan Sarkis amcanın Antep şivesi gülümsetiyor. Sovyetler döneminde milliyetçiliğe yönelik izler taşıdığı gerekçesiyle lahmacun yapmak yasak olduğundan, bu tarif aile sırrı olarak yadigar kalıyor Sarkis amcaya. Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan ettikten sonra ilk iş olarak Gaziantep’e gelmiş ve oradaki lahmacuncularla görüşmüş. Kendi tarifini oradakilerle karşılaştırdığını, birbirine çok benzediğini söylüyor. Antep’te hâlâ görüştüğü arkadaşları olduğunu,memleketine sık sık gittiğini anlatıyor. <br /><br />Bu kahvenin 100 yıllık hatırı var<br /><br />Bir sonraki hikaye için Erivan’ın öbür ucuna, Arapgir’e geçiyor Peksezer. 130 bin nüfuslu Arapgir göçmenler tarafından kurulan ilk yerleşim birimi. Belgeselin karakterlerinden birisini de bu ilçe ve orada yaşayan Kirkor amcanın hikâyesi oluşturuyor. Anlattığına göre Arapgirliler kahveye çok düşkünmüş ve sürekli Türk kahvesi tüketirlermiş. Göç etmek zorunda kaldıklarında da yanına aldıkları tek şey mücevherleri değil, eski kahve takımının bulunduğu ufak sandukaymış.<br /><br />100 yaşındaki bir kahve değirmeniyle öğütüyor kahve çekirdeğini, fincanının Anadolu koktuğuna inanıyor. Kirkor amcanın anlattıkları öyküler, “Yeter, yeter bu hasretlik artık yeter, tasamı gamımı bilsen Arapgir” türküsünü anımsatıyor.<br /><br />Belgeselin son kısmını Erivan’ın birkaç kilometre dışında kurulmuş bir yerleşim birimi olan Musadağ oluşturuyor. Adından da anlaşılacağı üzere Hatay Musadağ’dan göç etmiş kişiler tarafından kurulmuş ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan diğer semtlerden farklı olarak, Musadağ’da ikinci nesil Anadolu göçmenleri yaşıyor.<br /><br />Hatay’ın Türkiye’ye katılması üzerine 1939 yılında köylerini terkeden Ermeniler, Sovyet yönetimi altındaki Ermenistan’a ulaşarak buraya yerleşiyorlar. İkinci nesil olmalarından dolayı acıları nispeten daha taze ve birçoğunun annesi veya babası Hatay doğumlu.<br /><br />1970’li yıllarda kaçak yollardan Türkiye’ye girerek Hatay’a ulaşıyor. Çocukluğunun geçtiği yere, hayatına ve hayallerine yön veren Musadağ’a tırmanıyor ve oradan almış olduğu bir çuval toprağı, aynı şekilde kaçak yollardan Sovyet Ermenistan’ına sokuyor. 24 yıl boyunca tavan arasında özenle saklanan ve aile içerisinde bir sır olarak tutulan bu çuval, ancak 1991 yılında, Ermenistan bağımsızlığını ilan ettiği vakit gün yüzüne çıkma fırsatı buluyor. Hatay Musadağ’ın tepesinde bir zamanlar var olan anıtın Ermenistan’daki bir benzerinin yanına dökülüyor Türkiye’den gelen o toprak. <br /><br />‘Anadolu hac yeri gibi’<br /><br />Uzun yıllar önce memleketini terketmek zorunda kalanların yaşamış olduğu acılar ve travmaları beyazperdeye yansıtan Burag Peksezer, günümüzde birçok Ermeni’nin atalarının yaşadığı toprakları görmek için Anadolu’ya geldiğini, Anadolu’yu ziyaret etmenin neredeyse hac vazifesi olarak görüldüğünü söylüyor.<br /><br />Sanılanın aksine, 24 Nisan anmalarında intikam ve kin duygusunun yer almadığını, sadece memlekete, Anadolu’ya olan özlemin var olduğunu anlatıyor. Yönetmen Peksezer Nor Anadolu’da, hiç görmediği bir yeri özleyen insanların hikayesini anlatıyor.<br /><br /><hr><br />Yorumlar<br /><small><br />flexi34<br />27/7/2011<br />Belgeseli izlemeden!<br /><br />Belgeseli izlemeden yapilan yorumlar cok sasirtici. Ve bu dusuncelerler baris zor gibi gorunuyor. Bu benim izleyecegim ilk belgesel olmayacak Ermenilerle ilgili. Istanbul Belgesel Sinemacilar Birligi`nin Osmanli Bankasi muzesinde sergilerdikleri bircok belgesel ve soylesi dinledim. Tehcir`den sonra da aslinca tehcirìn hala devam ettgini ogrendim. istan bul`da Ermenilerin cogunlugunu olusturdugu mahallelerde ermeni nufusun azaltilmasi icin hala bir baski olustugunu dusunuyorum.<br /><br /><br />saberbk<br />25/7/2011<br />YANIT<br /><br />NİKBİNLİKS adlı yorumcu arkadaşıminsanlık ve tarihi ile ilgili yorumlarınıza katılmamak mümkün değil..Doğruluyorum.Ancak hakkımdakilerine katılamayacağım doğal olarak.Aslında burada detaylı yazamadığımız için kısa açıkladım ve tam anlaşılamadı. 1.Kastettğim yer Muş ilidir ve elbetteki Botan denilen yer içinde değildir.Botanın yarısını yürüyerek dolaştım ki elbette bir j.sb.olarak bilmemem mümkün değilyoksa inanılmaz bir hata olurdu gerçekten..!.Çok da bot parçaladım dağlarında. 2.Dilimde bir hata yok ne yazdığımı dikkatle yazdım.. 3.MAKUS TALİHİ ni evet kötüye gidiş anlamında kullandımbunu da yıllarca o bölgede çalışırken fark ettim.Keşke yaşanmasaymış ama tarihi değiştiremeyiz..Sizede oraları gezip görmenizi öğütlerim eger görmediyseniz.. 4.Tarih bilgim konusundaki önerinize teşekkür ederim ama katılamayacağım..Heredot Tarihi kitabını 125 yaşımda okumuştum..!.Anadolu işte..Yinede elbetteki okumaya ihtiyacım vardır diye düşünüyorum. 5.Tartışmalar seviyesizleşirse sakatlaşırböyle bir şeye bende girmem yine size katılıyorum.Yorumlarınızı izlerim arkadaşsaygılarımla..<br /><br /> <br />nikbinliks<br />25/7/2011<br />GERÇEKLER VE UYDURMALAR !<br /><br />şimdi öncelikle subay arkadaşımıza şunu söylemek isterim.MAKUS TALİH İN DEĞİŞMESİ iyi bir şeydir ama siz kötü anlam da kullanmak istemişsiniz sanırım.bir subay için ciddi bir dil hatasıdır.olmamış. BOTAN TÜRKİYE topraklarında bir bölgedir.bunu da bir subay olarak bilmemek inanılmaz bir hatadır.kürtlerin nerden geldiği falan gibi bir arayışta isen bi kaç tarih kitabı oku. bi yerden gelmediklerini zaten burda olduklarını görürsün aynen ermeniler gibi.gerçi böyle yersiz anlamsız sakat bir tartışmaya girmek istemiyorum ama yazmış bulundum bir kere.bunlardan vazgeçin artık terör insanlıkla beraber doğmuştur.insanın olduğu heryerde şiddet.terör.tecavüz yağma.çapul.kitlesel öldürme.soykırım v.s tarih boyunca olmuştur.bundan sonrada malesef olacaktır.bu insanlığın belasıdır.insanlık tarihi kan tarihidir aslında bunun kürtlerle.türklerle ermenilerle.ilgisi yok genel insan fıtratı maalesef böyledir.ha biz ne yapabiliriz şiddeti lanetleyip.taleplerimizi demokratik yollardan dile getirmeliyiz. yok kürtler şurda gelmiş yok ermeniler şöyleymiş v.s lerle bi yere varılamamıstır.bunlardan vazgeçilmesi dileğiyle...<br /><br /><br />palenke<br />25/7/2011<br />BES MILLET !<br /><br />türklerkürtleraraplarermeniler ve yunanilar bin yillik birlikteligi olan milletlerdir ve birbiriyle barismalarinin zamani gelmistir.<br /><br />celalatalay<br />25/7/2011<br />Sevgili Bahadıra<br /><br />Sunni bir ailenin çocuğuyum. Bu söylenenler Sunni devletin ufak yalanlarından. Tıpkı gençliğimde bana anlatılan mum söndü yalanları gibi. Ayrıca insanları etnik kökenleri ve inançları nedeniyle kategorize etmek geçtiğimiz yy. ait bir düşünce.<br /><hr><br />Radikal.com.tr<hr> </small></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-48197015533259657442011-07-29T18:27:00.004+03:002011-07-29T19:04:26.412+03:00Bir Ermeni Kadının Selamını Getirdim<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/-w1FAboLPKp8/TjLVB2NVdRI/AAAAAAAAGPA/Rg0-19gqKjA/s1600/Horovel%2Bsergisi.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-w1FAboLPKp8/TjLVB2NVdRI/AAAAAAAAGPA/Rg0-19gqKjA/s400/Horovel%2Bsergisi.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5634800311501944082" /></a><br /><br />Erhan Arık'ın bir rüyasından esinlenerek oluşturduğu 'Horovel' sergisi Tütün Deposu'nda. Arık altı ay boyunca Ermenistan-Türkiye sınırındaki köyleri gezip fotoğraflarını çekti ve öfkenin iki taraftaki hikayelerini topladı <span class="fullpost"><br /><br />Sergiyle ilgili, bir rüyadan bahsediyorsunuz. Bu nasıl bir rüya?<br /><br />Ardahanlıyım ben, orada doğdum. Doğduğum köy bir Ermeni köyü, doğduğum ev de bir Ermeni evi. Rüyam bu evle ilgili. Ermenilerden kalan bu evin bir parçasını biz ahır olarak kullanıyoruz, orada bir de ocak var. Rüyamdaki kişi ocakla ilgili sorular soruyordu. “Benim ailem burada yaşıyordu, eşim burada yemek pişiriyordu, sen burayı ahır olarak kullanıyorsun, bunu senin vicdanın nasıl kaldırıyor” diye soruyordu. Bu rüyadan çok etkilendim. Bu rüyayı görene kadar Ermeni meselesine uzak bir insan zaten değildim. Dolayısıyla uzak olmadığım bir mesele olduğunu düşünüyordum, ta ki bu rüyayı görene kadar.<br /><br />Bu rüya aslında bende bu meselenin özüne çok dokunmadığımı fark ettirdi. Bu ülkede böyle bir sorun var derken, onlara ait bir hatıranın yok edilmiş olmasına karşın rahatsızlık duymamıştım. Çok keskin kararlarla yola çıkmaya karar verdim. Aileyi, toplumu, her şeyi bir kenara bırakıp, sınırın iki taraftaki insanları dinlemeye karar verdim. <br /><br />Horovel ismi nereden geldi?<br /><br />Projenin başlangıç noktası bu isim. Agos Gazetesi’ne gittim, Pakat ağabeyle konuşuyordum. Rüyamı ve projemi anlattığımda yoğun bir sohbete giriştik. Bana “Horovel nedir bilir misin?” dedi. “Senin baban çiftçi değil mi, ona sor Horovel nedir?” dedi. Horovel’de bir şey olduğunu anladım, heyecanlandım. Babama sorunca, “Sen küçükken çalışırken kısa kısa dörtlükler okurduk hatırladın mı, onlara Horovel denir” dedi.<br /><br /> Hangi dilde diye sorunca, “Eski Türkçe” yanıtını aldım. Bu cümle sonuna kadar sorgulamam gerektiğine dair inancımı pekiştirdi. Ermenilerin belleğine dair bir hikaye bu, onların geleneği aslında. Başlangıçtaki bu bellek farklılığı benim sonuna kadar gitmem gerektiğini gösterdi. Sahada altı ay çekimler yaptım. Hem Türkiye’de hem Ermenistan’da. <br /><br />Bu meseleye İstanbul’dan bakmak daha rahat. Anadolu’ysa yaşananların izlerini hâlâ taşıyor. İnsanların tepkisinden çekinmediniz mi?<br /><br />Tepkileri üçe bölmek gerekiyor. Türkiye tarafında sınır köylerinin bir kısmında Kürtler, bir kısmında Azeriler var. Kürtler bir zamanlar Ermenilerle yaşamış. Azeriler onlardan boşaltılan köylerde yaşıyor. Azeri köylerine gittiğinizde duaya başlar gibi konuşmaya başlıyorlar. İsmini geçirmen bile oradaki meşruiyetinle ilgili bir soru işareti oluşturuyor. Askeri bölgelerde bunu konuşmak da çok sıkıntılı. Akbaş Gölü var arada. Gölün bir tarafında Azeriler, bir tarafında Ermeniler yaşıyor.<br /><br />Bir balıkçıyla konuştum. “Hiç karşılaşıyor musunuz”deyince, her gün yan yana geliyoruz dedi. Aranızda çok da fazla sınır yokmuş dedim, “Olur mu onlar dedelerimizi öldürdü, katiller” dedi. Yürütülen bir siyasal hayat var, toplum da bunun bir parçası. Bu acıyı yaşatan her kimse orada ortaya çıkıyor. Belleği, hikayeyi daha çok Kürt köylerinde bulabiliyorsunuz. <br /><br />Ermenistan’da durum nasıl?<br /><br />Orada, “Karşıma otur, hikayemi gözlerinin içerisine bakarak anlatmak istiyorum” diyorlar. Türkiye’de bir nefretin politik olarak var olduğunu söyleyebilirim, aslında daha çok yok sayma; Ermenistan içinse, kızgınlık geçerli. İki toplum için de nefret demek çok doğru değil. Emeniler hikayelerini Türklere anlatmak istiyor. Bir röportaja Agos aracılığıyla gittim.<br /><br />Türkiye’den bir Ermeni geldi sandılar. Oturtacak yer bulamadılar, 15 dakika sonra benim Türk olduğumu öğrendiler. O zaman “Burada senin için bir masa var, bu masa senin için hazırlandı, yemeği yiyelim ondan sonra evi terk et” dedi. Bu çok ağır bir şey. Beni masadan yok saymadı ama diyalog bitti. İkimiz de bir anda kırıldık. Bir başka evde, “O ocakta kaç tane Ermeni yakıldı, biliyorsun değil mi?” dedi. Ondan sonra sohbet devam ederken, evde bulunan anne konuyu kapatmak için önümüze tatlı tabağı sürdü. <br /><br />Aileniz bu çalışmayı duyunca nasıl karşıladı?<br /><br />Babam bunu yapmaya karar verdiğim zaman uzun bir süre benim oraya şarkı dinlemeye, yemek incelemeye gittiğimi düşünüyordu. Benim politik bir şey yaptığımı düşünmek istemedi. Devamını sormak istemedi. Sergiye gelip yapılan işleri gördüğü zaman onun da gözleri doldu. İlk başta bir yok sayma oldu. İş ciddiye binmeye başladığı zaman “Erhan iyi çocuk yanlış bir şey yapmaz” diye düşündü. Başkası yapsaydı aynı işi küfrederdi ama.<br /><br />Fakat bir yakınım, “İhanet ediyorsan bu coğrafyaya, bu eve gelme” dedi. Devlet nasıl yok sayıyorsa, aile de öyle. Çok üstün körü bilgilere sahipler. Gelenler kimler? Kimler gittiler? Geçen yaz bir grup gelmiş, babamlarla konuşup şakalaşmışlar hatta. Birisi “Şu taşı alıp götürebilir miyim?” diye sorunca, “O da bize kalsın” diye yanıt vermiş köylüler. Kadın da “Size daha neyimizi bırakalım?” diye sormuş şakayla karışık. <br /><br />İki sınırla konuştuktan sonra 24 Nisan’ı nasıl tanımlarsınız?<br />Dünyanın çok rasyonelleştiğini düşünüyorum. Bu rasyonelleşmenin etrafında da dünyada çok fazla şeyin meşrulaştırıldığını düşünüyorum. Benim için bir Ermeni’nin ölmesiyle bin Ermeninin ölmesinde fark yok. 24 Nisan benim için, “Bu toplum neden bu coğrafyada değil artık” sorusunun sorulduğu gün olmalıdır. <br /><br />Bu sergiden insanlara ne kalır?<br /><br />Bu sergiden insanlara Ermenilerin ağızından çıkan hikayelerin bir Türk’ün de ağızından çıkmasının soru işareti kalır. Sergide bir video var, onun üzerinden cevap vereyim. 1915’te sağ kalan bir kadının hikayesi var. 1920’de Ermenistan’a gidebilmiş. Çok uzun bir acıyı anlatıyor, sonra da, “Çok uzun anlatmak istiyorum ama hatırlayamıyorum, sen Türkiye’ye döndüğünde oradaki insanlara bir Ermeni kadından selam söyle, sonra yine gel” diyor. Bu sergi, o Ermeni kadının selamı. Yüzleşmeye ihtiyacımız olduğunu gösteren bir sergi.<br /><br />Tütün Deposu’ndaki ‘Harovel’ sergisi 5 Haziran’a kadar açık. Sergi, Global Dialog ve Anadolu Kültür tarafından destekleniyor<br /><br /><hr>Yorumlar<br /><small>miskin2<br />10/5/2011<br />bir ermeni kadinin selamini getirdim,<br /><br />bir zamanlar dost ve kardes olarak bu ülkede yasamis iki millet kiskirtmalar sonucu birbirlerine düserler ve karsilikli birbirini yerler .önemli olan nedenini tarihcilerin adil hukuksal olarak arastirip tartisip bir sonuca varmalari,sunu kesinlikle söyleyim ki yine o zihniyet sahnede bu sefer de dogu ve güney dogu anadolu üzerinde oyun oynuyor o zamanlar ermenilerle türkler simdi ise türklerle kürtler peki ne cikar ve kazanc var bunda bence hic bir kazanc olmayacak kaybetmelerde cabasiasirlardir ic ice yasamis akraba dost olmus iki toplum birbirine düsman ediliyor neden?dogu ve güney doguda feodalizmi toprak agaligini ve en basta da cehaleti yikmadiktan sonra ülkenin geri kalan yerlerinde cehaleti yikmadiktan sonra hosgörüyü kabullenmedikten sonra sevgiyi saygiyi paylasmadiktan sonra ve her iki taraf icin de olumsuzluklar bitmeyecektir.kimse kimseyi kandirmasin türkelr kürtlere kürtlerde türklere eskisinden daha cok ihtiyac duyacaklari bir zaman dilimi icine girmislerdir.siyasetciler kin nefret nifak tohumlari ekeceklerine sevgi saygi dostluk insani düsünceler verebilseler bu ülke modern refah ve ileri ülkeler düzeyine cikacagindan hic kimsenin süphesinin olmamasi temennisiyle,akilli ve sogukkanli olmak her zaman kazandirir,firsatcilik ise her zaman kaybettirir,tarih ve günümüzdeki olaylar bizler icin birer ders olmalidir gelecegimiz icin tüyü bitmemis masum ve yetimlerin gelecegi bizlerin ellerinde yesermesi gerekir,geriye enkaz aci nefret kin birakmak bizleri yüceltmez onurlandirmaz bilakis ,gelecek baharlarimizi kisa cevirmeyelim buna hic kimsenin hakki yoktur.<br /><br />hassanefendi<br />10/5/2011<br />onbin yıldır o topraklarda yaşayan insanlar aynı insandır..<br /><br />Bu coğrafyada yaşayan insanlarlara Türk,Kürt,Ermeni demişiz ama orada oturan, o toprağın doğurduğu insan onbin yıldır aynı insandı. Ta 1900'lerin başına kadar..<br /><br /><br />kudra71<br />10/5/2011<br />Acıysa karşılıklı...<br /><br />Asla ırkçı bir insan olmadım. Acılarını anlamaya çalışıyorum çünkü anlıyorum demek haksızlık olur o şartları.. Hiçkimse yurdundan, toprağından ayrılmak zorunda bırakılamaz. Fakat diğer yandan da zaman zaman şu hikayeleri duyarak büyüdüm. Ailem Erzurum-Kars tarafından ben bilmem oraları. 90 yaşındaki teyzelerimden dinlediğim, en az onların ki kadar acıklı ve dokunaklı. Toplu olarak ahıra sokulup yakılan, ermenilerden kaçarken yeni doğmuş cocuğunu bile koruyamayan, vaz geçmek zorunda kalan kadınlar, annesinin gözü önünde öldürülen gençler vs vs.. ve yıllardır bulunan türk toplu mezarları..peki bunlar bir hiç mi.. neden bunların hepsini yok sayıp sadece onları madur sayıyorsunuz. Acıysa her iki tarafta da yaşandı, neden onlar da biraz iğneyi kendilerine batırmıyorlar. O zaman belki daha iyi anlayabilir herkes herkesi<br /><br />ErA<br />10/5/2011<br />Evet hedef "İnsanlık Köprüsü"<br /><br />Meersalz arkadaşımıza katılıyorum. İki halkın binlerce yıllık dostluğu ve varlığını kıskananlar, bir sarılmaya bile tahammül edemeyenler "İnsanlık Anıtı"nı yıktılar ama bu yürekler yenilmemeli. "İnsanlık Köprüsü" istiyoruz!<br /><br />Meersalz<br />10/5/2011<br />Gerçek<br />Dirbaz, yorumunuz beni duygulandırdı. Çok beğendim. Ne zaman gerçekleri kabul edebileceğiz?! Azınlıkları korumak her bireyin görevidir. Ah benim de çılgın projem var. Ermenistan sınırında İnsanlık Köprüsü istiyorum!<br /><br />DIRBAZ<br />10/5/2011<br />..Soluğu Olan Gölgesiz Kimselere......<br />Tarihimizin hiçbir sayfasında geçmeyen o kimseler....ah o bir türlü varlığına inanmak istemediğimiz Ermeniler...onlar..onların varlığı yüksek dağların çevrelediği derin vadilerde gizlidir.Sivri uçları göğü delecek kadar yüksek dağların keskin uçurumlarında..feryatları göğü yırtacak kadar çaresiz ve yoksul..onlar yok işte..varlıkları haram,varlıkları yasak ve günah,ölmek için yaratıldıklarına inandığımız o Ermeniler! İşte onların tarihi,onların sessiz soluğu oralarda gizlidir.Bir yaşlının buruşuk dudaklarından dökülen ürkek sözcüklerde,ölüm mağaralarında..onların hikayesi bizim bilmek istemediğimiz karanlık ve kuytu yerlerde gizlidir.<br /><hr><br />Radikal.com.tr<hr></small></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-87273157953115616572011-06-04T10:06:00.003+03:002011-06-04T10:14:46.719+03:00Türk-Ermeni İlişkilerinde Bin Yıllık Tabloyu Okuyabilmek<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/-mCRpH3HAzC8/TenbEOXtHEI/AAAAAAAAGH0/U5kc-OWaZvM/s1600/1000%2Byillik%2Btablo.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="http://1.bp.blogspot.com/-mCRpH3HAzC8/TenbEOXtHEI/AAAAAAAAGH0/U5kc-OWaZvM/s400/1000%2Byillik%2Btablo.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5614259276117515330" /></a><br /><br /><small> Bin yıllık birliktelikten sonra yüz yıllık ayrılığa düşen Türk ve Ermeni toplumlarının yeni dönemde atacağı adımlar bölge ve dünya siyasetindeki pek çok sorunun çözümü için örnek teşkil edecek durumdadır. Siyasilerin yıllardır çözüme kavuşturamadığı Ermeni sorununu anlamak için iki ülke ilişkileriyle ilgili tanımlamaların doğru yapılması gerekmektedir. İkili ilişkileri anlayabilmek için, siyasi ve halklar tabanında belirli ayrımların yapılmasına ihtiyacımız vardır.<br /><br />İlk olarak; inişleri ve çıkışlarıyla bin yıllık bir birlikteliği içeren Erken Dönem Türk-Ermeni İlişkileri, ikinci olarak; 1915 uçurumunu da içeren ve yüz yıllık bir ayrılığı kapsayan Yakın Dönem Türk-Ermeni İlişkileri ve son olarak; Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan ve yirmi yıllık bir süreyi kapsayan Türkiye – Ermenistan İlişkileri.</small><span class="fullpost"> <br /><br /><br /><small>Erken dönem Türk-Ermeni İlişkileri, Türklerin Anadolu’ya girişinde yardımcı olan Ermenilerin Bizans baskısına karşı Türkleri desteklemesiyle başlar. Selçuklu Devleti saflarında Bizans’a karşı savaşan Ermeniler, Anadolu’da kurulan yeni yönetim sistemiyle kendilerini rahat ifade edebilecekleri bir ortama kavuşmuştur. Ermenilerin sanatkar ve zanaatkar bir millet olduklarını ele aldığımızda, özellikle Selçuklu döneminde Anadolu’daki mimari eserlerde Ermenilerin pek çok katkısını ve Türk mimarisine olan etkilerini gözlemleyebiliriz. Diyebiliriz ki Anadolu’daki Ermeni krallıkları döneminin ardından, Ermeni varlığı oldukça uzun bir aradan sonra ilk defa Türklerin yardımıyla bölgede varlık göstermeye başlamıştır. Selçuklu hakimiyeti müddetince süren hür yaşayışları Osmanlı Devleti zamanında da devam etmiş, özellikle Fatih Sultan Mehmet’in kendilerine verdiği hak ve özgürlükler sayesinde dini otoritelerini de sağlamlaştırmışlardır. 1461 yılında II. Mehmet Bursa Piskoposu Hovhakim’i başkente davet etmiş ve Ermeni patrikliğinin kurulmasına izin vermiştir.<br /><br />II. Mehmet’in bu stratejik adımı yüzyıllar sonra Rusya tarafından Osmanlı’nın zayıflatılması için kullanılacaktı. Nitekim Ermeni ve Slav meseleleri “sıcak denizlere inme” politikası güden Rusya’nın en önemli emperyal etki aracı olmuştur. Deli Petro’dan itibaren güney hakimiyet sahası politikaları, bu bölgelerde bulunan etnik ve dini unsurların bağımsızlığa teşvik edilmesi ve Rus hamiliği 19. yüzyılın değişen dünya sisteminde Osmanlı Devleti için yıkıcı etkiler oluşturmuştur. Rusya’nın Kafkasya ve Balkan bölgelerindeki menfaatini tesis etme çabaları ve Batı’dan yayılan milliyetçilik rüzgarı Ermeni toplumunu da etkilemiş ve çeşitli bağımsızlıkçı örgütlerin oluşmasını sağlamıştır.<br /><br />Bunlardan en önemlileri olan Hınçak ve Taşnak örgütleri 1878 yılında Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonraki buhranlı dönemde kurulmuş ve eylemlerini Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürdürmüştür.<br /><br />YAKIN DÖNEM İLİŞKİLER VE 1915 UÇURUMU<br /><br />Yakın dönem Türk-Ermeni ilişkilerini başlatabileceğimiz tarih olan 1908, Osmanlı Devleti bünyesindeki farklı unsurların aynı meclis çatısında temsil edilmesini sağlayan II. Meşrutiyet’in ilan edildiği tarihtir. 1908’e kadarki süreçte gerek Jön Türk kurmayları gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeni örgütlere yumuşak davranmıştır. Meşrutiyet’in ilanına doğru, Ermeni örgütlerin farklı beklenti ve talepleri Taşnakları İttihatçılara, Hınçakları ise Ahrarcılara yakınlaştırmıştır. Ortak ideal olan anayasanın yürürlüğe koyulmasının gerçekleşmesinden sonraki süreçte, İttihatçılar ülkede herhangi bir bağımsızlık girişiminin oluşmaması için azınlık örgütlere tavırlarını değiştirmiştir. Osmanlılık vurgusuna önem veren İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa’nın o döneme ilişkin olarak Ermenilerle ilgili düşünceleri yönetim ile örgütler arasındaki bağı da açıkça ifade etmektedir : “Biz Ermenileri Rum ve Bulgarlardan daha çok severiz. Çünkü onlar bu iki milletten daha mert ve daha kahramandırlar. İki yüzlülük bilmezler. Dostluklarında sadık , düşmanlıklarında metindirler. Biz Ermeniler ile Türkler arasındaki düşmanlığın başlıca sebebinin Rusya siyaseti olduğu inancındayız.”<br /><br />31 Mart ayaklanmasını bastırmak için İstanbul’a giren Hareket Ordusu, Ermeni cemaatini de ziyaret etmiş ve Enver Paşa Ermenilerin ayaklanmacılara karşı durmasını kastederek “Yaşasın Taşnaksutyun Cemiyeti!” diyerek Ermenileri tebrik etmiştir : “Ezelden beri hepimiz kardeşiz. Artık Bulgar, Ermeni, Rum, Romen, Yahudi, Türk yok. Bu mavi gökyüzü altında hepimiz eşitiz. Biz Osmanlı olmaktan gururluyuz.”<br /><br />Meşrutiyet’in oluşturduğu güven ve kardeşlik havası, içeride ve dışarıda imparatorluğun sorunlarını çözeceği inancını kuvvetlendirmiştir. Anayasal sistemle azınlık sorunları başta olmak üzere devlete uzun zamandır engel teşkil eden sorunların Osmanlı Devleti’ni güçlendireceği ve dünya genelindeki Avrupa sömürgelerinde olumsuz etki oluşturacağı endişesi özellikle İngiltere’nin azınlıklara müdahil olmasını hızlandırmıştır. Türk-Ermeni toplumlarının kopuş sürecinin başlangıcı olan 1909 Adana olayları, İstanbul’un 31 Mart ile çalkalanmasını müteakiben yabancı papazlar tarafından başlatılmış, Müslüman ve Ermeni topluluklara silah satışı gerçekleştirilmiştir. İki tarafı birbirine kırdırma politikası Adana’da başarılı olmuş ve hatta Osmanlı’ya bağlı Ermeni bürokratlar dahi ayrılıkçı örgütler tarafından tehdit edilmişlerdir. Bunlardan en önemlisi, 1913’te İttihatçı Ermeni Van Belediye Başkanı Bedros Kapamacıyan bu örgütler tarafından öldürülmüştür. 1909’dan itibaren alevlenen Ermeni meselesi, Rusya’nın Ermenileri maşa olarak kullanmasının önünü açmıştır. 1914 yılında Erzurum’da gerçekleştirilen Taşnak Kongresi’nde, Ermenilerin hangi devlet safında yer alacağı tartışılmış, sonuç olarak Osmanlı Devleti kararı alınsa da Andranik Ozanyan gibi isimlerin etkisiyle Rusya’dan yana karar çıkmıştır. Bu tarihten sonra Osmanlı yönetimi Ermeni toplumunun Anadolu’da isyan amaçlı olarak kullanılması ve savaşta Osmanlı aleyhine gidişatın oluşmaması için Ermeni toplumunun geçici süreyle güneyde iskan edilmesine karar vermiştir. 1915 yılında çıkarılan Sevk ve İskan Kanunu’na göre Ermeni toplumu savaş bölgesinde tehlike altında bırakılmayacak, savaş bitiminde geri dönmek üzere güneye sevk edilecektir. Kanunun uygulanışı sırasında pek çok aşiretin saldırısına maruz kalan ve hastalıklarla boğuşan Ermenilerde büyük oranda kayıp yaşanmıştır. Cemal Paşa’nın Araplar nezdinde kötü algılanışının bir sebebi de, kendisinin Ermeni toplumunu Arap çete ve aşiretlerine karşı korumasıydı. Ermenilere saldıran pek çok Arap lideri idam ettiren Cemal Paşa, Ermenilerin korunması amacıyla okul ve hastane yaptırmaya kadar pek çok faaliyetin öncülüğünü yapmıştır.<br /><br />Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetmesiyle Ermenilerin geri dönüşü de akamete uğramış ve galip devletler bu sorunu soykırım girişimi olarak dünyaya duyurmuşlardır. 1918’de Ermeniler önce Transkafkasya Demokratik Cumhuriyeti, ardından ise Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ile bağımsızlık girişimlerinde bulunmuşlar ancak bu başarısız girişimlerden sonra 1920 yılında Kızıl Ordu’nun Erivan’a girmesiyle Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurularak Sovyetler Birliği himayesinde yaşamaya başlamışlardır.<br /><br />Sovyetler Birliği döneminde Türkiye’ye bakış açısı sınırlı olan Ermenistan’ın soykırım algısı genel olarak edebi eserlerle kendisini göstermiştir. Ayrıca 1915’in ellinci yılı olan 1965’te Sovyet yönetiminin desteği ile Erivan’da Tsitsernakaberd (Kırlangıç Yuvası) adındaki soykırım anıtı inşa edilmiştir. Aynı dönemde diğer ülkelerde yaşayan Ermenilerin diaspora örgütlenmesi hız kazanmış, dünya kamuoyunda Türkiye aleyhtarı faaliyetlere başlamışlardır. Bunlara ek olarak sol örgütler tarafından desteklenen ASALA da, Ermenilerin eski yurtlarına dönüşü temasıyla Türk diplomatlarına yönelik terör faaliyetlerinde bulunmuştur<br /><br />YENİ DÜNYA DÜZENİNDE ERMENİSTAN’IN YERİ<br /><br />Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Ermenistan, yeni dönemde de Rusya etkisinden tam olarak kurtulamamış ve politikalarını buna göre belirlemiştir. Aynı zamanda Karabağ çatışmalarında da Rusya desteğini almıştır. Dış politika konsepti 3+2, yani Rusya, Türkiye ve İran ile uzak çevre, Azerbaycan ve Gürcistan ile yakın çevre ilişkileri olan Ermenistan, bu konsepti 2000’li yıllara kadar içteki ve dıştaki baskılardan dolayı hayata geçiremez. FIFA 2010 Dünya Kupası eleme maçlarında aynı grupta yer alan Türkiye ve Ermenistan milli takımlarının Erivan’da gerçekleştirilen buluşması iki ülke ilişkileri açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olur. Futbol diplomasisinden bir yıl sonra gündeme gelen protokollerle iyileşme süreci devam eder. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “sıfır sorun, azami işbirliği” formülü dış politikada Ermenistan’la yakınlaşma sürecine girmede etki gösterir. Protokollerin ele alındığı 2009 yılı Ekim ayında Bursa’da gerçekleşen Türkiye-Ermenistan maçında yaşanan Azerbaycan bayrağı krizi Bakü yönetiminin tepkisine neden olur. Gerek Türkiye’de gerekse Ermenistan’da yaşanan siyasi tartışmalar sonucunda protokoller askıya alınır ve diyalog süreci “sessiz diplomasi” adıyla devam ettirilir.<br /><br />İnişlerle ve çıkışlarla dolu bin yıllık birliktelikten sonra, yüz yıllık ayrılık bugünkü kopuk ilişkileri doğurmuştur. Bin yıllık Türk-Ermeni ilişkileri, sadece yirmi yıllık bir arka plana sahip olan devletlerarası dondurulmuş münasebetleriyle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. İki tarafın makul şekilde ve dış müdahale olmadan diyalog tesis etmesiyle bin yıllık birlikteliğin sermayesi de kullanılabilir olacaktır.<br /><br /> <br /><br />Mehmet Fatih ÖZTARSU<br />http://www.fatihoztarsu.com<br />Ermenistan Aravot Gazetesi Yazarı <br />May 23rd, 2011 </small></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-75127608287937912962011-06-04T05:16:00.006+03:002011-06-08T08:01:27.099+03:00Ermenistan Gezisi Notlari"Barev Hayastan"<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/-ke7HyC-SFyA/TemWQmxtVuI/AAAAAAAAGHU/mqoWmU5eMX8/s1600/barev%2Bhayastan.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 220px;" src="http://3.bp.blogspot.com/-ke7HyC-SFyA/TemWQmxtVuI/AAAAAAAAGHU/mqoWmU5eMX8/s400/barev%2Bhayastan.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5614183622525146850" /></a><br /><br /><small>İki Ermenistanlı arkadaşla, ilk kez ziyaret ettiğim Kars'ı Andranik'ten dinlemek çok değişik bir deneyim. Kars kalesi tam karşıda yükselirken çocuklar uçurtmalarının peşindeler. Bizse aşağıya, Vartan'ın Köprüsü'ne gidiyoruz. "Taş Köprü" olarak bilinen bu köprünün hikayesini anlatıyor Andranik.<br /><br />"Uzak geldim, uzağa gidiyorum" [1] diyerek çıkmıştım yola. İstanbullu bir Ermeni olan Sevag Şahin Balıkçı'nın askerliğini yaptığı sırada hayatını kaybetmesi tartışılıyordu o günlerde. Yine o günlerde İnsanlık Anıtı'nın yıkımına başlanmıştı ve Fransa'da Soykırımı İnkar Yasa teklifi reddedilmişti...<br /><br />Ermenistan'ı eyalet eyalet gezerken ne kadar çok söz borçlandığımın farkında olarak eve döndüğümde tam onbir sene önce defterime not düştüğüm ama nasılsa unuttuğum Yeğişa Çarents [2] dizeleriyle karşılaştım. "Selam" diyordu Çarents, "Uzak yakın yoldaşlara, dünyalara, güneşlere / Ateş gibi ruhlara, / Yalım yalım yanan ruhlu herkese, / Güneş gibi sarı sıcak ruhlarına onların, / Bu kudurmuş ölüm kalım kargaşasında / Kurban giden o canlara selam, selam..."<br /><br />Ermenistanlı arkadaşlar hep ismimizin yanına "jan" ekleyerek çağırıyorlardı bizi. İşte bu yazacaklarım da o canlara "selam" olsun.<br /><br />Geçmişin ve bugünün izlerini sürmek<br /><br />"Bir otobüs turuna katıldım, hayatım değişti" gibi bir cümle kurmaya kalkabilirim rahatlıkla. Evet, bir otobüs turuna katıldık. Her gün sabah başka bir şehre doğru yola çıktık. </small><span class="fullpost"><br /><br /><small>1915'in açtığı gedik orta yerde dururken onlarca insana dokunduk. Medyada sıklıkla "toprak talebi" gibi argümanlara sıkıştırılan problemin hem geçmişteki hem bugünkü izlerini sürerek birbirimizi anlamaya çalıştık. "Ülkeler arasında nasıl bir ilişki?" diye sorarken gündelik hayatta ne kadar birbirimize benzediğimizi keşfederek güzel dostluklar biriktirdik.<br /><br />Ermenistan'daydık<br /><br />Yerevan Basın Kulübü, Kültür Üniversitesi Küresel Politikalar Eğilimler Merkezi (GPOT) ve Internews Armenia'nın ortaklaşa projelerinden biri olan otobüs turuna Türkiyeli ve Ermenistanlı gazeteciler davet edilmişlerdi. Ben de bianet.org adına oradaydım.<br />Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesine dönük projelerden biriydi bu. İki ülkede medyanın probleme ilgisini arttırmayı amaçlayan projenin, otobüs turuyla eş zamanlı yürüyen; gazeteciler arasında bir "değişim programı", iki ülke öğrencilerinin birbirlerinin ülkelerinde çekecekleri belgeseller, Ermenistan-Türkiye politikalarının tartışılacağı yuvarlak masa toplantıları ve talk-show vb. televizyon yapımları gibi etkinlikleri de var. Tüm bu projelerin medyaya, sorunun çözümüne dönük sorumluluğunu hatırlatması dileğimizdir.<br /><br />"Beyaz, uykusuz, uzakta.."[3]<br /><br />Yolculuğun Adana'dan başlayıp Antakya, Şanlıurfa, Diyarbakır, Van üzerinden Kars'a ulaşan Türkiye ayağına katılamadım. Kars'ta dahil olduğum Ermenistan ayağı ise Gürcistan'ın Akhaltsike kenti üzerinden Gyumri-Alaverdi-Yerevan-Goris-Meghri-Yerevan rotasını izliyordu.<br /><br />İlk uğrak yeri olan Kars'ın gündeminde İnsanlık Anıtı vardı. Biraraya geldiğimiz Politikars internet portalı yöneticisi, Kafkasya Kültürleri Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı ve aynı zamanda mimar Ali İhsan Alınak "İç yaralayıcı bir durum" diyor.<br />Ona göre sistemin gittikçe sağa kaydığını gösteren ve uluslararası baskılara kulaklarını tıkayıp milliyetçi unsurlara mesaj vermek anlamına gelen bu yıkım için dijital ortamda başlattıkları imza kampanyasından bahsediyor Ermenistanlı arkadaşlarımıza. Kendisinden ısrarla iyimser yanıtlar bekleyen sorular havada kalıyor.<br /><br />Alınak, Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler kadar Kars'ın da bir tarafını kapatan ve ekonomisini olumsuz etkileyen sınır kapısı meselesi konusunda karamsar: <br /><br />"Kapı 1992'den beri kapalı. Her yıl ilişkilerin düzeltilmesi adına açılacağı söyleniyor. Ama bu bir cesaret işi, yüz yıl öncesiyle yüzleşme olmadan açılacağını düşünmüyorum."<br /><br />Bir Ermeni rehberle Kars sokakları<br /><br />Kars'tan ayrılmadan İnsanlık Anıtı'nı görüntülemek istiyoruz. Ermenistan'daki tüm toplantılarda gönüllü olarak tercümanlığımızı üstlenen Andranik İspiryan rehberliğinde Kars sokaklarındayız. Andranik Türkoloji okumuş Muş kökenli bir Ermeni. Ermenice, Türkçe, İngilizce ve Rusça yayın yapan haber sitesi news.am yazarlarından.<br /><br />Beni tanıtırken bianet hakkında kendine ait olumlu izlenimleri aktardığını fark ediyorum. Sadece bianet'i değil tüm haber kaynaklarını yakından ve çok dikkatli takip ediyor Andranik. Hatta geçtiğimiz yıl sınırın açılması için eylem yapan bir partinin yöneticisini hatırlayamıyoruz, imdada Andranik yetişiyor.<br /><br />İnsanlık Anıtı'nın yıkılmasında ihaleyi alan Afşin İnşaat çalışanları görüntü almamızı istemiyorlar. Onlara göre bu Türkiye'yi olumsuz yansıtmak olur. Çalışanlardan biri aşağıda naylon kaplı gecekonduları işaret ederek, "Bu heykele bu kadar para aktarırken şu yoksullağa bakın" diyor. Kars'ta temel sorun işsizlik ve yoksulluk çünkü. Belki de daha inandırıcı olsun diye yakasındaki parti rozetini fark ettirmemeye çalışarak çıkardığını görüyorum.<br /><br />Vartan'ın Köprüsü ve Çarents'in Evi<br /><br />İki Ermenistanlı arkadaşla, ilk kez ziyaret ettiğim Kars'ı Andranik'ten dinlemek çok değişik bir deneyim. Kars kalesi tam karşıda yükselirken çocuklar uçurtmalarının peşindeler.<br /><br />Bizse aşağıya, Vartan'ın Köprüsü'ne gidiyoruz. "Taş Köprü" olarak bilinen bu köprünün hikayesini anlatıyor Andranik. Bu köprüden hiç ayrılmayan Deli Vartan sonra kendini Kars Çayı'na bırakıyor.<br /><br />Bir sonraki durağımız "Ermeniler'in Nazım Hikmet'i" olarak bilinen Yeğaşi Çarents'in evi. Kars'a gelen her Ermeni'nin buraya mutlaka uğradığını öğreniyorum. Ama Kars doğumlu şairin evi yıkıntı halinde. İstanbullu bir Ermeni burayı satın alıp müzeye çevirmek istemiş ama sahibinin yüksek bir miktar istemesi üzerine alamamış.<br /><br />Evin karşısındaki demir köprü ve bir zamanlar evin önünde yer alan park dizelerine yansıyor Çarents'in. Ve aslında o andan itibaren Ermenistan yolculuğu başlıyor benim için. Çarents uğurluyor, eve dönüşte de o karşılayacak. <br /><br />* Barev Hayastan "Merhaba Ermenistan"<br />(1) Oktay Rifat'ın bir şiirinden<br />(2) 1897 Kars doğumlu Ermeni şair. 1937'de Stalin rejimi tarafından idam edildi.<br />(3) Cemal Süreya'nın "Kars" adlı şiirinden<br /><br />------------------------<br /><br /> 2<br /><br />"Yolunuz Pamuk Olsun"<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/-y08lZ_ztNEk/TemYabTycsI/AAAAAAAAGHk/0TlOykg-Wro/s1600/yolunuz%2Bpamuk%2Bolsun-2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 261px;" src="http://3.bp.blogspot.com/-y08lZ_ztNEk/TemYabTycsI/AAAAAAAAGHk/0TlOykg-Wro/s400/yolunuz%2Bpamuk%2Bolsun-2.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5614185990268809922" /></a><br /><br />Ermeniler kendi okullarında, kendi dillerinde eğitim aldıktan sonra bir yıl Gürcüce hazırlık sınıfına devam edip yükseköğretim için sınava tabi tutuluyorlar. Bunun, azınlıklara yükseköğretimin yolunu açan bir gelişme olduğunu vurguluyorlar.<br /><br />Ermenistan'ın, karayoluyla Gümrü üzerinden Kars'a uzaklığının 45 dakika olduğunu öğreniyoruz. Sınır açık olmadığı için otobüsümüz Ardahan'ın Posof ilçesindeki Türkgözü sınır kapısına yöneliyor. Önce Gürcistan'a geçmek zorundayız.<br /><br />Gürcistan'daki durağımız nüfusunun büyük çoğunluğunu Ermeniler'in oluşturduğu Akhaltsikhe kenti. Buradan itibaren binaların yıkılmaya yüz tutmuş, hatta yer yer yıkılmış hali gözümüze çarpıyor. Sovyetler Birliği döneminden kalma çoğu bina oturulamayacak vaziyette ve boş. Bir diğer ayrıntı da yerin altından değil de üstünden döşenmiş doğalgaz boruları. Her kadraja giren tesisatın bu ilginçliğine buradan sonra gözümüzün alıştığını, hatta "daha mantıklı, bir sorun olduğunda asfaltı yenilemek zorunda kalmıyorlardır" şeklinde hak vermeye başladığımızı söylemeliyim.<br /><br />İngilizce, Ermenice ve Rusça yayın yapan hetq.am haber portalından arkadaşımız Khristine Aghalaryan'ın dedeleri Erzurumlu, ama kendisi Gürcistan doğumlu ve bu şehirde de akrabaları var. Bu sefer onun ve arkadaşlarının rehberliğinde dolaşıyoruz Akhaltsikhe sokaklarını. Bir yerden tanıdık bir ezgi yükseliyor. Davul ve zurna. Gençlik Merkezi'nde prova yapan bir dans ekibiyle karşılaşıyoruz. Bildiğimiz halay ritmi bu, ayak uydurmakta hiç zorlanmayacağımız bir ezgi.<br /><br />Her dilde "Merhaba" diyen bir resim karşılıyor bizi. Önde gelen Ermeni aydınlarının resimlerinin bulunduğu duvarın karşısında ise 10-12 yaşlarındaki çocukların soykırımın yıldönümünde çizdiği resimler var. "Neden?" diyorsun; "Neden çocuklar 1915 konulu resimler yapsınlar ki?"<br /><br />"4+1 formülü" neden olmasın?<br /><br />Kentte Ermeniler ve Azeriler'le birlikte Ahıska Türkleri de yaşıyor. Yerel televizyon kanallarından ve organizasyonlardan temsilcilerle biraraya geldiğimizde temel gündemlerini, herhangi bir azınlığın ayrımcılığa uğrayıp uğramadığını, medyanın yaklaşımını, azınlıkların hassasiyetlerini gözetip gözetmediğini soruyoruz. İki ülke savaş halinde olsa da Gürcistan'daki bu iki büyük azınlık grubu arasında sorun yaşanmadığını söylüyorlar. Dini gruplar arasında zaman zaman görülen nefret suçları da hem medya hem de sivil toplum örgütlerince kınanıyormuş.<br /><br />Hükümetin sivil toplumun önerilerini dikkate aldığını söylediklerinde, "Hiçbir problemimiz yok." söylemine şüpheyle yaklaştığımızdan olsa gerek, örnek vermelerini istiyoruz. Eğitimde "4+1 formülü" önerisinin hayata geçirilişini anlatıyorlar. Örneğin Ermeniler kendi okullarında, kendi dillerinde eğitim aldıktan sonra bir yıl Gürcüce hazırlık sınıfına devam edip yükseköğretim için sınava tabi tutuluyorlarmış. Bunun azınlıklara yükseköğretimin yolunu açan bir gelişme olduğunu vurguluyorlar. Çünkü daha önce bir Ermeni, ortaöğretimini tamamladıktan sonra yükseköğretim için Erivan'a gitmek zorunda kalıyormuş.<br /><br />Türkiye'de anadilde eğitim tartışmaları bunun çok gerisinde ama bu formül bir emsal teşkil edebilir, diyoruz.<br /><br />Ve nihayet Ermenistan<br /><br />Gürcistan'dan sonra ilk ziyaret ettiğimiz Ermenistan kenti Gümrü. Shirak ilinin en büyük kenti olan Gümrü, Yerevan'dan sonra ülkenin ikinci büyük kenti olma özelliğini taşıyor. Yolculuk uzun sürse de Ermenistan'dayız işte. Türkiye için "8 km" tabelası bize gülümsüyor. Güzel bir mimariye sahip olan Gümrü'yü de Kars'ı yapan ustalar yapmış. Ancak 1988 tarihli, 25 bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açan Spitak Depremi'nin izlerini gözlemek mümkün. Bu depremden beri 7 bin aile geçici evlerde yaşamak zorunda.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/-t0FHKzt-kkA/TemYaHD_mmI/AAAAAAAAGHc/LqEWKvNWlKY/s1600/yolunuz%2Bpamuk%2Bolsun-1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 220px;" src="http://3.bp.blogspot.com/-t0FHKzt-kkA/TemYaHD_mmI/AAAAAAAAGHc/LqEWKvNWlKY/s400/yolunuz%2Bpamuk%2Bolsun-1.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5614185984833854050" /></a><br /><br />Asparez Journalist Club'da düzenlenen toplantıya katılıyoruz. Kulüp başkanı Levon Barseghyan aktardığı istatistiklerle medyanın durumuna dair bilgilendiriyor bizi. Toplam 30 gazetenin toplam tirajı 30 bin. Bu sayı gazetelerin kamuoyu üzerindeki etkisinin büyük olmadığını göstermeye yetiyor. Buna karşılık 45 televizyon kanalının yarısından fazlasını yerel televizyonlar oluşturuyor. 23-24 kadar da radyo kanalı olduğundan bahsediyor Barseghyan, İstanbul'daki sayının 113 olduğunu da ekleyerek. Gazetecilerin çalışma koşullarına dairse sansüre dikkat çekiyorlar, sosyal güvencesi olmaksızın çok az maaşlarla çalıştıklarını da ekliyorlar.<br /><br />Bunlar ülke genelinde rakamlar. Günlük gazetenin olmadığı Gümrü'de ise dört yerel televizyon, üç haftalık gazete, bir aylık dergi var ve toplam 40 gazeteci yaşıyor.<br />Barseghyan'ın rakamlarına göre son iki yılda yeni medya hızla gelişiyor ve internet kullanıcılarının sayısı çok çabuk artıyor. İnternet kullanım oranı yüzde 60 ve bunun yüzde 15'i aktif kullanıcı. Kaydedilmiş 3000 blogdan 205'i aktifken, facebook profili sayısı da 140 bin olarak tespit edilmiş.<br /><br />Geçici konutlardaki depremzedeler<br /><br />Geçici konutlardan oluşan mahalledeyiz. İki oğul, bir gelin ve bir torunla birlikte altı kişiden oluşan Palonyan ailesini ziyaret ediyoruz. Torun Anahit kucaktan kucağa geziyor. Anahit'in deprem olduğunda üç yaşında olan babası pek çok yaşıtı gibi işsiz. Misafire ikramın Ermeniler'de adet olduğunu söyleyerek ağırlıyorlar bizi. İki seneye kadar 3000 ailenin yeni konutlara geçirileceği söyleniyor. Ama daha önce ev sahibi olmayanların böyle bir şansı yok. Depremin açtığı yaraların coğrafya ayırdetmediğini görüyoruz.<br /><br />"Yolunuz pamuk olsun"<br /><br />Akşamüstü Gümrü sokakları bomboş. Herkes Gümrü takımının maçına kitlenmiş durumda. Futbolseverlerin kutlamalarına şahit olacağımızı düşünürken, ne yazık ki skor olumsuz. Sovyetler döneminin "Leninakan"ı Gümrü de tıpkı Yerevan gibi büyük bir meydana sahip. Meydandaki St. Asdvadzadzin Kilisesi'nin hemen karşısında bir katedral inşaatı var. Ermenistanlı ustalar Ani'deki katedralin aynısını yapmaya koyulmuşlar ama maddi imkansızlıklar nedeniyle yarım kalmış.<br /><br />Ermenistan'da ilk günümüz ve doğal olarak Ermenice kelimeler öğrenme azmi var. Teşekkür etmek ("Shnorhakalutyun"), özür dilemekten ("Neroghutyun") daha zor. Zaten önce özür dilemeyi öğrenmek belki çok daha elzem diye düşünürken, kaldığımız Araks (Aras) Hotel'den Michel Atomyan Amca şaşırtan ve duygulandıran bir veda cümlesiyle bizi uğurluyor: "Yolunuz pamuk olsun". <br /><br />-----------------------------------<br /><br />3<br /><br />Ermenistan'ın diğer yüzü<br /><br />Yerevan'la Yerevan dışı Ermenistan arasında gözle görülür farklılıklar var. Tüm ekonomi Yerevan'a bağlı yürüyor ve başka bölgelerde ticaret yapma şansı düşük. Böylesi bir ortamda AGİT desteğiyle kurulan merkezde bir araya gelen girişimci kadınlar da pazar bulmakta zorlanıyor.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/-qhHckd3i814/TemYaZgyVpI/AAAAAAAAGHs/fvEszyVtpRk/s1600/ermenistanin%2Bdiger%2Byuzu.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 241px;" src="http://3.bp.blogspot.com/-qhHckd3i814/TemYaZgyVpI/AAAAAAAAGHs/fvEszyVtpRk/s400/ermenistanin%2Bdiger%2Byuzu.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5614185989786457746" /></a><br /><br />Debed ırmağı ve yemyeşil doğasıyla Alaverdi'deyiz. Lori eyaletine bağlı 16 bin nüfuslu Alaverdi altın ve bakır madenleriyle endüstrileşmiş bir kent. Madenleri Fransız Vallex Grubu işletiyor. Şehrin her yanında şirkete ait reklam panoları var. Vallex grubuna bağlı fabrikanın kocaman bacası "burdayım" diyerek selamlıyor bizi.<br /><br />Böylesi güzel bir kentte çarpık sanayileşmeye karşı aykırı seslerin çıkıyor olduğunu bilmek güzel. Kadınlar Birliği'nin ofisinde görüştüğümüz Larisa Paremuzyan, hetq.am'de yazan bir araştırmacı gazeteci. Lori eyaleti ve Tumanyan bölgesinin sorunlarını gündeme getiriyor. Bir kadın olarak hem politik mücadelede hem de çevre kirliliğine karşı mücadelede güçlü ve önemli bir figür olan Paremuzyan, yerel yönetimlerle ilgili harcamaları yakından takip ediyor. Kendi bölgesinde yolsuzluk, rüşvetçilik ve doğayı tehdit eden her tür girişime bayrak açmış durumda.<br /><br />"Halkın adamı" Larisa Paremuzyan<br /><br />Cesaret isteyen işlere imza atan bir kalem olarak Paremuzyan, sık sık tehditlerle karşılaştığını söylüyor. Belediye başkanlığına adaylığını koyduğu dönemde tehditler almış, evi yakılmış ama geri adım atmamış. "Ben halkın adamıyım." diyor. Hetq.am'de en çok tıklanan Larisa Paremuzyan haberinin, Başbakan Tigran Sargsyan'ın danışmanlarından Serop Der-Boghossia'nın pedofili olduğuna dair yazısı olduğunu söylersek durumu açıklar sanırım. Paremuzyan'ın bu iddiası hem fabrika personeli, hem Alaverdi halkı tarafından yalanlanmış önce. Ancak ABD vatandaşı ve Akhtala madenlerini işleten şirketin başkanı Der-Boghossia hakkındaki iddialar polisi hareket geçirmeye ve onu tutuklattırmaya yetmiş.<br /><br />Yolsuzluk, çevre kirliliği, su kaynaklarını tehdit eden hidroelektrik santraller... "ne kadar çok ortak derdimiz var" diye düşünürken sekiz köşe şapkasıyla bir amca yol veriyor sokakta. Nerede olduğumuzu unutuyoruz.<br /><br />Ermeni kültürünün önemli simgesi: Khaçkar'lar<br /><br />Alaverdi aynı zamanda önemli bir turistik merkez. Yol boyu "sağınızdaki... solunuzdaki..." anonslarıyla ve engin tarih birikimiyle başımızı döndüren Mikayel Hovhannisyan rehberliğinde Haghpat ve Sanahin Manastırları'nı geziyoruz. Mikayel, Ermeniler'e özgü "khaçkar"ları anlatıyor bize. Taşın oyulmasıyla yapılan bu haçların hikayesini ondan dinlemek gerek.<br /><br />Önce Haghpat'tayız. Buradaki khaçkarda diğerlerinden farklı olarak İsa çarmıhta. Mikayel'in anlattığına göre bu çizgilerde İslami etkiler de sözkonusu. Kullanılan kırmızı boya karadut solucanlarından elde ediliyormuş, formülü kayıp, günümüze ulaşmamış.<br /><br />Sanahin'deki khaçkar ise büyüleyici. Desen tek bir çizgiyle başlıyor ve beş katman üzerinden hiç kırılmadan devam ediyor. Mikayel bunun sonsuzluğu simgelediğini söylüyor.<br /><br />14. yy'da üniversite hizmeti veren Tatev<br /><br />Yerevan'da kısa bir konaklamadan sonra güneye doğru yola çıkıyoruz. Karayoluyla 40 dakika kadar sürecek olan Halidzor-Tatev arası derin vadiyi 5.7 km'lik teleferikle aşıp 12 dakikalık bir yolculuğun ardından Tatev Manastırı'na ulaşıyoruz. Ortaçağ boyunca önemli bir kutsal merkez olan Tatev'de aynı zamanda bir üniversite de bulunuyormuş. Depreme ve olabilecek düşman saldırılarına duyarlı inşa edilmiş "Sallanan Sütun" tam bir mühendislik harikası. Depremler ve istilalar sonucu tahrip olan manastır, restorasyon çalışmalarıyla canlandırılmaya çalışılıyor. Hem istihdam sağlamak hem de bölgeye turist çekmek amaçlı bu büyük canlandırma projesini özel sektör ve kamu fonluyor.<br /><br />Goris'li kadınların ekonomide varolma mücadelesi<br /><br />Syunik bölgesinin önemli kentlerinden Goris'teyiz. Kadınların Gelişimi ve Kaynak Merkezi'nde biraraya geldiğimiz sivil toplum örgütü temsilcileri tüm Ermenistan kentlerinde olduğu gibi bizi ilgiyle karşılıyorlar.<br /><br />AGİT desteğiyle kurulan merkez, kadınların ekonomik, sosyal ve politik yaşamdaki rolünü geliştirmeyi ve girişimciliği özendirmeyi amaçlıyor. Kadınların iş yaşamına katılması önündeki engellerden bahsediyorlar. Pratikte iş kadınlarıyla iş arayan kadınları buluşturan çalışmalar yapmışlar. Turistik amaçlı el sanatları faaliyetlerini ilk sırada tutuyorlar. Bu sayede kurdukları vakıf kadınların girişimleri için sermaye sağlıyor.<br /><br />Güney gezisi boyunca olduğu gibi Yerevan'la kıyaslama yaparak anlatıyorlar durumlarını. Gerçekten de Yerevan'la Yerevan dışı Ermenistan arasında gözle görülür farklılıklar var. Tüm ekonomi Yerevan'a bağlı yürüyor ve başka bölgelerde ticaret yapma şansı düşük. İran karayolu üzerindeki Goris ve daha sonra uğrayacağımız Kajaran ve Meghri kentleri sadece bir geçiş noktası. İran'la yapılan ticaret de Yerevan merkezli. Böylesi bir ortamda kadınlar da pazar bulmakta zorlanıyorlar. Tüm gazeteler Yerevan'da basıldığı için reklam verme olanakları da yok. Yerel pazar küçük olduğu için yurtdışı ihracatını hedefliyorlar. homelandhandicrafts.org adresi üzerinden sipariş aldıklarını özellikle belirtiyorlar.<br /><br />"AB'ye nasıl gireceksiniz?"<br /><br />Goris Basın Klubü'nden Susanna Shahnazaryan ise yeni başlayanlar dışında tüm gazetecilerin kadın olduğunu belirtiyor. Çünkü erkekler para kazanamayacakları bir meslek olan gazeteciliği tercih etmiyorlar.<br /><br />Ermenistan'ın genelinde olduğu gibi burada da Türkiye'ye, iç politikaya dair birçok soruyla karşılaşıyoruz. Türkiye'deki gençlerin Ermenistan algısını merak ediyorlar. Çok samimi bir atmosfer. Kadınların konumunu sorduklarında kadın cinayetlerinden başlayarak anlatıyoruz. Durumun vehameti açık. "AB'ye nasıl gireceksiniz?" diye soruyorlar, bir ağızdan "Giremiyoruz zaten" dediğimizde kahkahalar yükseliyor.<br /><br />En son genç bir kadın yeni nesil Ermenistanlılar'ın algısını dillendiriyor: "Bir şey satın alacağımızda bakıyoruz Çin malıysa almıyoruz, Türkiye malını tercih ediyoruz." <br /><br />------------------------<br /><br /><br /> 4 "Merhaba"nın kudreti<br /><br />Her "merhaba" bir "özür"e denk düşmüyor belki, ama onca gün birlikte olduğumuz Ermenistanlı arkadaşlarla biz öğrendik ki bir "merhaba" bazen yaraları sarma kudretinde oluyor.<br /><br /><br /> "Sonsuz şeref yolu gibi Masisim'e vurgunum ben"<br /><br />Yeğişe Çarents'in dizelerindeki Ararat'a yönelik tutkuyu Yerevan'a gelince anlamanız mümkün. 2800 yıllık şehre Ararat manzarası hakim. Her gün uzaktan seyredilen ama ulaşılamayan bir sevgili gibi.<br /><br />Cumhuriyet Meydanı geniş, ferah ve Yerevan'da hayat günün her saati canlı. 3 milyonluk Ermenistan nüfusunun yarıya yakınını barındıran kentle, günlerdir dolaştığımız diğer bölgeler arasındaki ekonomik uçurum çok belirgin. Ama yine de meydana açılan North caddesindeki lüks dükkanlar bomboş. Kiralar çok yüksek olduğu için sadece ünlü markalara yer tutabilmiş. Yerevan'ın da dışarıya açılmaya ihtiyacı var. Bu bakımdan Türkiye çok önemli bir kapı. Ve doğrusunu söylemek gerekirse protokolleri askıya alan taraf olarak Türkiye'ye nazaran, Ermenistan'da konuştuğumuz hemen herkes ilişkilerin normalleşmesi bakımından daha gerçekçi.<br /><br />Ve bir dipnot: Türkiyeli olduğunuz için herhangi bir hakarete uğramıyorsunuz,1915'in ayıbı durmadan yüzünüze vurulmuyor. Yanlış para üstü veren büfeci özür üstüne özür diliyor, istasyonun önünde Türkçe konuştuğumuzu duyan bir işadamı "Merhaba" diyerek bizimle tanışmak istiyor.<br /><br />Genç kuşağın Türkiye algısı olumlu<br /><br />Tüm bunların konuşulduğu "Ermenistan-Türkiye Yakınlaşmasında Medyanın Katkısı" başlıklı toplantının oturumlarından birine katılıyoruz. Toplantı ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), Yerevan Basın Kulübü, Küresel Politikalar Eğilimler Merkezi (GPOT) ve EURASIA Partnership Foundation ortaklığında gerçekleştiriliyor.<br /><br />Oturumda daha önce verileri aktarılan bir çalışmadan daha bahsediliyor. Kafkasya 2010 Barometresi adlı çalışma, genç kuşağın Türkiye algısının olumluğuna işaret ediyor.<br />Sınırların açılması konusunaysa, ulaşılan 2 bin kişinin yüzde 58'i ülke güvenliği gerekçesiyle olumsuz yaklaşıyor. Yüzde 16'lık bir oran sınırların açılmasını arzuluyor. Bu oranın düşüklüğüne rağmen Ermenistan'ın Türkiye ile ticari ilişkilerini geliştirmesine olumlu bakanların oranı yüzde 45.<br /><br />Oturumda ayrıca Türkiye ayağını İzmir Ekonomi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sevda Alankuş ve ekibinin, Ermenistan ayağını ise Yerevan Basın Kulübü'nün yaptığı medya araştırmasının verileri paylaşılıyor. Araştırma Ermenistan basınında Türkiye'nin dikkatli bir şekilde izlendiği ve "nötr" haberlerin baskın olduğunu gösteriyor. Negatif haberler Obama'nın Türkiye ziyareti ve sonrasında yol haritasının açıkladığı dönemi içine alan 1-30 Nisan 2009 ve protokollerin askıya alındığı 15-30 Nisan 2010 arası döneme ait.<br /><br />Ermeni Kilisesi'nin merkezi Etchmiadzin ve Elegez Dağı eteklerindeki Yezidi Kürt köylerini ziyaret edip Yerevan'a geri döndüğümüzde Soykırım Anıtı'na gidiyoruz. Kristine, her 24 Nisan'da bu yolun çiçeklerle kaplandığını, anıtta çiçek bırakacak yer kalmadığını söylüyor. Sürgünün gerçekleştirildiği Anadolu kentlerinin isimlerinin yazılı olduğu duvar boyu yürürken, nereden geldiği belli olmayan bir ezgi boğazınızda düğüm oluyor. O orada dururken yeni bir ilişki mümkün değil, biliyorsunuz.<br />Rakamlardan ve analizlerden azade, devletler ve politikalar üstü bir ilişki, yası paylaşamasak da utancıyla yüzleşmeyi gerektiriyor önce. Her "merhaba" bir "özür"e denk düşmüyor belki, ama onca gün birlikte olduğumuz Ermenistanlı arkadaşlarla biz öğrendik ki bir "merhaba" bazen yaraları sarma kudretinde oluyor. (BBA/ŞA)<br /><br />Burcu BALLIKTAŞ burcuballiktas@hotmail.com<br />Kars - BİA Haber Merkezi 01-07 Haziran 2011</small></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-64825168904882088942011-03-13T19:17:00.001+02:002011-03-13T19:19:12.615+02:00Forbes, 2011 yılının milyarderler listesini açıkladı: Listede 5 Ermeni var<img src="http://www.tert.am/g_image.php?id=128869&tmb=3" align="right" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/" width="300" hspace="3" vspace="3" />Amerikalı Ermeni işadamı Kirk Kirkoryan 3.5 milyar dolarlık servetiyle 310’uncu sıradan listeye girerek, listede yer alan birinci Ermeni işadamı oldu.Bu listeye Rusya’da yaşayan 4 Ermeni milyarder de girdi:833-Rosgosstrakh Sigorta Şirketi Ortağı Daniel Khaçaturov, Reso Grubu Genel Müdür Yardımcısı Nikolay Sarkisov ve ortağı Reso ve Reso-Garantii Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Sergey Sarkisov (1.5’er milyar dolar)879-Taşir Grubu Sahibi ve Genel Müdürü Samvel Karapetyan (1.5 milyar dolar).<br />Forbes’in listesine ABD’den ve Rusya’dan 5 Ermeni işadamı girdi.<br /><span class="fullpost"><br /><br />Amerikan finans çevrelerinin dergisi Forbes, 2011 yılının milyarderler listesini açıkladı.<br /><br />Derginin Genel Yayın Yönetmeni ve Başkanı Steve Forbes, New York'ta Forbes'ın genel merkezinde düzenlenen basın toplantısında, 25'inci dünyanın milyarderler listesini açıkladı.<br /><br />Forbes, bu yıl rekor sayıda milyarderin listeye girdiğini belirterek, dünyada geçen yıl bin 11 olan milyarder sayısının bu yıl bin 210'a yükseldiğini belirtti.<br /><br />Forbes, bu yıl listede yer alan milyarderlerin toplam servetinin net değerinin rekor kırarak 4,5 trilyon dolara yükseldiğini ve Almanya'nın Gayrisafi Yurtiçi Hasılası'nı (GSYİH) geçtiğini vurgulayarak, bu rakamın ise geçen yıl 3,6 trilyon dolar olduğunu hatırlattı.<br /><br />Listeye bu yıl yeni girenlerin sayısının 214 olduğunu, geçen yılsa bu rakamın 97 olduğunu ifade eden Forbes, geçen yıl listede ye ralan 47 kişinin ise listeden düştüğünü, 10 tanesinin öldüğünü, 42 milyarderin ise bu yıl listeye dönüş yaptığını ifade etti.<br /><br />ABD'nin bu yıl da listede en çok milyarderi bulunan ülke olduğunu açıklayan Forbes, listede geçen yıl 403 milyarderi olan ABD'nin bu yıl bu sayıyı 413'e yükselttiğini, ABD'yi ise BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerinin izlediğini söyledi.<br /><br />Geçen yıl listede 18 milyarderi olan Brezilya'nın milyarder sayısını bu yıl 30'a, Rusya'nın geçen yıl 62 olan milyarder sayısını 2011'de 101'e, Çin'in 2010'da 69 olan milyarder sayısını bu yıl 115'e, Hindistan'ın da geçen yıl 49 olan milyarder sayısını 55'e çıkardığını anlatan Forbes, bu ülkelerin toplam milyarder sayısının 301 olduğunu belirtti.<br /><br />Steve Forbes, Hindistan'daki 55 milyarderin servetinin ortalama net değeri 4,5 milyar dolarken Çin'deki 115 milyarderin servetinin ortalama net değerinin ise 2,5 milyar dolar olduğuna dikkat çekerek ''Hindistan'ın milyarderleri daha zengin'' diye konuştu.<br /><br />Forbes’in listesine ABD’den ve Rusya’dan 5 Ermeni işadamı girdi.<br /><br />Amerikalı Ermeni işadamı Kirk Kirkoryan 3.5 milyar dolarlık servetiyle 310’uncu sıradan listeye girerek listede yer alan birinci Ermeni işadamı oldu.<br /><br />Bu listeye Rusya’da yaşayan 4 Ermeni milyarder de girdi:<br /><br />833-Rosgosstrakh Sigorta Şirketi Ortağı Daniel Khaçaturov, Reso Grubu Genel Müdür Yardımcısı Nikolay Sarkisov ve ortağı Reso ve Reso-Garantii Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Sergey Sarkisov (1.5’er milyar dolar)879-Taşir Grubu Sahibi ve Genel Müdürü Samvel Karapetyan (1.5 milyar dolar).<br /><br /><br />http://www.tert.am/tr/news/2011/03/10/forbesarmenians/</span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-70799747917591153182011-03-13T19:15:00.001+02:002011-03-13T19:17:02.518+02:00Öztaransu Ermenistan'da Türk olmayı anlattı<img src="http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/2009/33070.jpg" align="right" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/" width="300" hspace="3" vspace="3" /><br /><br />Uzaklardan Mektuplar bölümünün yazarlarından Mehmet Fatih Öztaransu, Ermenistan'da yaşayan bir Türk olarak gözlemlerini aktardı.Araştırmacı ve TÜRTAB (Toplumbilimsel Araştırmacılar Birliği) kurucusu Mehmet Fatih Öztarsu, Bakü Kafkas Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun. Bakü’de bulunduğu dönemde düşünce kuruluşları ve medya organlarında Kafkasya’ya yönelik akademi, danışmanlık ve gazetecilik çalışmalarında bulunan Öztarsu, şu anda Yerevan’da yaşıyor ve bölgeye yönelik çalışmalarına devam ediyor.<br /><br />Ermenistan’daki Aravot gazetesinde de yazarlık yapan Öztarsu, aynı zamanda ‘100 Soruda Karabağ Sorunu’ adlı kitabın ortak yazarı; ‘Ermenistan’da Bir Türk’ ve ‘Dağlık Karabağ Sorunu’na Minsk Grubu’nun Yaklaşımları’ adlı yeni kitapları da basım aşamasında.<br /><br />• Ermenistan’a gitmeyi ne zaman ve niçin istedin?<br /><br />Yeni bir fikir değil. Bakü’de bulunduğum zaman dilimi içerisinde Ermenistan’la ilgili çok çalışma yaptım. Bu ülkeyi de görmenin benim için farklı bir tecrübe olacağını düşünüyordum. İlk olarak geçtiğimiz yıl Ağustos ayında geldim. Çalıştığım düşünce kuruluşunda bazı uzman arkadaşların tavsiyesiyle Ermenistan’ı en kısa zamanda görmem gerektiğine karar verdim ve zaman kaybetmeden Erivan’a ilk adımımı attım...<span class="fullpost"><br /><br /><br /><br />• Neden Ermenice öğrenmeye karar verdin?<br /><br />Ben üniversite eğitimimi Bakü’de aldım. Hem bölümümün Uluslararası İlişkiler olması nedeniyle hem de bölgede yıllarca yaşamanın verdiği bir tecrübeyle Ermenistan’la ilgili meselelere daha sağlam şekilde yaklaşmam gerektiği bilincindeyim. Azerbaycan’da da, Türkiye’de de çeşitli düşünce kuruluşlarında ve medya organlarında çalıştım. Kafkasya bölgesiyle ilgili araştırmalar yaptım, makaleler yazdım. Türkiye’de gerek Kafkasya gerek Ermenistan üzerine çalışan hiçbir uzman Ermenice bilmiyor. Bazı üniversitelerde Moskova’da Ermenice eğitimi alan birkaç hocayı biliyorum. Bunların dışında faal olarak Ermenice bilip bölge araştırması yapan kimse yok. Ben masa başı uzmanı olmak yerine, zahmetlerini de göze alarak bu dili öğrenmeye ve çalışmalarımı verimli kılmaya karar verdim.<br /><br />• Ermenice sana göre zor bir dil mi?<br /><br />Bence zor bir dil. Rusça eğitimi alırken Rusçanın kısmen zor olduğunu düşünmüştüm. Ancak Ermenice ondan daha zor geldi. Hem Ermenicenin klasik yapısının bugün dahi korunması hem de dildeki yabancı etkisinin çok az olması bu dili zor kılıyor. Yabancı kelimeler ağırlıkta olsa böyle düşünmezdim. Alfabesinden başlayarak dilin içeriğine hâkim olmak zorlu bir süreç.<br /><br />• Ermenistan’a ilk geldiğinde neler hissettin?<br /><br />İlk ziyaretimde Ankara’dan arkadaşım İsmail’le geldim. Kendisi de benim gibi Ermenistan’ı çok merak ediyordu. Gürcistan’dan Ermenistan’a girişte, çıkabilecek sorunlara dair her ihtimali kafamda kurmuştum. Bir sorun çıksa en azından gelmeyi denemiş olacaktık. Ancak böyle olmadı. Ermeni gümrük memuru Türkçe “hoş geldiniz” diyerek vize işimizi üç dört dakika içinde halletti. Aracımıza geçip Erivan’a doğru yol alırken bir Türk olarak farklılık hissediyor insan. Buranın köy, kasaba ve şehir yapısını yol boyunca içselleştirerek düşünmeye koyuldum. Sonuçta kafamdaki haritada Ermenistan karanlık bir bölgede yer almakta ve bu bölgeyi yine kendi kafamda aydınlatma çabasındaydım. Erivan’a girdiğimde şimdiye dek hakkında çokça çalışma yaptığım ancak bir türlü göremediğim ülkenin başkentine girmenin heyecanını yaşadım. Hiçbir sorun yaşamadan bu ülkeye gelmek ve serbestçe dolaşmak oldukça güzel bir duygu. İlk seyahatimde beni ilk etkileyen ülkenin mimarisi, ve insanların bize benzemesi oldu.<br /><br />• Dil hocanla nasıl tanıştın? Aranızda hangi dilde konuşuyorsunuz?<br /><br />Dil hocamla Ermenistan’da gerçekleştirilen Ani Diyalog programında tanıştım. Kendisi Erivan Devlet Üniversitesi Türkoloji bölümünden. Aramızda çoğunlukla Türkçe konuşuruz. Ben Ermeniceye yeni başladığımdan her şeyi Ermenice konuşmam imkânsız. Hem Türkçe konuşmamız kendisi için de güzel bir pratik imkânı sağlıyor.<br /><br />• Ermenicede Türkçeye benzettiğin neler var?<br /><br />Özellikle ağız yapısı bizim Doğu Anadolu ağzına benziyor. Ben Malatyalı olduğum için Doğu’nun ağız yapısına hâkimim. Bu konuda bir zorluk yaşamıyorum. Bundan başka, iki dilin ortak kelimeleri genellikle benzer yemek kültüründen doğmuş. Köfte, kavurma, sarma, tandır ve bulgur bunlardan başlıcaları. Tabii tarihe ve ortak geçmişe yönelik pek çok ortak kelime bulunuyor.<br /><br />• Bir Türk olarak Ermenistan’da yaşamak kolay mı?<br /><br />Yeni tanıştığım insanlar arasında benim ülkelerinde yaşamama şaşıranlar oluyor. Çalışmalarım medya ve akademi yönlü olduğu için bunun oldukça güzel bir karar olduğunu söylüyorlar. Türkiye hakkında, Malatya hakkında da çok sorular soruluyor. Ancak en çok sorulan sorular son dönem Türk dış politikası ile ilgili oluyor.<br /><br />Bence öncelikle burada Türk imajının tam oturması gerekiyor. Buraya her türlü Türk tekstil ve inşaat malzemeleri geliyor. Üzerinde koskoca harflerle Türkçe isimler yazıyor. Ancak bu malı satan ve alan kişilerin Türklerle doğrudan bir teması olmamış. Türk denince akılda İranlı Müslümanlar gibi bir imaj şekilleniyor ya da siyasi propagandalarla şekillenen bir Türk geliyor akıllarına. Bunu değiştirmek için Türklerin Ermenistan’a daha çok gelmesi, halkla temas kurması ve ortak çalışmalar düzenlenmesi gerekiyor. Bir Türk olarak elbette kendimi herkese doğrudan ifade etmem zor. Zaman zaman bazı zorluklar yaşanıyor. Bu zorluklar da gündelik hayatla ilgili. Her milletin iletişimde olabileceği gruplar varken burada hiçbir Türk’ün bulunmaması bazen sıkıcı gelebiliyor. Gönül ister ki burada daha fazla genç arkadaşımız olsun ve Ermeni gençlerle daha çok ortak payda oluşturabilelim. Alanı sosyal bilimler olan her Türk için burada yapılması gereken çok çalışma var ve Ermeniler buna hazırlar.<br /><br />• Ermenilerle ilk tanışman nasıl oldu? Memleketin Malatya’da Ermeniler var mıydı çocukluğunda?<br /><br />İlk defa bir Ermeni ile üniversite yıllarımda tanıştım. Azerbaycan’da yaşayan pek çok Ermeni var. Ancak beni Ermenistan’ı görmeye teşvik eden arkadaşlarla internet üzerinden ortak çalışmalar vasıtasıyla tanıştım. En başta Erivan’ın nasıl bir şehir olduğunu, Ermeni insanının neleri merak ettiğini ve gündemde ne gibi konuların olduğunu soruyordum. Zaman içinde bu arkadaşların davetiyle Ermenistan’ı da yerinde tanımış oldum.<br /><br />Malatya farklı bir yapıya sahip, kozmopolit bir memleket. Her türlü unsurun bulunduğu bu şehirde yıllarca barış içinde yaşanmış. Türk, Kürt, Ermeni, Zaza, Sünni ve Alevi yapıdaki bu şehirde kimse kimsenin ne olduğunu konuşmaz. Pek çok Kürt akrabam var. Ancak ben Kürt’ün etnik anlamda ne demek olduğunu ilkokulda öğrendim. Okuldaki resim dersi için el işi kağıdı almam gerekiyordu. Bakkal hangi renkten istediğimi sorunca ben “kırmızı” diye cevap verdim. Adam birdenbire “Ne o? Kürt müsün yoksa? Kürtler kırmızıyı sever” dedi gülümseyerek. Kendisi de Kürt olan bakkal sayesinde o yıllarda literatürüme bir kelime daha girmişti. Babamın, dedemin pek çok Ermeni esnaf arkadaşı varmış. Müslüman esnaf dedeme borç vermezken Ermeni Sarkis Usta zor zamanında dedeme destek çıkmış. Bu tür güzelliklerin yaşandığı bir yer Malatya ve bunu korumaya devam ediyor. Erivan’da da bir Malatya var. Yeni Malatya vaktiyle Malatya’dan göçen insanların bulunduğu bir yer. Buradaki Malatya’yı gezdim. Ancak bizim Malatya ile pek benzerliği bulunmuyor.<br /><br />• Azerbaycan’da okudun… Orası nasıldı? Türklere bakışları nasıldı?<br /><br />Azerbaycan güzel bir memleket. O güzelliğin kaynağı Bakü şehri. Her milletten insanın bulunduğu bu şehir bana çok şey kattı. Diyebilirim ki hayatıma yön veren çalışma sahasına bu şehirde yaşadıklarım ve gözlemlediklerim sayesinde girdim. Tabii Türk tarihi için de ayrı bir yeri vardır Bakü’nün. Kafkas İslam Ordusu’nun şehre giriş yılı olan 1918’den beri ortak bir kardeşlik paydası oluşturulmuş. Türk dizileri izlenir, Türk takımları takip edilir ve burada yaşayan Türkler de buranın yerlisiymiş gibi davranılır. Tabii her Sovyet ülkesinde olduğu gibi burada da eski Sovyet yapıları ve kültürü Türkler için yabancılık çekilecek bir ortam oluşturuyor. Ancak bugünün dünya düzeninde her şey gibi bu da zenginlik olarak kültürümüze katkıda bulunuyor.<br /><br />• Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki benzerlikler ve farklılıklardan söz edebilir misin?<br /><br />İki ülkenin en benzer tarafı Sovyet geçmişi. Binalar, Rusçanın devam eden varlığı ve yakın geçmişe dair hatıralar hep Sovyetler Birliği’yle ilgili. İki ülkenin bundan başka, Kafkasyalılık benzerliği de bulunuyor. İnsan profilinden bunu rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Tabii Ermenistan’da Anadolu profili de ağır basmakta. Şehir yapısı bir toplumu etkileyen en önemli unsurlardan birisidir. Erivan ve Bakü’yü kıyasladığımızda şehir yapılarında çok büyük benzerlikler görüyoruz. Doğal olarak orada yaşayan halklar da aynı yaşam tarzıyla hayatlarını devam ettiriyorlar. Ayrıca iki ülkenin yaşlıları her söze “Sovyetler döneminde…” diye başlayarak bugünkü ekonomik vaziyetten duydukları memnuniyetsizliği dile getirirler.<br /><br />• Daha ne kadar Ermenistan’da kalmayı planlıyorsun? Bundan sonraki planların neler?<br /><br />Ermeniceyi ilerletene kadar kalmayı düşünüyorum. Bu süreç içerisinde de medya ve akademi çalışmalarımı devam ettiriyorum. Sonuçta bu ülkede Türk gözlemci olmak bir ayrıcalık. Buna ek olarak Ermenistan’ın prestijli gazetelerinden Aravot Gazetesi’nde bir Türk yazar olarak çalışmalarımı sürdürmekteyim. Bundan sonrasında ise Ermenistan’la ilgili daha verimli çalışmalar yapmak, bunu akademi ve medya camiasında daha etkin şekilde sürdürmek istiyorum. Hatta Türk edebiyatının zengin eserlerini Ermeniceye kazandırmayı da çok isterim. Aynı şekilde Ermeni edebiyatını Türkiye’ye taşımak bize çok şey katacaktır. Birbirimizi anlamamız için bizim bu girişimlerimizin önemli olduğunu düşünüyorum. Ermenice bilmeyen diplomat, uzman ve gazetecileri olan Türkiye’nin Ermenistan’ı anlamasını nasıl bekleyebiliriz?<br /><br />Alin OZINIAN /Agos</span>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-38517589325511059082011-02-05T08:28:00.003+02:002011-02-05T08:33:54.215+02:00Ermeni Azınlık Okullarında Karma Evliliklerden İlk Jenerasyon<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_UX2QBJfO6es/TUzm4szSL2I/AAAAAAAABf8/8ILcb3oGNfo/s1600/Barsamyan.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 273px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_UX2QBJfO6es/TUzm4szSL2I/AAAAAAAABf8/8ILcb3oGNfo/s320/Barsamyan.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5570080700923785058" /></a><b>Armenian schools open doors to a different audience</b> Vercihan Ziflioğlu<br />"Türk-Ermeni karma evliliklerden doğan ilk kuşak öğrenciler MEB'in yayımladığı genelgeyle artık İstanbul genelindeki toplam 18 Ermeni Okulu'nda eğitim alıyor. MEB'in yenilikleri sadece bunlarla sınırlı kalmadı 2011-2012 öğretim yılında Türkiye'de yaşayan Ermenistan uyruklu çocuklar da eğitim hakkından yararlanacak. Okul Müdürü Karekin Barsamyan 'Bu karar Türk-Ermeni halklarının diyaloguna katkı sağlayacak' dedi."<br /><br />VERCİHAN ZİFLİOĞLU<br />ISTANBUL - HURRIYET DAILY NEW<br /><br />Türk-Ermeni karma evliliklerindeki artış nedeniyle İstanbul’daki Ermeni azınlık okulları yeni bir sürecin eşiğinde. Karma evliliklerden doğan ilk jenerasyon öğrenciler İstanbul genelindeki toplam 18 Ermeni azınlık okulunda eğitim görüyor. Daha önceki yıllarda okul kayıtları sırasında anne ve babanın Ermeni Apostolik kilisesi mensubu olması şartı aranırken artık Milli Eğitim Bakanlığı tarafından geçtiğimiz yıl yayımlanan genelgeye göre anne ya da babadan birinin bu şartı taşıması yeterli olacak. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan genelgedeki değişiklikler sadece karma evliliklerden doğan çocuklarla sınırlı kalmayacak, 1988 yılından bu yana kaçak yollarla çalışmak amacıyla ülkeye giren Ermenistanlı ailelerin çocuklarının da eğitim alabilmesi için yeşil ışık yandı. 2011-2012 öğretim yılında oturma ve çalışma hakkına sahip olan Ermenistanlıların çocukları da Ermeni azınlık okullarında okuma şansına sahip olacak. Hurriyet Daily News and Economic Review yeni gelişmelerle ilgili Nişantaşı'ndaki Özel Pangaltı Ermeni Lisesi (In Turkish)/ Özel Mıhitaryan Ermeni Lisesi (in Armenian) Müdürü Karekin Barsamyan'la konuştu. Öğrencilerimiz arasında artık nüfusunda Müslüman yazan da var annesi ya da babası Süryani yâda Rum olan da diyen Barsamyan şöyle devam etti:"Karma evlilikler her geçen gün artıyor, bu öğrencilerin bazılarının nüfuslarında Müslüman yazabilir fakat Ermeni-Hıristiyan kültürüyle yetişiyorlar ve gelecekte kimliklerine kendileri karar verecek." Ermenistanlı çocuklarla ilgili de açıklamalarda bulunan Barsamyan şöyle devam etti:"Milli Eğitime geçen yıl bu konuda resmi başvuru yaptık pek çok Ermenistanlı çocuk eğitim hakkından mahrum başvurumuz olumlu karşılandı, büyük bir olasılıkla gelecek öğretim yılında onlara da kapımızı açacağız." Mıhitaryan Lisesi, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan özel kararnameyle Ermeni azınlık okulları arasında "Koordinatör Okul" statüsünde.<span class="fullpost"><br /><br /><br /><br /><br /><br />Osmanlı'da Ermeni okulları<br /><br />Barsamyan Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlık okulu gibi bir kavram yoktu, okullarımız özel okul statüsündeydi dedi ve ekledi: "Eğitim seviyesindeki üstünlük nedeniyle Ermeni asıllı öğrencilerin yanı sıra Türk-Müslüman öğrencilerde okullarımızda eğitim alıyordu. Pek çok Paşa, Prof., edebiyatçı bu okullardan yetişti." Her eğitim öğretim yılı öncesinde velilerden öylesine talepler geliyordu ki zorlanıyorduk diyen Barsamyan Milli Eğitim Bakanlığı'nın verdiği kararın son derece yerinde bir karar olduğunu vurguladı ve şunları söyledi: "Sevgi din, dil, kültür farkı tanımıyor, ailelerde çocuklarını okullarımıza göndermekte herhangi bir sakınca görmüyor biz neden çocukları okullarımıza kabul etmeyelim. Batı Ermenicesi UNESCO'nun kaybolmaya yüz tutan diller sınıfına girdi, bu çocuklar gelecekte dilimizi yaşatacaklar." Barsamyan Türk-Ermeni ilişkilerinin geleceğinden umutlu olduğunu söyledi ve ekledi: "Çocukları gözlemliyorum ilişkileri son derece iyi, bu durum gelecekte hiç kuşkusuz iki halkın diyaloguna da katkı sağlayacak."<br /><br />"Çocuğumla Ermenice öğreniyorum"<br /><br />Daily news Istanbul genelindeki üç farklı okulda karma evlilik yapan velilerle konuştu. Velilerden ikisi kimliklerini deşifre etmek istemediklerini söyledi, Elif Baharol'sa kimliğini açıklamakta bir sakınca görmediğini söyledi. Daily news'un sorularını Türk-Müslüman kökenli anneler cevapladı, babalarsa sessiz kalmayı tercih etti. Baharol 7 yıl önce evlilik yaptığını söyledi. 4 yaşında bir çocukları olan Baharol çifti boşanmak üzere. Eşimle anlaşmazlığımız ekonomik nedenlerden diyen Baharol din ve kültür farkı nedeniyle sorun yaşamadıklarını söyledi ve ekledi: "Boşansam bile çocuğum babasıyla görüşecek, hiç kuşkusuz okuluna devam edecek ve olması gerektiği gibi Ermeni-Hıristiyan kültürü alacak." 38 yaşındaki Hacer Hanım'sa son derece mutlu bir evlilik hayatı olduğunu söyledi. Hacer Hanım'ın biri 12, diğeri 6 yaşında iki çocuğu var. Çocuklarının ikisinin de Ermeni okulunda eğitim aldığını söyleyen Hacer Hanım, onlarla birlikte bende Ermenice öğreniyorum dedi. 34 yaşındaki Aylin Hanım'sa Muş kökenli. Geçen ay cinayete kurban giden Soney ve Zekeriya Vural çiftinin akrabası. Ailesinin 1915 olayları sırasında Müslümanlığa geçtiğini ve koyu Müslüman olduğunu söyleyen Aylin Hanım şöyle devam etti: "Son derece tutucu bir ailem var fakat bir Ermeniyle evlenmeme ses çıkarmadılar." 9 yaşında bir oğlu olduğunu söyleyen Aylin Hanım çocuğun kimlik bunalımı yaşadığını söyledi ve ekledi: "Büyükannem ve dedem Müslüman sen nasıl Hıristiyan oldun babamla evlendin diye soruyor. Gerektiğinde başörtüsü takıp camiye de gidiyorum, kilisedeki ayine de katılıyorum bu durum onun kafasını karıştırıyor ona anlayacağı şekilde anlatmaya çalışıyorum." Çocuğunu Ermeni azınlık okuluna yollama nedenini Aylin Hanım şu sözlerle aktardı: "Ben öğrenemedim hiç değilse o dilini ve kültürünü öğrensin." Öldürülen Zekerya Vural'ın kuzeni olduğunu söyleyen Aylin Hanım şöyle devam etti: "O da benim gibi Müslümanlaşmış bir Ermeniydi, artık kimse dini, dili ve aidiyeti yüzünden öldürülmesin çok acı bir cinayet yaşandı." <br /><br /> Not: Haber İngilizce olup <a href="http://hyetert.blogspot.com/" target="_blank">HYETERT</a> için Türkçe'ye çevrilmiştir. Teşekkür deriz. Haberin orijinalini http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=armenian-schools-open-doors-to-a-different-audience-2011-01-27 linkinden okuyabilirsiniz.</span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-37019812796898646322011-02-05T08:21:00.003+02:002011-02-05T08:28:05.232+02:00Istanbul-Yerevan Hattinda Bavul Ticareti Tamamen Durdu<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_UX2QBJfO6es/TUznxRmx4kI/AAAAAAAABgE/onp1R7rhJQE/s1600/armenian-shuttle-traders-hurt-by-monopolistic-price-hike-2011-02-01_l.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; " src="http://1.bp.blogspot.com/_UX2QBJfO6es/TUznxRmx4kI/AAAAAAAABgE/onp1R7rhJQE/s320/armenian-shuttle-traders-hurt-by-monopolistic-price-hike-2011-02-01_l.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5570081672876122690" /></a><br /><br />Vercihan Ziflioğlu<br /><br />"İstanbul-Yerevan hattındaki binlerce dolarlık bavul ticareti tamamıyla durdu, Ermenistan'da halk sokaklara döküldü. Yerevan'a giden Türk otobüs şirketleri iflas riskiyle karşı karşıya. Laleli ve Beyazıt esnafı gelişmeleri endişeyle takip ediyor. Ticaretin durma nedeni İstanbul'da merkezi bulunan Ermenistanlı kargo şirketi Karlen'in nakliyat bedeline yaptığı zam.".. Ermenistanlı Kargo Şirketi Karlen. Karlen Kargo ekonomik güçlüklerle boğuşan ve Türkiye'ye maksimum 500 ile 2 bin Dolar arasında bütçeyle bavul ticareti yapmak için giriş yapan Ermenistanlılara kilo başı nakliyat bedelini 4 Dolar'dan 8 Dolar'a çıkartması.<br /><br />VERCİHAN ZİFLİOĞLU<br />ISTANBUL - HURRIYET DAILY NEWS<br /><br />İstanbul Yerevan hattındaki binlerce dolarlık bavul ticareti tamamıyla durdu. Haftada iki kez Gürcistan üzerinden karşılıklı gidiş gelişler iki hafta önce askıya alındı. Yaşanan sancılı durumun temel gerekçesiyse tekel yaratan Aksaray'daki Emniyet Otogarı'nda bulunan İstanbul merkezli Ermenistanlı Kargo Şirketi Karlen. Karlen Kargo ekonomik güçlüklerle boğuşan ve Türkiye'ye maksimum 500 ile 2 bin Dolar arasında bütçeyle bavul ticareti yapmak için giriş yapan Ermenistanlılara kilo başı nakliyat bedelini 4 Dolar'dan 8 Dolar'a çıkartması. İstanbul'da Karlen Kargo başta olmak üzere Azad, Kaya ve Çınar isimli Ermenistan menşeli üç büyük kargo şirketi bulunuyor. Hurriyet Daily News and Economic Review Karlen Kargonun Müdürü Karlen Mıgırdiçyan'la görüşme yapmaya çalıştıysa da Mıgırdiçyan soruları yanıtsız bıraktı. <span class="fullpost"><br /><br />Başkent Yerevan'dan Skype aracılığıyla daily news'un sorularını yanıtlayan fakat güvenlik nedeniyle ismini ve şirket adını gizli tutan Maya Y. Ermenistan'da endişeli bir bekleyiş olduğunu ve halkın gelişmeleri protesto etmek için sokaklara döküldüğünü söyledi. Ermenistan'da mafya hayatımızı tekele almaya başladı diyen Maya Y. İstanbul’la benzer bir durumun Çin'de de yaşandığını aktardı ve şunları söyledi: "Ermenistanlıların bu gümrük bedellerini ödemeleri mümkün değil zaten geçimlerini zor sağlıyorlar. Özellikle ülkenin ikinci büyük kenti Gyumri'de hayat durma noktasında. Tekstil ürünleri aşırı zamlandı."<br /><br />Otogarda korku ve endişe<br /><br />Ermenistanlılar gibi, Türk otobüs şirketleri ve bavul ticaretinden geçimini sağlayan Laleli ve Beyazıt esnafı da gelişmeler konusunda endişeli bekleyiş içerisinde. Emniyet Otogarı'nda Karlen Kargo nedeniyle büyük bir tedirginlik hakim bu yüzden Yerevan'a giden hiçbir otobüs şirketi yetkilisi şirket ismi ve şahıs ismi vermedi. <br /><br />Daily news'a açıklamalarda bulunan Ali Bey, 18 yıldır Ermenistan'a yolcu taşıdığını söyledi. Yılbaşından sonra Emniyet Otogarı adeta hayalet şehre döndü, Ermenistanlılarda bizde zor durumdayız diyen Ali bey yılbaşından bu yana yaşanan durum nedeniyle son derece endişeli olduklarını söyledi.<br /><br />Haftada 50 tırla 17 ton ticaret<br /><br />Emniyet Otogarı yetkililerinin verdiği bilgiye göre geçtiğimiz yıl İstanbul’a ticaret yapmak için gelen Ermenistanlıların sayısı 1 milyon kişiye ulaştı. Haftada 50'yi aşkın tırın Gürcistan üzerinden Ermenistan'a 17 ton yük taşıdığını söyleyen yetkililer, yılbaşından bu yana devam eden sürecin birkaç hafta daha devam etmesi durumunda, 20 Türk otobüs şirketinin iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı bilgisini verdi. Şoför Ali Bey, Türkiye'de vizesi biten Ermenistanlıların çok güç koşullarda Gürcistan üzerinden Tiflis otobüsleriyle Yerevan'a gönderildiğini söyledi." Laleli esnafı Mustafa Kamiloğlu, Ermenistanlılar olmazsa biz kepenkleri indirip gitmeliyiz endişeli bekleyiş içerisindeyiz dedi ve ekledi: "Ermenistanlılarla yaptığımız ticaret sayesinde Laleli esnafı geçimini sağlıyor. <br /><br />Eğer durum böyle devam ederse büyük bir ekonomik bunalıma düşmemiz kaçınılmaz." İki ülke yetkili makamlarına seslenen Kamiloğlu sınırların bir an önce açın dedi ve ekledi: "Mafya ortamı boş buldu keyfini sürüyor, olan bize oluyor." Otogarda endişeli bir bekleyiş içerisinde olan Ruzanna Harutyunyan'sa, pek çok kişinin kendisiyle aynı durumda olduğunu söyledi ve ekledi: "Zaten güçlükle ticaret yapmaya çalışıyoruz, bizden kilo başı istenen miktarı ödememiz mümkün değil, pazar mafyanın tekeline girdi, yetkililerden yardım bekliyoruz." Emniyet Otogarı'ndan kargolarla birlikte hareket eden otobüslerin bilet fiyatlarıysa 50 ile 70 Dolar ararsında değişiyor. Türkiye ile Ermenistan arasındaki kapalı sınır kapıları nedeniyle otobüsler ve kargolar ancak 36 saatlik uzun bir yolculuğun ardından Ermenistan'ın başkenti Yerevan'a ulaşıyor. Kapalı sınır kapıları nedeniyle Türkiye ya da Ermenistan tarafından ticarete müdahale yapılamıyor bu yüzden usulsüzlükler yaşanıyor.<br /><br /> Not: Haberin orijinali İngilizce olup http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=armenian-shuttle-traders-hurt-by-monopolistic-price-hike-2011-02-01 linkinden okunabilir. Haberi <a href="http://hyetert.blogspot.com/" target="_blank">HYETERT</a> için Türkçeye çeviren arkadaşımıza teşekkür ederiz. </span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-46153965885773689982011-01-18T08:59:00.005+02:002011-01-18T18:56:49.122+02:00Ermeni Gelin ile Türk Damadın Sınır Tanımayan Aşkı<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFruB2AWI/AAAAAAAAFkg/PU4a9X8ogSY/s1600/6pybm26fdf7.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 261px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFruB2AWI/AAAAAAAAFkg/PU4a9X8ogSY/s400/6pybm26fdf7.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563570269566927202" /></a><br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFrf581bI/AAAAAAAAFkY/6RuJUb-CgCo/s1600/754066_3.gif.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 397px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFrf581bI/AAAAAAAAFkY/6RuJUb-CgCo/s400/754066_3.gif.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563570265775723954" /></a><br /><br /><br />Tuncay Bekar - Ermeni Hermina Dalmazyan'ın 6 Yıl Önce Türkiye'de Yaşayan Kız Kardeşini Ziyareti Sırasında Tanıştığı Trabzonlu Muhammet Ali Şimşek ile Aşkı Sınır Tanımadı <br /><br />16.01.2011 Tuncay Sonel<br /><br />Tuncay Bekar - Ermeni Hermina Dalmazyan'ın 6 yıl önce Türkiye'de yaşayan kız kardeşini ziyareti sırasında tanıştığı Trabzonlu Muhammet Ali Şimşek ile aşkı sınır tanımadı.<br /><br />Bürokratik engeller nedeniyle 6 yıl boyunca evlenemeyen Dalmazyan ve Şimşek, Of Kaymakamı Tuncay Sonel'in Türkiye-Ermenistan hattında başlattığı girişimler sonucu kıyılan resmi nikahla mutlu sona ulaştı.<span class="fullpost"><br /><br />Trabzon'un Of ilçe merkezine 30 kilometre uzaklıkta bulunan Keler köyündeki bir evde yaşayan Muhammet Ali Şimşek'in ilk eşi Nuray Şimşek, köyde 6 yıl önce meydana gelen selde hayatını kaybetti. Ölen eşinden Nurdoğan (18), Sümeyra (13), Edanur (12) ve Ahmet (10) isimli 4 çocuğu olan Şimşek, bu sırada Türkiye'de yaşayan ablasını ziyaret gelen Ermenistan vatandaşı Hermina Dalmazyan ile tanıştı. Dalmazyan'a aşık olan Şimşek, yakın çevresinin tepkilerine aldırmadan evlilik teklifinde bulundu. Muhammet Ali Şimşek'in teklifine 'evet' yanıtı veren Dalmazyan, Şimşek'in yatalak hasta olan annesi ve 4 çocuğuyla oturduğu köydeki evine yerleşti.<br /><br />Ekonomik sıkıntılar yüzünden ülkesine dönemeyen Dalmazyan, bürokratik işlemler yüzünden Türk vatandaşlığına geçebilmesi için ülkesinden gerekli evrakları da alamayınca yaklaşık 6 yıldır Şimşek ile resmi nikah kıyamadı. Bu sırada dalmazyan, ezan sesinden etkilenip Müslüman olmaya karar verirken, kısa süre içinde Kur'an-ı Kerim okumayı öğrenerek, namaz kılmaya başladı ve ismini de 'Ayşe' olarak değiştirdi.<br /><br />Dalmazyan, yaşadığı sıkıntılara rağmen Türk komşularının desteği sayesinde Şimşek ve ailesini yalnız bırakmadı. Çiftin Fatma ile Muhammet adını verdikleri iki çocuğu dünyaya gelirken, resmi nikahları olmadığı için nüfuslarına kayıt ettiremediler.<br /><br />- KAYMAKAMDAN ÇOCUKLARA GÖNDERİLEN MEKTUP-<br /><br />İki yıl önceki Kurban Bayramı öncesi Of Kaymakamı Tuncay Sonel'in gönderdiği bir mektup, Şimşek ve Dalmazyan çiftinin kaderini değiştirdi. İlçedeki öksüz ve yetim çocukların isteklerini yerine getirmek için Şimşek'in ilk eşinden olan çocuklarına gönderilen mektupta, 'Eğer anneniz hayatta olsaydı, özlemini çektiğiniz annenizden ne istersiniz' sorusu, Sümeyra, Edanur ve Ahmet'i sevindirdi. Bunun üzerine Sümeyra Şimşek, kardeşleri adına yazdığı mektupta, ilk defa bir kaymakamdan mektup aldığı için çok sevindiğini belirterek, 'Eğer annem hayatta olsaydı ondan büyük bir oyuncak bebek ve bir kitabım olmasını isterdim. Ahmet ise büyük bir oyuncak araba isterdi. Edanur da dans eden bir oyuncak bebek ve bir kolye isterdi' yazdı.<br /><br />Mektubu alan Of Kaymakamı Tuncay Sonel de Şimşek kardeşlerin istediği hediyeleri alıp köydeki evlerine gitti. Sonel, hediyeleri çocuklara verdikten sonra baba Şimşek'in Dalmazyan ile resmi nikahları olmadan yaşadığını fark edince, aileye yardımcı olunması talimatını verdi.<br /><br />Bunün üzerine Şimşek ile Dalmazyan çiftinin resmi nikah kıyabilmesi için gerekli işlemler başlatıldı. Türkiye-Ermenistan hatta gerçekleşen yazışmaların ardından 'Ayşe' adını alarak Türk vatandaşlığına geçen Dalmazyan ile Şimşek, resmi nikah kıyarak mutlu sona ulaştı.<br /><br />Keler köyünde yapılan ve gelinin yöresel kıyafetler giydiği düğün töreninde, Şimşek çiftinin nikahı Türk geleneklerine göre kıyıldı. Törende gelinin şahitliğini Kaymakam Sonel, damadın şehitliğini de Of Müftüsü Mehmet Genç yaptı. Sonel, aile cüzdanını verdiği geline bir de altın taktı. Törene, Şimşek çiftinin komşuları da katıldı.<br /><br />Kaymakam Sonel, 'Öksüz-Yetim Çocuklar Projesi' ile Şimşek'in ilk eşinden olan çocuklarına mektup yazdığını ve bir süre sonra istedikleri hediyeleri vermek için evlerine geldiğini hatırlatarak, şunları söyledi:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFsPBWGnI/AAAAAAAAFkw/cT0XIWJJui4/s1600/6pybm267c.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 295px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFsPBWGnI/AAAAAAAAFkw/cT0XIWJJui4/s400/6pybm267c.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563570278423206514" /></a><br /><br />'Çocuklar mektupta 'annemiz yok' diyordu ama Ayşe kardeşimiz onlara annelik yapıyordu. Çocuklar Ayşe bacımızı anne yerine koymuşlar, o da çocukları kendi evladı gibi görmüş. Buna tanıklık edince mutlu olduk. Resmi nikahlarını kıymak için büyük bir uğraş verildi. Sonunda bürokratik işlemler bitti ve artık resmi nikahları kıyıldı. Allah mesut etsin.'<br /><br />'Çok mutluyum, artık Türk vatandaşı oldum' diyen gelin Ayşe Şimşek de törende yaptığı konuşmada, şöyle konuştu:<br /><br />'Eğer kaymakamımız nikahımızı kıymasaydı herhalde burada durmayacaktım ve büyük şey kaybedecektim. Kur'an okuyup, namaz kılamayacaktım. Benim memleketimde Kur'an'ı tanımıyorlar. İlk defa Kur'an okuduğum akşam hiç uyumadım. Kaymakamımızdan, herkesten Allah razı olsun.<br /><br />- NİKAH TÖRENİNDE DAMAT GÖZYAŞLARINI TUTAMADI-<br /><br />Tören sonrası duygulanıp gözyaşlarını tutamayan Muhammet Ali Şimşek ise AA muhabirine yaptığı açıklamada, 'Bu mutluluk çok farklı bir şey, yüreğime sığdıramıyorum. Hem hüzünlü, hem sevinçliyim. Allah'ıma bin kere şükürler olsun ki çocuklarımın artık bir anası var. Bu duygu çok farklı bir şey' dedi.<br /><br />Neden hüzünlendiği sorulan Şimşek, '19 yıl önce yuvamı kurdum, 2005 senesi hayatımın yıkım senesiydi. ve 2011 yılı benim mutluluk, huzur yılım. Yuvamdaki hüznü artık bıraktım, ondan dolayı hüzünlendim' diye konuştu. İlk eşini kaybettikten sonra Ayşe Şimşek ile tanıştığını ifade eden Muhammet Ali Şimşek, 'Ayşe ile konuştuk. Ona başımdan geçen olayı anlatıp evlenme teklifinde bulundum, hiç tereddütsüz kabul etti. Köye geldik, Ramazan ayına bir hafta vardı. Ramazan başlayınca Müslüman olup oruç tutmaya başladı. Biz de ona Müslümanların Ramazan'da neler yaptığını anlattık' dedi.<br /><br />Ayşe Şimşek'in ilk köye geldiği zaman, yabancı olduğu Türk geleneklerini bilmediği için ailesinin evliliklerine tereddütlü baktığını anlatan damat Şimşek, şöyle devam etti: '4 çocuğum yetimdi, onlara hem analık hem babalık yapmam çok zordu. Çocuklarım çok küçüktü ve eşim Ayşe'nin şefkatiyle büyüdüler. Öz annelerini hiç aratmadı. Rahmetli eşimin sevgisi farklı idi, o benim kalbimde kaldı. Çocuklarım öz annelerini pek fazla göremedi, küçük yaşta kaybettiler annelerini. Bu duyguyu nasıl anlatayım. O zamanlar rahmetli annem vardı, yatalak hastaydı. Tuvalet ihtiyacını bile gideremiyordu, tek başıma idim. Ayşe, anneme tek başına 3 sene baktı, çok eziyetler çekti. Bunu kelimelerle bana ifade edebilecek bir insan göremiyorum. Bunu ben yaşadım, yaşamadan bilinmez.'<br /><br />Bu süreçte Kaymakam Sonel'in kendilerine büyük desteği olduğunu vurgulayan Şimşek, şöyle devam etti:<br /><br />'Eşim köye geldiğinde camide okunan ezan sesini duydu, ben de namaz kılıyordum. Zaman geçtikçe bunun ne anlama geldiğini, nasıl Müslüman olunacağını sordu. Bir Müslüman eğer gerçekten Müslüman olmak istiyorsa yüreğine bakması lazım. Eşim de o niyetle karar verdi. Camimizde bir hocamız vardı, bayanlara Kur'an dersi veriyordu. Ben de eşimden camiye gitmesini istedim. Sağ olsunlar hiç kırmadılar bizi, eşimi tanıdılar, eşim de Kur'an öğrenmeye başladı. Kur'an okudukça Müslümanlığa karşı aşırı derecede sevgi duymaya başladı.'<br /><br />- ZİYARETİNE GELEN ANNESİ DE MÜSLÜMAN OLDU-<br /><br />Muhammet Ali Şimşek Şimşek, Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilere de değinerek, 'Ermeni, Türk, Müslüman aynı sınırdayız, hepimiz beraberiz. Niye kardeş olmayalım? Eskiden savaşlar olmuş, onlar olmuş, bunlar olmuş. Bunlar niçin bitmesin? Ermeni eşim Türkiye'de, 6 senedir çocuklarımın anası. İşte ispatı burada' diye konuştu.<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFr4niseI/AAAAAAAAFko/Dd4FQy4c86k/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 344px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFr4niseI/AAAAAAAAFko/Dd4FQy4c86k/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563570272409399778" /></a><br />Şimşek, 6 yıl sonra resmi nikahlarının kıyıldığının hatırlatılması üzerine 'Bunu ifade edebilmem için geride kalan 6 seneyi yaşamam lazım. Bunu duygularla ifade edemiyorum' dedi. Bu arada söze giren Ayşe Şimşek de Avrupa'ya gitmeyi düşünürken bir Türk ile evlenip, Trabzon'da yaşayan kız kardeşini ziyarete geldiğini belirterek, 'Türkiye'ye geldikten bir hafta sonra kız kardeşim Muhammet Ali Şimşek'ten bahsedip evlenmemi istedi. Şimşek ile görüştük, dürüst konuştuğu için kendisini beğenip evlenmeye karar verdim' dedi.<br /><br />Evlilik kararında zorlanmadığını söyleyen Ayşe Şimşek, 'Ermenistan'da evlililik kalesini koruyan çok az kişi kaldı, çok serbestler. Ermenistan'da bir kez evlendim, anlaşamadım. İkinci kez 'belki kısmettir' dedim. İkinci evliliğe karar verirken zorlanmadım çünkü kız kardeşim burada 7 yıldır evliydi, hiçbir şikayeti yoktu' dedi.<br /><br />Şimşek, Türkiye'de farklı bir kültür ve köyde yaşadığının hatırlatılması üzerine, 'Benim memleketimde çocuğa ve kaynanaya bakmak, bahçe işleri yapmak yok. Sanki gökten geldim, yalnızdım. Önce sıkıntı çektim sonra yavaş yavaş öğrendim. Ama ne çocuklardan, ne kaynanadan, ne de komşulardan bir sıkıntı görmedim' dedi.<br /><br />Köyde inek sağma, çay toplama işlerini arkadaşı gibi olan üvey oğlu Nurdoğan ve komşularından öğrendiğini belirten Şimşek, Müslümanlığı nasıl seçtiğini ise şöyle anlattı:<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFqwoOk0I/AAAAAAAAFkQ/_Pze2vRka-4/s1600/h1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTXFqwoOk0I/AAAAAAAAFkQ/_Pze2vRka-4/s400/h1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563570253084922690" /></a><br /><br />'Müslüman olmadan önce her zaman ezan sesini duyardım, görümcelerim namaz kılardı. Eşim cuma namazına koşuyordu. Ben de eşime Müslüman olmak istediğimi söyledim. Eşim 'tamam' dedi. Üç defa Kelime-i Şahadet getirip Müslüman oldum. Kur'an okumayı ve namaz kılmayı eşim öğretti.'<br /><br />Bir süre önce Ermenistan'da yaşayan annesinin kendisini ziyarete geldiğini aktaran Ayşe Şimşek, 'Annem buraya gelip bir ay kaldı. O da Müslüman oldu' diye konuştu. Ermenistan ve Türkiye arasındaki sorunların çözümü için iki ülke arasındaki sınır kapısının açılması ve aradaki kırgınlığın bitirilmesi çağrısında da bulunarak, 'Sınır tanımayan aşkımızda mutlu sona ulaştık. Gerçekten çok mutluyum' diye konuştu. Ayşe Şimşek, Türkiye'ye geldiğinde Türkçe bilmediğini de hatırlatarak, Türkçe'yi kendisine sahip çıkan komşuları ve üvey çocuklarından öğrendiğini söyledi.<br /><br />- TÜRKÇE'Yİ KARADENİZ ŞİVESİYLE ÖĞRENDİ-<br /><br />Ayşe Şimşek, Müslümanlığı seçmesinde komşularının merhametli oluşunun etkili olduğunu söyleyerek, 'Komşularım çok iyidirler, hiç bir şikayetim yok. Köydeki komşularım bahçe işlerime yardımcı oluyorlar, çay biçmeyi, kabak dikmeyi, salata yapmayı bana gösterdiler. Üvey çocuklarım Türkçeyi öğrettiler. Mesela anne 'Ha bunu oyle deme' dediler. Bazen de güldüler bana. Öyle öğrendik şükür Allah'a' diye konuştu.<br /><br />Şimşek'in Türkçe'yi Karadeniz şivesiyle konuştuğu hatırlatılınca komşusu Ahmet Yılmaz, 'Karadeniz şivesiyle konuşacak tabi. O artık bizim gelinimiz oldu' diyerek, şöyle devam etti: 'Ayşe, çok muhterem bir hanımefendi ve gelin. Köyümüzün kızlarından daha da ileri, bir noksanlığını bulamazsınız. Biz Elhamdülillah Müslümanız. Burada Kuran'ı okudu, bitirdi. Buna daha 'sen şusun, busun' diyecek durum yok, kendisi dedirtmedi ki, bize karşı yanlışlık yapmadı ki. Bir fındığı varsa bizimle paylaştı, bizim bir fındığımız varsa onunla paylaştık. Geçinip gidiyoruz ve geçineceğiz de.<br /><br />Bu öyle bir evlat ki bunu Cenabı Allah mı gönderdi, çocukların duasıyla mı geldi bilmem. Bize gelin oldu. O bizim kızımız, biz memnunuz, Allah da memnun olsun.'<br /><br />Ahmet Yılmaz'ın eşi Ayşe Yılmaz da kendisiyle aynı ismi taşıyan Ayşe Şimşek'ten çok memnun olduğunu ifade ederek, 'Ne istesem bize yardımcı oluyor. Her şeyi bizden iyi yaptı. 4 yetim çocuğa baktı. Müslüman olunca da sevincimizden uçtuk. 4 yetim çocuk onun çabalarıyla büyüdü' ifadelerini kullandı.<br /><br />Şimşek'in üvey kızı Sümeyra Şimşek de 'Ayşe annemi çok seviyorum. Güzel yemekler yapıyor. En güzel lahana çorbasını yapıyor, ben de çok seviyorum. Ara sıra bana da yapmayı öğretiyor' diye konuştu. Üvey çocuklar Edanur ve Ahmet de çok sevdikleri üvey annelerinin kendilerine çok iyi baktığını söyledi.<br /><br />(TB-AK-HMD) - TRABZON (Anadolu Ajansı) <br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTU8J142SsI/AAAAAAAAFkA/z_lfByLQfgI/s1600/ermenigelin.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 219px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTU8J142SsI/AAAAAAAAFkA/z_lfByLQfgI/s400/ermenigelin.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563419054468123330" /></a></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-55711582500353255732011-01-15T11:20:00.004+02:002011-01-30T20:05:48.181+02:00Kumkapı Ermeni Balıkçıları (1952) – Ara Güler<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFnXqzRAyI/AAAAAAAAFjo/JdhAkX9Bb_4/s1600/Kumkap%25C4%25B1-Ermeni-Bal%25C4%25B1k%25C3%25A7%25C4%25B1lar.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 286px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFnXqzRAyI/AAAAAAAAFjo/JdhAkX9Bb_4/s400/Kumkap%25C4%25B1-Ermeni-Bal%25C4%25B1k%25C3%25A7%25C4%25B1lar.jpg" border="0" alt=" © This content Mirrored From turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5562340671103238946" /></a> “1952 yılında, Ermenice olarak çıkan Jamanak gazetesinde altı gün süresince (21-26 mayıs) Kumkapui hay tzıgnorsnerun/Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte adıyla yayımlanan foto-röportajı, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla, Ermenice, Türkçe ve İngilizce olmak üzere üç dilli olarak yayımlandı.<br /><br />Kumkapı Ermeni Balıkçıları kitabı, Ara Güler’in Kumkapı’da yaşayan Ermeni balıkçılarla yaptığı röportajlardan ve o dönemde balıkçı köyü olan, bugün çoktan tarihteki yerini almış Acemdağı Mahallesi’nde çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Güler, Sirkeci’den başlayıp Bakırköy’e dek uzanan Kennedy Caddesi’nin (Sahilyolu) yapılmasıyla yok olan Kumkapı’daki Acemdağı Mahallesi’nin, bu mahallenin sakinleri olan balıkçı Dacat’ın, Zareh’in, Kevork’un ve başkaca birçok balıkçının hayatlarına objektifiyle dahil olmuş; onlarla balığa çıkmış, onlarla voliyi bulmuş, onlarla hayal kırıklığına uğramış.” <span class="fullpost"><br /><br />Serdarhan Aksoy, 16.12.2010 tarihli Taraf Gazetesi<br /><br />Ara Güler’e mektup – Sennur Sezer<br />(23/12/2010 tarihli evrensel.net)<br /><br />Sevgili Ara Güler,<br />58 yıl önce çektiğin fotoğraflar önümde: Kumkapı Ermeni Balıkçıları. Bu fotoğrafların öyküsünü de biliyorum, fotoğraflarını nasıl çektiğini de… Fotoğraf makinesini aradan çıkarmak gerektiğini söylediğinde bütünüyle anlamamıştım ne kastettiğini. Şimdi her fotoğrafına bakarken senin gözünle görüyorum dünyayı, İstanbul’u. Dünya gözüyle. Ve bir kez daha anlıyorum makinesiz çekişini fotoğraflarını.<br /><br />Senin önce fotoğrafı mı, öyküyü mü sevdiğini bilemiyorum. Ama öyküyü sözcüklerle değil de ışık ve gölgelerle anlatmayı seçmen fotoğrafın yararına ama öykücülüğümüzün zararına oldu. Kumkapı Ermeni Balıkçıları’nda sözcüklerinle fotoğrafların yan yana:<br />“Kapkara göğün altında, karanlık sularda, rüzgara karşı ilerliyorduk.<br /><br />Önce bodur Kumkapı Feneri’nin soluk kırmızı ışığı, yarım saat sonra da şehrin bütün ışıkları tümüyle gözden kayboldu. Marmara bizleri dalgalı kucağına almıştı artık.(…)<br />Bizim motorun arkasına bir çift büyük kayık (Onların diliyle gırgır) bağlanmıştı. Kayıklarda uyuyanları karanlıkta zar zor seçebiliyordum. Onlar için şimdi istirahat vaktiydi, çünkü onları bizim motor çekiyordu. Fakat balık ‘voli’si gözüktüğünde işler değişecek, kürekçiler hemen işe koyularak, ağların atılacağı büyük bir daire oluşturacaklardı denizin üstünde”.<br /><br />Sevgili Ara Güler,<br /><br />Konuştuğun balıkçılar, “Ermeni balıkçı”ların artık tükendiğini söylemişler sana. 1952’ler 1953’ler daha. 60 santimlik torik çıkıyor Marmara’dan. Çiroz sıradan bir balıkçı yiyeceği. Deniz kurumamış, balıklar küsmemiş. Kumkapı’nın yapısı turistlere göre ayarlanmaya başlamamış. Lüferin para etmediği, bir motor balığın satılacağı yer bulunamayan günler. Kumkapı’daki tahta evler tuz kokuyor, kıyı şeridi dolmamış. Kumkapı denince akla kör Agop, Kör Agop denince akla balık çorbası geliyor. Bir de ıstakoz. Gazeteler Ermeni ile Süryani’yi karıştırmıyor.<br /><br />Bu kitaba temel olan röportajın Jamanak gazetesinde yayımlanmış 1952’de. Daha doğrusu tefrika edilmiş. Her gün iki fotoğrafının eşliğinde, altı gün. Aklıyla bin yaşasın kim düşündüyse bu kitapta tefrikaları yeniden yayımlamayı… Aras Yayınları’nın bastığı kitapta röportajın üç dilde yer almış: Türkçe, Ermenice, İngilizce. Aras Yayınları fotoğraf sayısını da 56’ya çıkartmış. Bir küçük film niteliği kazanmış: Kumkapı Ermeni Balıkçıları.<br /><br />Sevgili Ara, balıkçıların denize açıldıkları alaca karanlıktan siyah beyaz görüntüler yansıtmışın. Yansıttığın onca fotoğraftan ayrı bir yanı var bu kitabın. Bir ağıtın dizeleri bunlar. Rüzgar sayfalara vursa tuz ve deniz kokusu bütün odaya yayılacak. Motor sesleri, yokuştaki Sulumanastır’ın çan seslerine karışacak.<br /><br />Sevgili Ara Güler,<br /><br />Balıkçıların bir sıcak çay içeceği sabahçı kahveleri kaldı mı Kumkapı’da bilmiyorum. Ağ ören dudulardan kaçı sağ? Hepsine selam ederiz. Sen yaşamanın engin denizinden fotoğraflar çekmeyi sürdürdükçe yaşayacak bir dünya kuruyorsun. Özlemlerimize aynalar tutuyorsun.Gözlerini gelecek kuşaklara bıraktığın için sağ olasın.<br />Seni ve İstanbul’unu çok sevdik, bilesin…<br /><br />60 YILDIR FOTOMUHABİR<br /><br />1928’de İstanbul’da doğdu. Türkiye’de yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisidir. 1951’de Getronagan Lisesi’nden mezun oldu. Gazetecilik yaşamına 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde başladı. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1956’da Time-Life, 1958’de Paris-Match ve Stern dergilerinin yakındoğu foto muhabirliğini üstlendi. Aynı dönemde Magnum Ajansı’na katıldı. 1961’de İngiltere’de yayımlanan British Journal of Photography Year Book, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. 1962’de Almanya’da ‘Master of Leica’ unvanını kazandı. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı. Bertrand Russell’dan Winston Churchill’e, Arnold Toynbee’den Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlü kişinin fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Fotoğraflarının büyük bir bölümü Paris’te Ulusal Kitaplık’ta, ABD’de Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda, ayrıca Boston, Chicago ve New York’ta özel koleksiyonlarda bulunmaktadır. Ayrıca Almanya’da, Köln’de Ludwig Museum’da ve Das imaginärische Photo-Museum’da fotoğrafları sergilenmektedir. 2006’da yayımlanmaya başlayan İz dergisinin yayın yönetmenliğini yapıyor.<br /><br />Tanıtım Yazısı<br /><br />İstanbul’un son Ermeni balıkçı reisleri, Dacat Reis, Husig Reis, Kevork Reis; büyük balık teknelerine yardımcı olan goygoycular; ağ onaran merametçi kadınlar; Sahil Yolu’nun yapılmasıyla ortadan kalkan balıkçı semti Alemdağ, hepsi ve daha fazlası bu kitapta…<br /><br />Dünyaca tanınmış foto muhabiri Ara Güler’in, 1952′de Kumkapı’da, bugün artık tarih olmuş balıkçı semtinde geçirdiği günler sırasında çektiği fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla yayımlandı.<br /><br /> Kitapta usta fotoğrafçının objektifinden çıkmış ve bazıları bugüne değin hiç yayımlanmamış 56 fotoğraf yer alıyor.<br /><br />1928′de İstanbul’da doğan, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi olan Ara Güler’in ilk gazetecilik başarısı olan bu foto-röportaj, 21-26 Mayıs 1952 tarihlerinde, Ermenice Jamanak gazetesinde “Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed” (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlığıyla altı günlük bir yazı dizisi olarak yayımlanmıştı. Bu kitap ise, bu Ermenice yazı dizisinin Türkçe ve İngilizce çevirileriyle birlikte üç dilli olarak yeniden basımı.<br /><br />Ara Güler, Kumkapı’da yaşadığı deneyimi ve çektiği fotoğrafları şu sözlerle anlatıyor: “Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben… İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.”<br /><br />Kumkapı’nın ve İstanbul’un çehresinin son elli yılda büyük bir hızla değişmesi nedeniyle artık son bulmuş bir yaşantıyı bugüne taşıyan bu çalışma, balıkçılara ve balıkçılığın çevresinde dönen günlük hayata son kez tanıklık ediyor. Gecenin kör karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönen ve avlanan balıkları goygoycularla paylaştıktan sonra kalanları balık haline götüren, günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerleyen bu balıkçılar, hayatlarını denizden kazanan insanlara özgü, farklı bir duruşa sahiptiler. Kitabın önsözünü yazan Murat Belge, bu farklılığı şu sözlerle tanımlıyor: “Bu, herhalde, denizle bu kadar haşır neşir olmaktan gelen bir şey, çünkü deniz de tıka basa romansla, mistisizmle dolu. Tehlikesi, fırtınası, bir yandan da güzelliği, çekiciliği. Orada bin bir meşakkat içinde, o balıkları tutmak ve tabii bu sessiz ve pırıltılı yaratıkların şiirselliği. Bunlarla örülü bir hayat normal olarak maddi bakımdan yokluk, yoksunlukla doludur, ama onun kazandırdığı şiirsellik de başka hiçbir yerde bulunmaz. Oturmuş, sessiz sakin balık ağlarında açılmış delikleri örerek onaran kadınların manzarası da ne kadar olağanüstü, ne kadar etkileyicidir.”<br /><br />Yiten balıklar, giden insanlar – Celal Üster<br />(9 Aralık 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi)<br /><br />Kumkapı önlerinde balıkçı kayıkları’ Ağ toplayan balıkçılar’ Asılı ağlar arasında kaybolmuş, iki katlı ahşap evler’ Ağları onaran kadınlar’ Balıkçı teknelerinin çevresine toplaşmış sandallar’<br /><br />Ara Güler’in siyahbeyazlarının pek çoğunun başkişisi balık ağları. Kaderi balık ağlarıyla örülmüş bir mahalle; Kumkapı’da Acemdağı mahallesi; bir balıkçı köyü. Yıl 1952.<br /><br />Sözünü ettiğim fotoğrafları, bir haftaya kadar Aras Yayıncılık’tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta görebileceksiniz. Kitapta, Ara Güler’in, 21-26 Mayıs 1952′de, Ermenice ‘Jamanak’ gazetesinde yayımlanan ‘Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlıklı yazı dizisi üç dilli (Ermenice, Türkçe, İngilizce) olarak yer alıyor.<br /><br />‘Jamanak’ta altı gün sürmüş olan bu yazı dizisinde yalnızca yedi fotoğraf kullanılmış. Kitapta ise, gazetede basılanların yanı sıra, Güler’in arşivinden alınan fotoğraflara da yer verilmiş. Bu fotoğraflar, 1957-60 yılları arasında yapılan yol yüzünden İstanbul’un Marmara sahil şeridinin çehresinin tümüyle değişmesi nedeniyle artık tarihe karışmış bir yaşantının son yıllarına ilişkin görüntüleri günümüze ve geleceğe taşıdığı için de çok değerli.<br /><br />Ara Güler de 1993′te ‘İstanbul’ dergisine yazdığı bir yazıda, bu gerçeği vurgulamadan edememiş:<br /><br />‘Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben’ İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.’<br /><br />Güler, Kumkapılı Ermeni balıkçılardan söz ederken, ‘Gecenin kör karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönüyor ve avlanan balıkları goygoycularla paylaştıktan sonra kalanları balık haline götürüyorlardı’ diyor. ‘Goygoycular gecenin içinde ağ çevirerek bağıra çağıra kürek çeker, ağa takılmış balıklar meşalenin titrek ışığında parıldayarak oynaşır ve bütün bunlar günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerdi. İşte o güzelim Kumkapı balıkçı köyünden kala kala birkaç siyah-beyaz fotoğraf ve anılarımdaki o alacakaranlık sabahlar kaldı.’<br /><br />Yalnızca fotoğraflar mı? Aras Yayıncılık’tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta, foto muhabiri Ara Güler’in yalnızca fotoğraflarını görmekle kaymayacak, Sait Faik tadındaki o nefis yazı dizisini de okuyacaksınız.<br /><br />Ara Güler’in röportajını okurken, gazetelerde neden yıllardır bu tür yazı dizileri yayımlanmadığını düşündüm. ‘Modası geçtiği’ için mi? Gazeteleri yönetenlerin gözü, dolaysız politika, futbol ve magazin dünyasından başka bir şey görmediği için mi? Böylesi röportajları yapabilecek, eli kalem tutan gazetecilerin sayısı çok azaldığından mı? Yoksa televizyonlardaki sıradan, sığ, tekdüze röportajlar, gazetelerde yapılabilecek yazınsal tatlar içeren, usta işi fotoğraflarla beslenen, insani ve toplumsal gerçekleri gözler önüne seren yazı dizilerine yeğlendiği için mi?<br /><br />Ara Güler’in yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce gerçekleştirdiği bu yazı dizisi, o fotoğraflardaki sepetlerde gördüğümüz balıklar kadar, insanların da tükenmekte olduğunu bir kez daha anımsatıyor bize.<br /><br />Güler’in siyahbeyazlarına bakarken, Kumkapılı Ermeni balıkçılarla söyleşilerini okurken, Hrant Dink’in sandalda balık tutarken çekilmiş fotoğrafı düştü aklıma. Neden dersiniz? Neden acaba!<br /><br />Demek, ustasının elinden çıkmış bir gazete röportajı, bazen iyi bir edebiyat yapıtı kadar kalıcı olabildiği gibi, yıllar öncenin nitelikli bir yazı dizisi yıllar sonranın acımasız güncelliğiyle bile örtüşebiliyor’<br /><br />‘Balık dediğin başa bela!’<br /><br />Aşağıdaki satırları okuduğunuzda, Ara Güler’in, 1952′de yayımlanan yazı dizisinin ‘mürekkebinin kurumadığını’ siz de göreceksiniz. Kitabı alıp okuduğunuzda ise, böyle röportajların artık neden yapılmadığı sorusunu siz de seslendireceksiniz:<br /><br />‘Deniz zalimdir.’<br /><br />‘Deniz bize hayat verir.’<br /><br />‘Biz onun çocuklarıyız.’<br /><br />‘Tanrı’nın inayetini denizden bekleriz.’<br /><br />‘Hey anam, var mı bize yan bakan..!’<br /><br />Yaşadığımız dünyadan tümüyle farklı bir dünya bu mahalle. Köşedeki denize nazır meyhanede rakı ve eğlence; civar sokaklardaki alçacık evlerde ise çoğu kez acı ve keder var.<br /><br />Erkekler geceyarısından sonra denize açılır, kadınlar da evlerinde Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöküp dua ederler: ‘Meryem Ana, yalvarırım kocamı, oğlumu günlük ekmekleriyle geri getir”<br /><br />Her evin iki katı neredeyse yerin altında. Kapının yanındaki pencere yere silme açılıyor. Bu katın arka kısmında mutfak bulunuyor. Burası, evin erkeği avdan dönünce akşamdan akşama, yemek yenilen yer. Zemin, yan yana yerleştirilmiş çatlak mermer parçalarından öte, topraktan ibaret. İkinci kat tek odalı; durumu nispeten iyi olanların evlerinde iki oda var. Bu odaların eşyası, pencere önünde bir ‘sedir’, kırık ayaklı eski bir gardırop ve yataktan ibaret. Duvarlar koyu renk halılarla kaplı. Halıların üzerinde neler yok ki’ Mavi boncuklar, ‘muska’lar, hocanın yazdığı ‘dua tezkeresi’, kapı üstünde dikenli dallar ve bir nal’<br /><br />Ekmeğini denizden çıkaran bu insanların hayatını anlayabilmek için iki farklı gözlük kullanmamız gerekir. Birinci gözlük kapkaradır; nemli, puslu sabahlarda kol güçleriyle geçimlerini sağlamaya çalışan kürekçilerin çileli hayatıdır bize gösterdiği. İkinci gözlükle baktığımızda ise karşımızda bambaşka, ilkinden çok daha farklı ve coşkulu bir hayat buluruz.<br /><br />‘Ne ağ ne de olta, balık rakıyla yakalanır.’ İkinci gözlükten görebildiğimiz bu hayat, sadece diğerini unutturmaya yarar. İki ayrı gözlükle izlediklerimiz aynı insanlardır aslında; işte onlarla o çileli hayatı unutturan, karada geçirilen birkaç saatlik yaşam ve rakıdır’<br /><br />Usta çırağına bağırdı:<br /><br />‘Lan, piç, Margos abi bir saattir rakı bekliyor!’<br /><br />‘Hemen usta.’<br /><br />‘Getir göreyim hadi!’<br /><br />‘Mezeyi unutmayasın ha! Siz de gelin be çocuklar, Allahın verdiği kadar biz de keyif alalım şu hayattan”<br /><br />Sahildeki açık hava meyhanesinde bunları duymanız mümkün. Ama biz Baküs’ün müritlerini orada bırakıp meyhaneden çıkacak ve sağ taraftaki üç numaralı evden içeri gireceğiz. Burası Kevork Reis’in ‘yalı’sı. İçerisi ilk bakışta karmakarışık ve karanlık. Fakat sonra gözlerimiz alışıyor; etrafımızda ne var ne yok seçebiliyoruz. Döşemeler eğri büğrü, evin tamamı ahşap. Tam karşımızda iki kanatlı, yarı açık, geniş bir kapı; sağımızda çok eski, tırabzansız bir merdiven var.<br /><br />O sırada yanımızdan biri geçiyor ve ister istemez soruyoruz:<br /><br />‘Usta, yakırısı nedir öyle?’<br /><br />Bir an bakar. Yabancı olduğumuzu düşünür, ne var ki yüce gönüllü biridir ve soruyu cevapsız bırakmayı yediremez erkekliğine:<br /><br />‘Ağlar var yukarıda. Yedeklerimizi orada saklıyoruz.’<br /><br />‘Peki adın ne senin?’<br /><br />‘Hampartzum.’<br /><br />‘Onlarla mı çalışıyorsun?’<br /><br />‘Evet, ben Reis’in kardeşiyim.’<br /><br />‘Reis nerede?’<br /><br />‘Az evvel geldiler, çok yorulmuşlardı, yatmaya gitti.’<br /><br />‘Bu gece balığa çıkacak mısınız?’<br /><br />‘Anlamadım.’<br /><br />‘Balığa diyorum, çıkacak mısınız bu gece?’<br /><br />‘Çıktılar zaten.’<br /><br />‘Siz ne zaman çıkacaksınız?’<br /><br />‘Yarın saat üçte.’<br /><br />‘Öğleden sonra mı?’<br /><br />‘Hayır, sabaha karşı üçte.’<br /><br />Oturduk. Bana denizi anlatmasını istedim. Bir an durdu, sonra gülümseyerek, ‘Öyle olsun, zararı yok’ dercesine yüzüme baktı ve konuşmaya başladı:<br /><br />‘Balık dediğin başa beladır. Bela denizin dibindedir, sense üstünde. Geceleri fosfor gibi parlar”<br /><br />Kitabın Künyesi<br />Kumkapı Ermeni Balıkçıları – 1952<br />Ara Güler<br />Çevirmenler: Ermeniceden<br />(Türkçeye) Payline Tomasyan<br />(İngilizceye) Sonia Derman Harlan<br />Aras Yayıncılık<br />Basım Tarihi : 12 – 2010<br />Sayfa Sayısı : 128<br />56 siyah beyaz fotoğraf<br /><br /><hr>Kaybolmuş bir dünyanın siyah-beyaz tanıkları<br /><br />Ara Güler’in 1952 yılında çektiği 56 fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı<br /><br />Dünyaca tanınmış foto muhabiri Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da çektiği fotoğraflar ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı. Kitapta usta fotoğrafçının objektifinden çıkmış ve bazıları bugüne değin hiç yayımlanmamış 56 fotoğraf yer alıyor.<br /><br />1928’de İstanbul’da doğan, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi Ara Güler’in ilk gazetecilik başarısı olan bu foto-röportaj, 21-26 Mayıs 1952 tarihlerinde, Ermenice Jamanak gazetesinde ‘Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlığıyla altı günlük bir yazı dizisi olarak yayımlanmıştı. Kitap ise, bu Ermenice yazı dizisinin Türkçe ve İngilizce çevirileriyle birlikte üç dilli olarak yeniden basımı.<br /><br />Önsöz Murat Belge’ye ait<br />Ara Güler, Kumkapı’da yaşadığı deneyimi ve çektiği fotoğrafları şu sözlerle anlatıyor: “Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra sahil yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben... İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.”<br /><br />Kumkapı’nın ve İstanbul’un çehresinin son 50 yılda hızla değişmesi nedeniyle artık son bulmuş bir yaşantıyı anlatan bu çalışma, balıkçılara ve balıkçılığın çevresinde dönen günlük hayata son kez tanıklık ediyor.<br /><br />Gece karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönen ve balıkları goygoycularla paylaşan, geriye kalanları balık haline götüren, günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerleyen bu balıkçılar, farklı bir duruşa sahipti.<br />Kitabın önsözünü yazan Murat Belge, bu farklılığı şu sözlerle tanımlıyor: “Bu, herhalde, denizle bu kadar haşır neşir olmaktan gelen bir şey, çünkü deniz de tıka basa romansla, mistisizmle dolu. Tehlikesi, fırtınası, bir yandan da güzelliği, çekiciliği... Orada binbir meşakkat içinde, o balıkları tutmak ve tabii bu sessiz ve pırıltılı yaratıkların şiirselliği... Bunlarla örülü bir hayat normal olarak maddi bakımdan yokluk, yoksunlukla doludur, ama onun kazandırdığı şiirsellik de başka hiçbir yerde bulunmaz. Oturmuş, sessiz sakin balık ağlarında açılmış delikleri örerek onaran kadınların manzarası da ne kadar olağanüstü, ne kadar etkileyicidir.”<hr> <br /><br />ARA GÜLER Görüntünün değil yaşamın peşindeyim<br /><br />Devrim Büyükacaroğlu-devrim@evrensel.net<br /><br />Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. “Efendilik”, yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli bir meziyet sayılır nedense<br /><br />Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. “Efendilik”, yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli bir meziyet sayılır nedense. 1961’de dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlanmış Ara Usta. Efsane Magnum fotoğraf ajansının kıdemli üyesi, fotoğrafladığı pek çok ünlü bir yana, Picasso’yu fotoğraflayan bir kaç kişiden biri. Eski İstanbul’u onun gözüyle biliyoruz. Ara Güler fotoğrafı diye bildiklerinizin dışında, “Ah ne güzel bir eski İstanbul fotoğrafı” dediğiniz bir şey olursa, o da muhtemelen Ara Güler işidir. Niyetim Ara Güler’i tanıtmak değil, onu bu küçücük alanda beceremem zaten.<br />Şuraya gelmeye çalışıyorum. Ara Güler büyük bir ustadır, işinin en iyisidir. Ve fakat “mütevazı” falan değildir, gençleri teşvik etmek için beyaz yalanlar söyleyen şefkatli bir ihtiyar da değildir. Dili de fotoğrafları gibi gerçekçidir.<br /><br />Gerçeği karşısındakinin suratına patlatırken hiçbir çekince duymayan Ara Güler’in temel tezlerini kavratmaya hala muvaffak olamadığını görmek enteresan. “Ben sanatçı değilim” dedi belki bin defa, ama “mütevazı sanatçı” diye sınıflandırıldı. “Ben fotoğrafçı değil foto muhabirim” dedi bir o kadar, “şahane fotoğrafçı” diye anıldı. Demek ki harbi konuşmak yetmiyormuş, bir de harbi dinleyici gerekiyormuş.<br /><br />Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da, bugün artık tarih olmuş balıkçı semtinde geçirdiği günler sırasında çektiği fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla yayımlandı. “Ben görüntünün değil yaşamın peşindeyim” diyen Usta, dile hakimiyetinin de fotoğraflarından geri kalmadığını gösteriyor Kumkapılı Balıkçıları anlatırken. Öyle ki okuduğunuzda fotoğraflara bakmasanız da oluyor pekala…<br /><br />Nasıl ortaya çıkartıldı Kumkapılı Ermeni Balıkçılar röportajınız?<br />Bu kitabın adı Kumkapı Balıkçıları’dır. Bu eskiden yaptığım bir röportajdır. Bunlar tutmuş, Ermeni Balıkçıları yazmışlar, değildir. Ben onu yaptığım zaman lisede talebeydim. 52 senesiydi. Onlar bulmuşlar gazetelerden, “Bunu basalım mı” dediler, ben de “Git bas” dedim. Unutmuşum bile röportajı…<br /><br />Bütün röportaj yaptığınız balıkçılar Ermeni sanki…<br />Ne münasebet. Patronlar hep Ermeni olur, gerisi Lazdır, Karadenizlidir.<br /><br />İnsanların pek de bilmediği öykücülüğünüzle tekrar karşılaşıyoruz kitapta. Öylesine güçlü bir anlatım var ki insan fotoğraflara sonra bakıyor, bakmasa da oluyor hatta. Hiç “Öykü mü yazsam, fotoğraf mı çeksem” diye çelişkide kalmadınız mı?<br /><br />Galiba ben yazı yazarken de fotoğraf çekiyorum. Yazılarımı yazıp fotoğrafı tarif ediyorum. Ben hayatı tarif ediyorum. Bir gazetecinin de vazifesi hayatı tarif etmektir. Gazeteci edebiyatçı değildir, unutma. Gazeteci bir yaşam parçasını getirir sana gösterir. Sanatla da ilgili değildir.<br /><br />Anlatımın lezzeti neyle ilgilidir?<br />Lezzeti senin diline bakıyor, artikülâsyonuna, tahsiline bakıyor. Ben bunları yazdığım zaman bütün dünya klasiklerini okumuştum.<br /><br />Mesele hayatı anlatmak yani sadece…<br />Fotoğraf mı çekiyorum, hikaye mi anlatıyorum? Bilmiyorum. Çünkü ikisi benim için aynı. İkisi de fotoğrafta, görselde birleşiyor. Sana bir sahil anlatıyorum. O sahilde Kumkapı balıkçılarını, tekneleri anlatıyorum. Sen okuduktan sonra zihninde canlandırıp, sinema haline sokacaksın, o aktörler içinde oynayacak. O zaman hayat buluyor. Yoksa durgun bir dünya olur.<br /><br />Eğer fotoğrafı bırakıp, öyküye devam etseydiniz bugün belki Sait Faik gibi Türkiye’nin en büyük öykücülerinden biri olurdunuz gibi düşündüm…<br />Büyük öykücüydüm zaten de Sait Faik çok büyüktür.<br /><br />Türkçe öyküler de yazmışsınız ama Ermenice öyküleriniz daha çok. Hangisiyle daha iyi ifade ediyorsunuz kendinizi?<br /><br />Türkçe tabii ki. Ermenice ben o zaman bilirdim, sonradan unuttum. Bilirim de zor konuşurum.<br /><br />Piyes yazma hayaliniz neden gerçekleşmedi?<br />Gerçekleşmedi çünkü gazeteciliğe başladım. Daha cazip geldi gazetecilik. Düşünsene bir yerden bir yere gidiyorsun, farklı farklı adamlarla tanışıyorsun, başka başka dünyalarla… edebiyat dünyası karamsar bir dünyadır. Bir evin içinde imajinasyonunu kullanarak bir şeyler yaparsın. Enternasyonal gazetecilik yaptığım için, büyük gazetelerde çalıştığım için dünyanın bir ucundan öteki ucuna gidiyorum. Başbakan olsan gidemezsin.<br /><br />Sokakta olmayı daha çok tercih ettiniz yani...<br />Ben insanları seviyorum. İnsanlar bana bir şeyler anlatıyor, bir şeyler öğretiyor. Benim İstanbul’da öğrenecek bir şeyim yok artık ama şimdi bana desen ki Latin Amerika’ya git, gitmek isterim.<br /><br />KOCAMAN BİR DÜNYAYI YIKTILAR<br />Röportaj yaptığınız reislerin, hepsi “Bizden artık gitti balıkçılık, biz son Ermeni reisleriz” diyor. Nasıl biliyorlar son olduklarını?<br /><br />Bu dünya yok artık (Kitabı gösteriyor, açıp, karıştırmaya başlıyor), onu yıktılar, Adnan Menderes yıktı. Benim vazifem de Adnan Menderes’i takip etmekti. İstanbul’un 1958 yıkımlarının başında Adnan Menderes vardı, sanki mühendistir. Sahil yolu hiç yoktu. Sahil yolu yapıldı, Kumkapı gitti. Orada dört-beş tane salak balıkçı dükkanı koydular. Küçücük bir liman koydular. Şimdi bir tane balık hali var. Yıkılmış kocaman bir dünya var. Böyle gırgır yok, böyle bir yer yok artık. Şimdi bu tekneler, goygoycular da var bunların içinde. Böyle bir yer yapabilir misin? Tiyatro dekoru gibi. Surların önü yok, daha yol yapılmamış. Tiyatro dekoru diye yap bunu bakayım, yapamazsın. Milyarlar ister. Bu elinde hazır varken, turizm yapacağım diyorsun, bunu yıkıyorsun. Nasıl yaparsın abicim? Beş yüz sene sürmüş bunun yapılması. İki tane yer var Türkiye’de öyle. Bir tanesi Kazlıçeşme dericileri, bir tanesi Kumkapı balıkçıları. Fatih Sultan Mehmet’ten beri var olan şeyler bunlar. Camisi var, kilisesi var, sinegogu var. Aslında bir din ayırımı yok ki, hepsi bir. Yetmişli senelerde çıktı bu boktan şeyler.<br /><br />Sanki eski İstanbul değil de, başka bir ülke gibi…<br />Bu ağlar rengarenktir, mavidir, üstündekiler sarıdır, kırmızıdır. Naylon ağlar değil, örülmüş ağlar bunlar. Kadınlar bunları hep tamir yapar. Her avdan sonra ağlar yırtılıyor. Yaşlı balıkçılar da örer. Bir ağın kaç para olduğunu biliyor musun? İki-üç milyar liradır. Az para değil. Bütün bunlar için yer lazım, mesafe lazım ağları sermek için. Onun için o evler var. Balıkçı barınakları bunlar. Mesela Karadeniz’den kırk tane herif geliyor, onların yatakhanesi bunlar.<br /><br />İSTANBULLU, İNSANLIK MEDENİYETİNİN ÇOCUĞUDUR<br />Dacal Reis diyor ki, şimdi balıkçılık kalmadı. O da acıyla bakıyor 1950’de ki İstanbul’a. Biz buradan bakınca eski İstanbul sizin çektiğiniz İstanbul’muş gibi geliyor...<br /><br />Eski İstanbul değil be benim çektiğim, en son İstanbul o.<br /><br />Fotoğraflarını çektiğiniz İstanbul büyük bir hızla yıkıma uğradı. Siz dünyanın sayılı fotoğrafçılarından birisiniz. Dünyanın her yerinde de yaşardınız. Niye bu kentte kaldınız?<br /><br />İstanbul’da doğmak bir avantajdır be! Bir Alman olacağıma, bir İstanbullu olmayı tercih ederim. Düşünün Alman olduğunu, intihar edebilirsin. Hollandalı ol mesela, Hollandalı kimdir? Yedi sekiz medeniyetin üstünde kurulmuş bir medeniyetin çocuğuyum ben. Bu ne Ermeni medeniyetidir, ne Türk medeniyetidir. Bir insanlık medeniyetidir. Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya’dır, Hıristiyanlığın sembolüdür. Dünyanın en büyük camilerinden bir tanesi Süleymaniye’dir. O da Müslümanlarındır. Türkiye’de yaşayanın otomatikman kanında 16 tane medeniyetin tortusu vardır. Bilsen veyahut bilmesen de senin kanında vardır.<br /><br />HİÇ DEĞİLSE BAKMAYI ÖĞRENİYORLAR<br />Şimdi herkesin elinde bir kamera var, fotoğraf çekmeyeni dövüyorlar neredeyse. Bu iyi bir şey mi?<br /><br />İyi iyi. Hiç değilse bakmayı öğreniyor. Başka zaman hiçbir yere bakmayacak. Bir eğlence, şimdi öyle bir hastalık da çıktı.<br /><br />Peki herkesin elinde makine olduğu bir dönemde iyi bir fotoğrafçı ya da iyi bir foto muhabirinin yetişmesi imkanı daha mı kolay?<br /><br />Yok, makine değil herifin elindeki, oyuncak o, ondan bir netice çıkmaz. Teknikleri yetersizdir o makinelerin. Böyle yapıp fotoğrafın ağzına sıçıyorlar. Hiç değilse fotoğrafla uğraşmasınlar da fotoğraf kendi yapacağını yapsın. Bunlar fotoğrafçı değil.<br /><br />TÜRK GAZETECİSİNİ KAPIDAN KOVSAN CAMDAN GİRER<br />Gazetecilik, Kumkapı Balıkçıları röportajınız gibi bir habercilik tarzını neden terk etti sizce?<br /><br />Şimdi gazeteci filan değil ki çoğu, oduncu da olabilirler aslında. Eskiden röportaj öyle yapılırdı. Ben hakiki gazetecilik yapılan yerlerde çalıştım. Hürriyetmiş bilmem neymiş bunlar benim için gazete filan değil. Benim çalıştığım gazetelerde bunlar kapıcı odası olur. Ben Time’ın adamıyım. Time-life dünya imparatorluğu. Devletler kurar, devletler yıkar. Der Stern, Paris-match… Ben hakiki gazeteciliği oralardan öğrendim. Bizim Türk gazeteciliğinin de çok önemli bir özelliği vardır ama. Bir Türk foto muhabiri veyahut gazetecisi bir yere gönderildiği zaman yazı işleri müdürü tarafından, muhakkak o işi iyi veya kötü yapar, boş dönmez.<br /><br />Neden öyle?<br />Çünkü yaradılışı öyledir. Halbuki bir İngiliz’e polis, “Hayır giremezsiniz” desin, geri gider. Bizimki gitmez, arka taraftan girer içeriye. Esasında iyi gazetecilik benim için odur. Şartlar ne olursa olsun, bütün engelleri yenip haberi yapan adama gazeteci denir. Türkler, yırtıktır, kapıdan kovarsın, camdan girer. Evi yıkar girer.<br /><br />FOTOĞRAF DEĞİL IZDIRAP ÇEKİYORLAR<br />Eskiden insanlar fotoğraf makinesine daha yabancıydı. Şimdi herkesin elinde var bir tane...<br /><br />Var ama ne olacak? O zannediyor ki fotoğraf çekiyor. Ama ıstırap çekiyor onlar. Ha kuyudan su çekmiş, ha ıstırap çekmiş, ha dişini çekmiş hepsi aynı. Herif sadece çekiyor.<br /><br />Sizin fotoğraf çektiğiniz zamanlarda insanlar fotoğraf makinesine bugüne oranla çok yabancı. Ona rağmen fotoğraflarda sanki çeken yok, insanlar varlığınıza kayıtsızlar…<br />Ben öyle habersiz çekiyorum çünkü. Hayatı çekiyorum ben, insanların kendisini değil. Ben farkında olmadığı zamanı bulurum. Magnum ekolü budur. Hakikate en yakın fotoğraf.<br /><br />Şimdi biraz fotoğraf avlanıyor gibi.<br />Ben görüntü peşinde değilim ki, ben yaşamın peşindeyim. Aramızda fark odur. O fotoğrafçı, ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim, hiç de olmam.<br /><br />Her fotoğrafınızda mutlaka insan var bir de. Neden?<br />İnsan olmasaydı neyin resmini çekeceksin? Kaplumbağanın mı resmini çekeceksin yoksa denizin mi? Güneş kırmızı batıyor diye gider resmini çeker. Dünyanın her yerinde güneş aynı renk batar be.<br /><br />Edip Cansever size atfettiği şiirin sonunda “İnsansız anı yoktur, var mıdır?” diye soruyor; bundan mı bahsediyor?<br /><br />Bilmem ki Edip ne yazmış, farkında değilim. Edip benim çok iyi arkadaşım. Biz aynı kafadaki herifleriz. Kapalıçarşı’da dükkanı vardı, her gün orada oturur, kafayı çekerdik. Çok iyi herifti, beraberce buraları dolaşırdık.<br /><br />BANA ARA GÜLER’İ TAKDİM EDECEK ADAMI BEKLİYORUM HÂLÂ<br />Bu size sorulacak soru değil belki ama Ara Güler diye birisi olmasaydı İstanbul’dan ne eksilirdi?<br /><br />Ne eksilirse eksilsin. Zaten öyle. Sen zannediyor musun ki Ara Güler’i herkes biliyor. Ara Güler’i biliyor, nasıl biliyor? Ara Güler’i ressam zanneder çoğu. Ressamlar bana resim vermiş. Sergi açtım Yapı Kredi’de. Öğretmen talebeleri toplamış gelmiş. Ara Güler sergisi diye getirmiş. “Evladım” dedim yanlış söylüyorsun, “Benim resimlerim değil, bunlar, bana verilen resimler.” Bu öğretmenin talebesi ne olacak? Hiçbir bok olmayacak. Bütün bu gördüğün, üniversite mezunu dediğin eski orta mektep mezunudur. Gazeteciler “Zafer Bayramı nedir?” diye sokağa çıkıyorlar, elli kişiye soruyorlar, on iki kişi biliyor ne olduğunu…<br /><br />Çok milliyetçi bir ülkeyiz üstelik, Zafer Bayramı’nı bilmemiz gerekir…<br />Sorsan Cumhurbaşkanı kimdir desen, cumhurbaşkanı nedir bilmez herif. Türk-İslam eserleri müzesinde halıları çekiyordum. Eski Selçuk halıları filan. Orada turistleri gezdiren bir rehber geldi. “Abi merhaba” dedi. Yanında da bir sürü turist var ama turistler gavur. “Abi Ara Güler’i tanır mısın?” dedi bana. “Yo dedim tanımıyorum.” “Dün akşam beraberdik abi” dedi. “Çok iyi adamdır, ben tanıştırayım sana bir gün.” Bana Ara Güler’i takdim edecek. Bugüne kadar bekliyorum, Ara Güler’i takdim edecek.<br /><hr><br /><br />Türk fotoğraf sanatının efsane ismi Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da çektiği fotoğrafları ve yaptığı söyleşileri, Aras Yayıncılık tarafından ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı. Kitapta Güler’in çektiği ve bugüne kadar hiç yayımlanmamış 56 siyah-beyaz fotoğrafı yer alıyor. ‘Babil’den Sonra Yaşayacaksın’ adlı bir öykü kitabı bulunan; 1950’de ‘Garip Bir Yılbaşı Hikayesi’ adlı öyküsüyle de New York Times’ın uluslararası edebiyat yarışmasında ödül alan Güler’in fotoğrafçılığı kadar yazı konusundaki ustalığı da görülüyor.<br /><br />ÜÇ DİLDE ERMENİ BALIKÇILARI<br /><br />Türkçe, Ermenice ve İngilizce olarak yayınlanan kitapta, sanatçının 1952 yılında ‘Jamanak’ gazetesinde Ermenice yayımlanan ‘Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte’ başlıklı yazısı da yer alıyor. Fotoğraflarını hep Leica marka makinesiyle çeken Ara Güler, “Şimdi hangi fotoğraf makinesi kullanıyorsunuz?”sorusuna “Aklımı kullanıyorum” yanıtını verdi. Güler, “Aklınızı kullanarak çektiğiniz son fotoğraf nedir?” sorusuna ise, “Artık aklımı kullanıyorum, fotoğraf çekmiyorum” dedi.<br /><br />ARA GÜLER KURALLARI<br /><br /> Güler’in bütün fotoğraflarının arkasına özel yaptırdığı mühürle bastığı ‘ihlal edilmeyecek kuralları’ bulunuyor. Bu kurallar şunlar: “Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar işlemde iken bir içecekle fotoğraflara yaklaşılmaz. Fotoğraflar ıslak veya sıcak yere konulamaz. Üzerine öksürülemez, ıslak veya pis ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez ve yüksek sesle konuşulamaz.”<br /><hr><br /><br />Onlar ‘Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları’ değil! / Agos Kitap-Kirk<br /><br />TAYFUN SERTTAŞ<br /><br />İstanbul bir nostalji değil, bir nostalji ironisidir. Nostalji, tüm defterlerin zamanında kapandığı, bütün alacak vereceklerin hakkaniyetle son bulduğu, geçmişi hatırlamanın özgüvene dönüştüğü yerlerde olur. Oturduğu rakı sofrasından iyilikle kalkmayı bilmeyenlerin hatırası olmaz. Onların iç sıkıntısı olur. Ertesi sabah uyandıklarında hatırlamaktan çekindikleri bir gerçek olur çıkar hatıra. Oturduğu bereket sofrasından zenginlikle kalkmayı becerememiş şehirler vardır. O şehirlerin nostaljisi olmaz. Nostalji, gerçeği tebessümle anımsamayı bilen bir kuşağın hikâyesidir. Bugün İstanbul’da geçmişe dair herhangi bir şeye bakmak, bizde gurur değil yitirmişlik hissi uyandırır. İşte o karanlık yitirmişlikte bir görünür, bir kaybolur İstanbul’un ironisi. İstanbul, sadece Avrupalılığı değil, yerel kültürü de söküle söküle elinden alınmış bir kent silüeti olarak, bekler geride. Geri dediğin, en fazla 50 yıl. Buyur buradan yak nostaljiyi; “Oğlum, dedim ya, bu gördüklerin son Ermeni balıkçılardır. Bitti artık. Balıkçılık bizden gitti...” Ara Güler’in son kitabının ilk satırlarından kulağıma fısıldanan bu cümleler küçük bir delik açıyor geçmişle aramdaki kör duvara. O delikten bakmaya yelteniyorum, İstanbul’a.<br /><br />Sizlere oturup bir güzel Ara Güler anlatmayacağım. Ara Güler’i bir güzel anlatmaya da gerek yok sanırım. O zaten güzel. Fakat onun anlattığı İstanbul adına birkaç dipnot açmak isterim. Aras Yayınevi geçtiğimiz haftalarda yayımladı; Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları. O bildiğimiz Ara Güler kitaplarından değil. Kaliteli bir dergiden hallice; alışık olduğumuz formattaki bir fotoğraf kitabından çok daha hafif. Metroda oku, at çantana. Adı gibi, naif, foto-röportaj! Kitap, Ara Güler’in foto muhabirliği yaptığı yıllarda, 21-26 Mayıs 1952 tarihleri arasında Jamanak gazetesinde yayımlanan ‘Kumkapiu hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) isimli yazı dizisinin üç dilli olarak yeniden basımından meydana geliyor. Son dönemde adını kâh Gandhi ile, kâh Picasso ile anmaya alıştığımız Ara Güler’in kişisel yaşam tarihi içerisinde de hayli minör bir dönemin tanıklığı. Bu açıdan, hem Ara Güler’in bireysel tarihine hem de İstanbul’un kaybettiği yaşamsal fonksiyonlarına dair tam bir nokta atışı! İstanbul’u Ara Güler’in gözlerinden görmeye aşina bir kuşağın, görsel ay(ı)racı. Çünkü ilk kez pitoresk ağırlığından dolayı değil, geriye hiçbir kanıtı kalmamış bir deneyimin, tekil tanığı olarak karşımızda Ara Güler’in objektifi. Hem Ara Güler hem İstanbul için, tam yeri ve zamanı! Sayfa 40, Ara Güler’in notlarından:<br /><br />“Deniz zalimdir.<br />Deniz bize hayat verir.<br />Biz onun çocuklarıyız.<br />Tanrı’nın inayetini denizden bekleriz.<br />Hey anam, var mı bize yan bakan..!<br /><br />Yaşadığımız dünyadan tümüyle farklı bir dünya bu mahalle. Köşedeki denize nazır meyhanede rakı ve eğlence, civar sokaklardaki alçacık evlerde ise çoğu kez acı ve keder var. Erkekler gece yarısından sonra denize açılır, kadınlar evlerinde Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöküp dua ederler; Meryem Ana, yalvarırım kocamı, oğlumu günlük ekmekleriyle geri getir...”<br /><br />Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları diye alın ve canınızın istediği gibi ‘okuyun’ bu kitabı. İstanbul’da bir süre daha yaşamak için kendine çare arayanları fazlasıyla tatmin edecek, bir kayıp dünyanın ciltlenmiş keşfi. Yakın tarihi Beyoğlu jantiliğinden ibaret sananların, periferideki takunya tıkırtılarını ensesinde hissedeceği bir arka hatıratın görsel tanıklığı. Ermenileri mutlu azınlık belleyenleri, bu çıplak ayaklı, sarma tütün çekip barakalarda ağ ören ispirtocu Ermeniler karşısında biraz da şaşkına döndürecek bir sınıfsal farkındalığın analizi, ya da İstanbul’un çocukluklarda unutulan yerel hafızası. Ara Güler o yıllarda bu foto-röportaj serisinin adına ‘Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları’ demiş olsa da, siz canınızın istediği gibi anlayın şimdi bu kitabı. Kumkapı varsın Ortaköy ya da Kuzguncuk olsun, Ermeniler varsın Rum ya da Türk olsun, balıklar buyursun ağ ya da kayık olsun. Bir şey değişmez. Bu altın vuruş, İstanbul kıyıları boyunca inci gibi dizili tüm balıkçı köylerine dair bir yitirmişliğin analizidir. Bugün üzerinden sahil yolu diye 120 km hızla geçtiğimiz asfaltların altında kalanlara dairdir.<br /><br />“Megalopolis’te yerellik olur mu, bu ne yerel anlatıdır böyle” demeyin. İstanbul sayısız yerelliklerin yanyana gelmesiyle sözünü söyleyebilmiş tek megalopolistir. İstanbul, bir proje kent olmaktan ziyade, onlarca kıyı kasabasının rastlantısal ilişkisinden kurulu bir kültürel olgunlaşma deneyimidir. İstanbul’un kendisi, yani sağı, yani solu, yani önü, yani arkası, gerçekte o küçücük balıkçı kasabalarının yerel hafızaları ile çevrilidir. Şehrin tüm efsaneleri bu pamuk ipliği ağlardan çıkmadır. Haliç’i de böyledir, Boğaz’ı da, Ada’sıda. Kadıköylü Denizkızı Eftalya’sıda. İstanbul’un kendisi, içinden o küçücük ağ yüklü sandalların geçip gittiği dev bir balıkçı kasabasıdır hâlihazırda. Bereketi doğasından menkuldür. Kıtlığa imkân yoktur böyle coğrafyalarda. Halkı kendini denizde bulur. Tahtadır, derme çatmadır, yosun kokuludur, rakı efsunludur ve her daim nemlidir o İstanbul. Ve İstanbul’u, bugün üzerinden anlamanın tek ama tek çaresi, ona yerel ölçekte bakabilmekten geçer. İstanbul’un içinden ancak bu yolla çıkar dünyalar. Hem sadece bu yolla çıkılabilir, megalopolisin puslu nostaljik dehlizlerinden. Bu yolla, idealize edilmemiş gerçekliğe geri dönülür.<br /><br />Şimdilerde bizler, altı tarafının denizlerle çevrili olduğunun dahi farkına varamadığımız bir kentin halüsinatif kırsalında yaşıyoruz. Şimdiler dediğim, Ara Güler’in objektifine takılan o fotoğraflardan tam 50 yıl sonra. Boyu 15 metreyi geçmeyen, pamuk ipliğinden örülü, el yapımı ağlarla avlanan balıkçıların ahşap teknelerinden eser yok. Hepsini odun niyetine yaktık! Henüz balık bulucu manyetik cihazların olmadığı, avcılıkta bütün yükü omuzlarına alan reisin gece boyunca ay ışığında balıkların pullarından yansıyan yakamozun saçtığı ışığı izleyerek yolunu tayin ettiği denizler, sanki bu denizler değil. Tamamına karpuz kabuğu attık! O bol balıklı şehir kültürünü hatırlayanlar arasında, şimdilerde kendini çölde yaşıyor gibi hissedenlerin sayısı az değil. Onlar şizofren değil! Samatya’da yok, balıkçı da, balık da... Üsküdar’dan Eminönü’ne, Kadıköy’den Karaköy’e uzanan o kırmızı muşambalı yuvarlak balıkçı tezgâhları da... Önce kıyılar gitti, ardından sandallar, ardından balıkçılar, ardından balıklar, derken, bir koca kentin nimeti gitti. Ne acı ki, hiçbir gidiş isteyerek olmadı bu şehirde, ‘oldubitti’ye geldi. Bir buruk veda bile edemedik arkalarından. 50 sene sonra siyah beyaz fotoğraflarını görüp, iç çektik. Nafile. Nihayetinde, balıklar gibi tükendi koca kentin nostaljisi. O artık, nostalji değil. Sanıyorum flaneur, Ara Güler’i tanısa çok severdi ve muhtemelen şimdi ona şöyle derdi: “Bir şehri bu kadar utandırmaya hakkın yok!”<br /><br />Unutmadan, son bir haber; lüferi kaybediyoruz! Direktörlüğünü Defne Koryürek’in yaptığı ‘İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın’ kampanyası kapsamında, bir grup insan “Yemiyorsak nedeni var!” demeye devam ediyor şu günlerde. 1970’lerde tüm Marmara’da uygulanmaya başlayan yeni avlanma teknolojilerinin getirdiği felaket sonucu nesli tükenen 150’ye yakın balık türü arasında, elimizde kalan bir avuç değerli balıktan sonuncusu lüfer. Yavrusunun adı çinekop. Bir süredir onu yanlızca çinekop iken, henüz tek bir yumurtasını dahi denize dökemeden izliyoruz tezgâhlarda. Hoyratça ‘modernleşen’ bilinçsiz avlanma sonucu gerçek olgunluğa ulaşamamış küçük ölü bedenlerini satın alırken, lüferi bir mit haline getirip hem doğamızdan hem de mutfaklarımızdan silip atıyoruz. “Gerekli önlemler alınmaz ise bu av sezonu belki de son şansımız” diyor Defne Koryürek. Bir şehrin çocuklarını daha az utandırmak için. Gelecek nesilleri bilinçli bilinçsiz bir açlık grevine terk ederken, bu açlığın fotoğrafı olsun bari Ara Güler’in objektifinden kalanlar. Karnımız bu fotoğraflarla doysun.<hr><br /> </span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-48071117335784469722011-01-15T10:50:00.004+02:002011-01-15T11:18:49.804+02:00Büyük Tanışma<center> <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFk_oigHBI/AAAAAAAAFjY/qjPse3-xZcY/s1600/505023_detay.jpg"><img style="cursor:pointer; cursor:hand;height: 120px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFk_oigHBI/AAAAAAAAFjY/qjPse3-xZcY/s320/505023_detay.jpg" border="0" alt="© This content Mirrored From turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5562338059155938322" /></a> <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFk_iRGwvI/AAAAAAAAFjg/-ZMqNmBZ4l4/s1600/1111.jpg"><img style="cursor:pointer; cursor:hand;height: 120px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_9rjK1yXqTJc/TTFk_iRGwvI/AAAAAAAAFjg/-ZMqNmBZ4l4/s320/1111.jpg" border="0" alt="© This content Mirrored From turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/"id="BLOGGER_PHOTO_ID_5562338057472361202" /></a> </center> <br /><br />‘Ne mozaiği ulan! Türkiye mermerdir’den BÜYÜK TANIŞMAYA!..-1<br /><br /><br />Bize gereken şey bu: Büyük tanışma! Çünkü Türkiye yeni bir Anayasa ile yeni bir toplumsal sözleşmenin eşiğindeyken, daha önce görmediğimiz bir biçimde değişiyor. Dağlardan “Ne mutlu Türküm diyene” yazısının kaldırılması konuşuluyor. Çocuklar belki güne “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlamayacak artık.<span class="fullpost"> <br /><br />Ülke, Habur kapısından girenlerin bir tarafta öfke ve korku, diğer tarafta sevinç ve umut yarattığını ilk kez apaçık izliyor. Poşulu Kürt çocuk, uzak topraklarda değil, şehirlerin yanıbaşımızdaki sokaklarında anlatıyor öfkesini. Türkiye, First Lady’nin başörtülü olmasına alışmaya çalışırken, Hayrünnisa Hanım başörtüsünün üzerine binici kepi takıp ata biniyor. Cumhuriyet’in atları artık yüksek sesli bir “Bismillahirrahmanirrahim” ile sürülüyor. Hacı amcaların hibelerine kanaat eden bordo ceketli imam hatipli çocuklar şimdi cipleriyle en pahalı mağazaların önüne park ediyor, işverenler kokteylinde ayakta karşılanıyorlar. Dersim katliamı ile tanışıyor hiç bilmeyenler. Aleviler, çalıştaylar ile yeniden tarif edilirken, gizli kalmış acılarını kalplerinde ve türkülerinde gizleyerek birbirine tutunan bir halk şimdi “anlatmaya” alışmaya alışıyor. Cumhurbaşkanı’nın cemevine girmesine nasıl pozisyon alması gerektiğini düşünüyor solcu Aleviler.<br /><br />MERMER ÇATLARKEN<br /><br />Hakkında her şeyi bildiğimizi sandığımız insanlar, bakıyoruz ki yeni keşfettiği Ermeni köklerinden söz ediyor. Dedesinin bilmediği bir dilde konuştuğunu hatırlıyor insanlar ve ninesinin adının aslında Satenik olduğunu. Hep yedekteki Türkçe isimleriyle tanıdığımız insanlar ilk kez Ermenice isimlerini kullanıyor. Bir tarafta da, bunca yıldır “Ne mozaiği ulan! Türkiye mermerdir” cümlesine inanmış olanlar, mermerin çatlayışına tanık oluyor. Dağılıp gittiğini düşündükleri Türkiye’yi geri, eski “oyuna” çağırmak istiyorlar. Belki darbe istemiyorlar ama “paşalar” gözaltına alınırken, bildikleri kudret simgeleri yıkılırken yerine ne konacağını anlamaya çalışıyorlar. Ülkenin toprağının kum taneciklerine dönüşüp parmaklarının arasından kaydığını düşünüp, endişeleniyorlar, öfkeleniyorlar. Halkın sözcüsü olduğuna inanmış solcu aydınlar “halktan kopuk olmak” cezasıyla ipe çekiliyor. İyi-güzel, doğru-yanlış, alçak-yüksek nedir, bunlara karar vermeye alışkın olanlar, artık görüyorlar ki kimse onları dinlemiyor. Bu ülkede onlara yer olmadığını düşünen insanlar giderek çoğalıyor. Her gün otobüse binmelerine, varoşların kıyılarında yaşamalarına rağmen sabahları gazetelerde “elitist” olduklarını okuyup şaşkına dönüyorlar.<br /><br />İTİRAF EDELİM: BİLMİYORUZ!<br /><br />Türkiye, büyük ve bulanık bir değişimden geçiyor. Değerler sistemini altüst eden bütün büyük toplumsal değişimlerde olduğu gibi “sağduyu” felç oluyor. Psikiyatr Engin Geçtan’ın Zamane adlı kitabında koyduğu teşhis üzere Türkiye’de “kitlesel ketlenme” yaşanıyor. Ketlenme, ülkedeki yoksullaşmanın da etkisiyle giderek daha şiddet dolu, irili ufaklı çatışmalara neden oluyor, yeni çatışmalar olabileceği korkusu yayılıyor. Şimdi bize “Büyük Tanışma” gerekiyor. İçinden geçtiğimiz kör topal sürece içtenlikli, açık sözlü bir katkı. Her kesimin beklentilerinden, korkularından söz etmesi, kalbini açması gerekiyor. Seksen yıldır ertelediğimiz bir tanışmayı, evet şimdi, gündem bu kadar tepetaklakken, evet şimdi yeni bir toplumsal sözleşmeye niyetlenmişken yapmak gerekiyor. Çoğumuz, çoğumuz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bilmemeye, görmemeye, yok saymaya yemin etmişler bir kenara dursun. Ama hakiki anlamda bir bilmeme hali de bu kör dövüşü besliyor. Kürtler, gün yirmi dört saat Kürt meselesiyle yatıp kalkıyor, ama Rize’deki bir genç kendi yaşındaki Kürt gençlerinin neye öfkelendiğini, çocukların panzerlere niye taş attığını bilmiyor. İslamcılar, yılların mağduriyet alışkanlığıyla Atatürkçü bir kadını hakikaten korkutabildiklerine inanmıyor; Atatürkçü kadın bir Müslüman’ın kendini mağdur hissettiğine ikna olmuyor. Aleviler dededen toruna fısıltıyla geçen Dersim acısını sessizce saklarken Nevşehir’de bir adam Dersim’in Tunceli olduğunu bilmiyor. Ermenilerin Türklere diş bilediğini sanan milliyetçiler, Satenik’in canını en çok yakan şeyin dedesinin açlıktan ölmesini bir de ispatlamak zorunda bırakılmak olduğunu bilmiyor. Ve ismini hep fısıldayarak söylemek zorunda kalmanın sızısını…<br /><br />Bir imparatorluktan bir cumhuriyet olmaya doğru yaşanması gereken süreci, seksen yıl boyunca bir mermere hapsedilerek dondurulmuş bir değişimi yaşıyoruz. Konuşmak gerekiyor. Siyasi yasaklarla, geleneksel sessizlik alışkanlığıyla elimizden alınmış, unutulmuş sözcükleri hatırlamamız gerekiyor. Silahların, sözcüklerin yerini çok hızlı alabildiği bir toprakta, insanların şimdi konuşması gerekiyor.<br /><br />SAMİMİYET – CEHALET<br /><br />Konuşmak, insanların ekranlarda birbirine bağırması değildir. Üstelik hepimiz için aynı şey geçerli değil mi? Her kesim, utanç verici bir şekilde temsil ediliyor o ekranlarda. İslamcıları temsil etmeyen neo-liberal dindar karakterler; Atatürkçüleri temsil etmeyen emekli, öfkeli paşalar; Kürtleri temsil etmeyen galiz sözcüler; Alevileri temsil etmeyen Sünnileşmiş Aleviler; Ermenilerin ne kadar Anadolulu olduğunu anlatmayan Ermeni entelektüeller…<br /><br />Ekranlar bu karikatürize “tiplerin” çatışmasını seviyor. Çünkü cansuyunu korkudan alan statüko, birbirimize dair korkularımızı besleyen bu “tip”lerin çatışmasını istiyor. Tanışmamızı bu da engelliyor. “Samimiyet moda olduğundan beri cahiliyet meşrulaştı” diyor Yazar Umut Sarıkaya. Samimiyet adı altında üslupsuzlaşan “polemik hezeyanı” bir süredir konuşmak, diyalog kurmak sanılıyor. Polemiğin “samimi cehaleti” ise işimizi daha beter zorlaştırıyor. Her kesim, kendini ne olmadığı üzerinden tarif etmek zorunda kalıyor:<br /><br />“Darbeci değilim”, “Şeriatçı değilim”, “Terörist değilim”…<br /><br />Ne olduğumuzu, ne istediğimizi anlatmaya zaman ve enerji bırakmayan polemik hezeyanından dolayı bitkiniz. Tanışmamızı engelleyen bir başka mesele ise hep birbirimizi “çıldırma” anında görüyor, birbirimize o zaman bakıyor olmamız. Atatürkçüler darbecilikle suçlanmaktan öfkelenmişken, İslamcılar depremde yıkılan Kuran kursunda ölen çocuğunun hakkını aramazken, Aleviler çalıştaylara karşı kavga ederken ve Kürt çocuklar taş atarken… Kameralar tam o anda bize dönüyor ve kendimizi, Türkiye’yi o anda görüyoruz: Hep kavga ederken. Bu da ülkenin kendiyle ilgili bir kanaat oluşturmasına neden oluyor: “Biz birlikte yaşayamıyoruz!” Televizyonlarda kimse Atatürkçü bir kadının Ramazan Bayramı’nda evinde yaptığı baklavayı, okuduğu Yasin’i anlatamıyor. İslami kesimden bir genç de başı açık kızlarla “çıkmayı” nasıl istediğini… Ermenilerin de bu ülkede biraz Müslüman gibi yaşadığını, Kürtleri dünya üzerinde Türklere en çok benzeyen halk olduğunu…<br /><br />BENZERLİKTEN KORKMAK<br /><br />Hepimiz, birbirinden farklı toplumsal projelerin ürünüyüz. İslamcısından Atatürkçüsüne, Kürt’ünden Türk’üne… Hepimizin içinden geldiğimiz toplumsal projeye dışarıdan bakarak konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimize yaralarımızı göstererek tanışmak zorundayız. Niye birbirimizden saklanıyoruz? Farklılıklarımızdan korkuyoruz. Ama bu, meselenin sadece bir tarafı. Esasında korktuğumuz başka bir şey daha var: Benzerliklerimiz! Kendimizi “ötekinden” ayırmak için onunla olan benzerliğimizi de reddediyoruz. Biz aslında benzerliklerimizin ortaya çıkmasından da korkuyoruz. Ya birbirimize hepten karışırsak!<br /><br />“TÜRKİYE’NİN RUHU”<br /><br />“Türkiye’nin Ruhu” adlı romanına çalışırken kaybettiğimiz Oğuz Atay, Günlük’teki notlarında şöyle diyordu: “Bizim ‘ilk günahımız’ belki de budur: Kapalı sistem yarattıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur.” Hepimizin ortaklaştığı yer burası olmasın sakın? Tanışmaktan korkuyoruz. Birbirimizden artık korkmamaktan korkuyoruz. Yani korkusuz yaşamaktan… Ülke; Kürtlerden endişelenmemekten, İslamcılardan korkmamaktan, Atatürkçülerle barışmaktan ve daha birçok şey ile birlikte bu “dağınık fotoğrafın” normalleşmesinden korkuyor. Toplumsal kesimler tanışmak yerine, enerjilerini, karşı tarafın kendisinden sakladığı bi “ajandası” olduğu sanrısını bina etmeye harcıyor.<br /><br />KİBRİ GİZLEYEN “HOŞGÖRÜ”<br /><br />Toplumların psikiyatrisiyle ilgilenen Arno Gruen “Demokrasi Mücadelesi” kitabında şöyle diyor: “(Birbirimizi) anlamak, ancak çocukluk acılarımızı yok saymamakla mümkün olur. Bu önkoşul yerine gelmedikçe, ‘anlamak’ ancak ardında kibir ve küçümsemenin gizlendiği bir anlayışlı olma pozundan ibaret kalır.” Bugüne kadar yücelttiğimiz ve yapmaya çalıştığımız şey “hoşgörüydü”. Kibri ve küçümsemeyi, çatışmayı ve ilişkisizliği daha iyi gizleyen bir sözcük olabilir mi! Oysa yapmamız gereken, hoşgörünün yerine serinkanlı ve samimi bir tanışmayı geçirmek. Sakin olup, sadece bir parçamızı değil, bütünümüzü gösteren bir aynaya bakmak! Üstelik sadece yaralarımızı değil sevinçlerimizi, neşemizi, dostça selamımızı da görmeliyiz aynada. Hiçbirimiz yaralardan ve korkulardan ibaret değiliz nasılsa. Bir tür “derin barış imkânı” da var bu memleketin hamurunda. Olmalı.<br /><br />“MAHALLESİZLERLE” BAKMAK<br /><br />Bugüne kadar Türkiye, aynaya baktığını sanırken, duvarda asılı, 1923’te çizilmiş bir tabloya bakıyordu. Şimdi aynaya baktığımızda görüntünün ne kadar bulanık olduğunu görüyoruz. O görüntüye bakmanın zamanı geldi. Çocukluktan kurtulmanın, yetişkin olmanın önkoşulu kendi varoluşunun sorumluluğunu almaktır. Türkiye için bunun vaktidir. Bir kere de “mahallesizler” konuşsun. Kendi mahallesine mesafe alabilenler öteki mahalleye muhabbet duyanlar. Birlikte yaşamak isteyenlerin konuşma vakti geldi. Gelin kendimize onların serinkanlı gözleriyle ferah feza bir bakalım.<br /><br />Ne dersiniz? Tanışalım.<br /><br />‘Bizi severken devletten farkları yoktu’-2<br /><br /><br />HADİ canım!” Başörtülü dostum böyle dedi, Kemalist kadınları korkutabileceğini söylediğimde. Şöyle devam etti: “O kadar uzun süre kendimizi mağdur hissettik ki bizden korkacaklarına ihtimal vermiyoruz.”<br /><br />Mesele de bu: Taraflar birbirine “ihtimal vermiyor”. Çatışmanın iki tarafı da tedirgin. “Cumhuriyet elitinin” amansız ve içe işlemiş kibri varsa, mağdur koltuğundan aceleyle fail koltuğuna geçmiş muhafazakâr kesimin “Bana benze” diyen “tebliğ nezaketsizliği”. İki tarafın da itiraf etmediği korkuları var. Üstelik iki taraf da birbirinin korkusunu samimi bulmuyor. Atatürkçüler için iktidara gelmiş muhafazakârların “mağduriyet hissi”; muhafazakârlar için Atatürkçülerin kendilerinden gerçekten korkması inandırıcı değil.<br /><br />GÖNÜL ARKEOLOJİSİ<br /><br />Tek bir çaresi var: Herkes kendi “mahallesine” dışarıdan bakacak. Herkes kendisinin, mahallesinin bir toplumsal projenin ürünü olduğunu teşhis edecek. Empatinin ötesinde bir girişimden, bir tutumdan söz ediyorum. Tanışmadan bahsediyorum. Karşı tarafa dairmeraklarımız, korkularımız ve kanaatlerimiz üzerine bir kazı çalışmasından. Şimdi, buna cesareti olanlar konuşacak. “Kafa Dengi” programından tanıdığımız yazar Tarık Tufan, akademik ve edebiyat kitaplarıyla Taraf Gazetesi yazarı Cihan Aktaş, “Yaşayan Kuran” adlı devrimci sayılabilecek Kuran-ı Kerimmeal ve tefsirinin yazarı, İslami hareketin vicdanlı entelektüeli İhsan Eliaçık, son romanı “Rüya” ile birlikte birçok kitabın yazarı Ümit Aktaş ve kadın hareketi içinde kıymetli bir yere sahip Başkent Kadın Platformu kurucularından, Star Gazetesi yazarı aktivist Hidayet Tuksal Şefkatli… Hepsi hemkendi hemde öteki mahallede saygın isimler. Aynı nedenle de ikimahalle tarafından topa tutulan bağımsız entelektüeller. Yaşları tibarıyla da üç ayrı kuşaktan geliyorlar. Onlara “Büyük Tanışma”yı sordum. Hepsi umutla ve heyecanla destek oldular. “Ötekimahallenin gazetesine” konuşmanın tedirginliğine kapılmadan kalplerini açtılar.<br /><br />İLK İŞ AKP’DEN AYRILMAK!<br /><br />Konuşanlar, AKP’nin iktidara gelmesinin ardındanmahallenin iktidar çevresinde toplanmasıyla daha da “kıyıda” kalan isimler.Muhafazakâr mahallenin hızlı zenginleşmesi sırasında “iktidar sofrasına” tamah etmeyen İslamcılar. Onlar, eski mahalle arkadaşlarının hızla iktidara yaklaşma sürecine mesafe aldılar. Tarık Tufan bu meseleyi şöyle teşhis ediyor: “Kendimizle, geleneksel muhafazakârlık ve Yeşil Kuşak Projesi arasına nasıl birmesafe koyacağız? İslamcılar bu sorunun cevabını bulamadan, bu toprağın özgün İslamcı kimliğini oluşturamadan iktidara çağırıldılar.<br /><br /> Sağ-liberal-muhafazakâr siyasetin esiri oldular. 90’larda kültür, sanat, felsefe ile uğraşıyorduk şimdi iktidar ve piyasanın tamortasındayız. Bu iktidar alanlarını kullanmak kişisel dönüşümlere neden oluyor. Aynı safta namaz kıldığın adamla artık randevusuz görüşemiyorsun. AKP’nin sahip olduğu sivil bürokrasi yeni bir insan tipi üretiyor. Aynı cemaatemensup olduğu “kardeşiyle” ilişkisi değişiyor. Bir sürü insanın hayal kırıklığı vardır ama konuşulmuyor. Çünkü bunları şikâyet edenler komünistlikle suçlanıyor.” Cihan Aktaş AKP iktidarıyla kendileri arasındaki ayrımın dışarıdan hiç bilinmediğini şöyle anlatıyor: “Başörtülü olduğumiçin insanlar gelip şöyle demeye başladı: ‘Sizin tuzunuz kurudur şimdi. Bizim oğlana da bir iş bulsanız.’ Alakası yok tabii.” Eliaçık bu “karışıklığın” nereden kaynaklandığını tarihsel olarak açıklıyor: “Şimdi gördüğümüz birçok kişi, malını korumak için önce antikomünist, sonra ülkede bunu savunanlar dindarlar olduğu için Müslüman oldu. Hiçbir hoca sana şunu anlatmaz: Peygamberimizin en büyük sünneti mülksüzlüktür. ‘Üzerimde mülkiyet olduğu halde Rabbimin huzuruna gitmekten haya ederim’ demiştir. Zenginleri küstürürüz, vakıflarımıza, cemaatlerimize zenginler para vermez, diye korkup anlatmazlar. Peygamberimizin ‘Ticaret yapınız’ dediği de yalandır.Müşrik bir tüccarın sözü Peygamberimize mal edilmiştir. Peygamberimiz yoksuldu. Ama şimdi Başbakan yoksula ağlayamıyor. Adalet, doğadaki güçlü zayıf dengesini aynen korumak değildir. Bu, afyon dindir. Din, adalet, eşitliktir. Yoksulun derdiyle hemhal olmaktır. Biz diyoruz ki; ‘dindar zihin: Senin bilincinde, tarihinde bu var. Uyan.”<br /><br /> En yakıcı biçimde adalet kavramının tesisinde birbirinden ayrılan İslamcılık ve muhafazakârlığın Türkiye’deki tarihsel kardeşliğine(?) Ümit Aktaş’tan çarpıcı bir örnek geliyor: “İslamcılıkla muhafazakârlık ilk kez birbirine karışmıyor. 12 Eylül öncesi Ülker’de, önce grev sonra lokavt oldu. Sabri Ülker cemaatlere haber ulaştırdı. Bir sürü Müslüman genci asgari ücretle işe başlattı. Oraya gidenler bunu, İslami mücadelenin bir parçası olarak gördü. Ama muhafazakârlık sadece İslamcılıkla karışmıyor. Örneğin zon 8 Mart’ta komutanların eşleri Anıtkabir ziyaretinde eşlerinin rütbelerine göre sıralandılar. Çağdaşlık adına yapılan bir eylemde eşler kocalarının gölgesinde. Bu da muhafazakârlığın Kemalizm’le karışmasıdır.”<br /><br />MAĞDURİYETİN ASLI VAR MI?<br /><br />Öteki mahallenin en büyük şikâyeti iktidarın mağdur edebiyatı. Mağduriyet söyleminin aslı varmı? Nereden besleniyor bu söylem? Nasıl her seferinde, en yüksek rakımlı toplumsal statüdeki muhafazakârlar arasında bile karşılık bulabiliyor? “Mağduriyet hâkim psikolojidir” diyor Hidayet Tuksal Şefkatli, “Pratikte çok mağduriyet olmasa bile resmi alana hâkim olan duygudan dolayı böyle hissedildi. Hafızalarda, Kuran okuyan insanların hapse girmesi kaldı. Hiçbir zaman solcular kadar çekmediler ama azınlık gibi hissettiler. Sayıları çok olan bir azınlık gibi. AKP’yi iktidara getirenler azınlık gibi hisseden bu çoğunluktur.”<br /><br />SİNİK MÜCADELE<br /><br />Ümit Aktaş ise tarihsel perspektiften bakıyor “mağduriyet siyasetine”: “Mağduriyet politikası Osmanlı’dan başlayan bir kültürel deformasyondur. Örneğin Fethullah Gülen’in ağlamasının salt dini duyarlılıktan kaynaklandığını söyleyebilirmiyiz? Osmanlı’nın ürettiği mağduriyet üzerinden mazoşist bir direnme biçimidir bu. Halk sünniliğinin savaşı siniktir. Ne iktidarın tam karşısına çıkar ne de teslim olur.<br /><br /> İslamcılar, 12 Eylül’de solcularla aynı tırpanamaruz kalmadılar. Sol, İslamcıların daha sonra yürüyeceği yolu açtı. Devletin şiddetini onlar göğüsledi, İslamcıların böyle deneyimi, geleneği yoktu zaten.” 12 Eylül’de solcularla birlikte Mamak’ta “tırpandan” geçen İhsan Eliaçık, mağduriyet söyleminin tohumlarını, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, o yıllarda atılan toplumsal psikolojik tohumlara bağlıyor: “Devletin kronik önyargıları var. Cumhuriyet, Osmanlı’ya karşı kurulurken meşrulaşmak için ‘Osmanlı kötüdür’ demiş. Dini meseleleri de Osmanlı ile ilişkilendirmiş. Bu yüzden dine ait bir görüntü görünce ona ‘irtica’ diyor. <br /><br />‘Cumhuriyet eski düzene dönmeyecektir’ geriliminden kurtulmak lazım. Cumhuriyet, çağdaşların dindarlarla, Kürtlerle birlikte kurduğu bir şeydir. İslamcılarda da ‘Cumhuriyet bize karşı kuruldu’ gerilimi var. Cumhuriyet elitleri, dindarları, Kürtleri Cumhuriyet’e ortak etmekten kıskanıyorlar. Onların da ‘Size bunu yıktırmayacağız’ demekten vazgeçmesi lazım. Çünkümağduriyet, dışlanmışlık söylemi buradan kaynaklanıyor.”<br /><br />Tarık Tufan ise AKP’yi iktidara taşıyan genç kesime dair içeriden gözlemlere sahip. Vaktiyle bana sorduğu bir soruyla “Büyük Tanışma” yazı dizisi fikrinin oluşumuna katkı sağlayacak kadar çarpıcı gözlemler bunlar. Şöyle sormuştu Tufan: “Sence niye kişisel gelişim kitapları, yaşam koçluğu gibi kapitalizmin ürünleri en çok Müslüman gençler arasında rağbet görüyor? Bir dışarıda kalmışlık duygusu var onun dibinde.”<br /><br />BORDO CEKETLİLER<br /><br />Tufan’a bu zaviyeden soruyorum mağduriyetmeselesini. O da aynı kalp zaviyesinden anlatıyor: “İnsanlar çocuklarını kendileri gibi yetiştirmek istediği için imam hatip liseleri var. Herkes bilir oradan imam çıkılmayacağını. Öte yandan mağduriyet çift taraflıdır. Hakan Albayrak’ın bir dizesi vardır: ‘Bizi severken devletten farkları yoktu’ Devlet senin sakıncalı olduğuna hükmeder, kadınların önü kesilir. <br /><br />Muhafazakârlar da bunu kabul eder. Cemaatlerin çocuklarının okumalarını tek yönlü hale getirir, farklı bir dünyaya kulak kesilince totaliter yöntemler uygulanır. Ali Şeriati ile Kafka’yı aynı anda tanımaya izin vermezler. Avukat, doktor olursun yine de imamhatipli olduğunu saklamak zorunda kalırsın. İçki içmediğini, namaz kıldığını saklayanlar olmuştur. Örneğin en fiyakalı olmaları gereken gençlik yıllarında hacı amcaların kimseye satamadığı o bordo kumaşlardan yapılan ceketleri giyer bu çocuklar. Bu bile bir kırgınlık yaratır. Ve şimdi o kırgınlıkla<br />iktidarlar.”<br /><br />Peki öteki kırgınlıklar? Mahalle içi kırgınlıklar yani? Karşı tarafa malzeme olur diye anlatılmayan. Onlar da yarına…<br /><br />Mahallelerin karşılaşma anlarından konuşuyoruz. Ben, Nihal Bengisu Karaca ile yaşadığımız likör hadisesini anlatıyorum. Likörü Nihal’a uzattığım anda karşılıklı manasız bakıp kalışımızı. Benim likörü içkiden saymamamı, içki içilmediğine “ihtimal vermememi”, Nihal’in de buna gülecek kadar bu sürçmeyi samimi bulmasını. Giderek herkes güldüren-düşündüren karşılaşmalarını anlatıyor. Tarık’ın Romanlarla yediği yemekte yaşadığı ikram hadisesi şöyle: “Adam elinde birayla geldi. ‘Abi’ dedi, ‘Senin içki içmediğini bildiğim için sana bira getirdim’. Güldüm tabii, ne yapacaksın?”<br /><br />İhsan Eliaçık’ın bürosuna her kesimden insan geliyor. Solcu ateistlerle İslamcılar birbirine karışıyor. İslamcılardan biri solcu ateistin vicdan, merhamet gibi kavramlardan söz ettiğini duyup da söylenenleri fazlaca onaylamaya başladığını hissedince sinirleniyor: “Sen de ne biçim ateistsin kardeşim!”<br /><br />Hidayet’in ki ise o kadar eğlenceli değil: “8 Mart yürüyüşü yapılıyor, 2005’te. Bir grup başlarına küçük, kırmızı sembolik başörtüleri örtmüşler. Kortejde biz onların arkasındayız. Başörtülüyüz ya bizimle karıştırılmaktan korktular. Komiteye söyleyip yerlerini değiştirdiler. Öte yandan da polisten başka bir baskı. Onlar da ‘Bu solcularla aynı yerde olursanız başörtülü demez, size de aynı muameleyi yaparız’ gibi bir muamele. Enteresan değil mi?”<br /><br /><br /><br />İslamcılar da değişir!-3<br /><br /><br />Her kesim, televizyonlarda en uç örnekleriyle temsil ediliyor. Her kesimin “Cevherini” taşıyan kişiler ise ekranlardan kaçmaya özen gösteriyor. Çünkü herkes, kendi mahallesindekiler hakkından söyleneceklerden çekiniyor<br /><br />TÜRKİYE’de hiçbir kesimin birbirinden yeterince haberdar olmamasının nedenlerinden biri her kesimin ekranlarda genellikle en uçtaki, hatta bazen utanç verici örnekleriyle temsil edilmesi. Buna bağlı olarak da her kesimin ‘cevherini’ taşıyan kişilerin ekranlarda görünmekten hayâ etmesi. Ama bunun bir nedeni daha var: Herkes kendimahallesinde hakkında söyleneceklerden çekiniyor.<br /><br />Karşı tarafın mecralarında konuşurlarsa söylediklerinin ‘düşman’ tarafından kullanılacağına dair bir baskı var. Bu, hemen her kesimiçin geçerli olduğundan, aslında konuşması gereken serinkanlı, sağduyulu figürler arasında, dolayısıyla damahalleler arasında hakiki anlamda bir iletişim gerçekleşemiyor.<br /><br />Bu engeli aşıp, karşı tarafça kullanılır endişesiyle İslamcıların hiç anlatılmayan mağduriyetiyle devam ediyoruz. Karşı tarafın haberdar olmadığı kırgınlıkla…<br /><br />“Yaşayan Kuran” tefsiri vemealinin yazarı İhsan Eliaçık, Kafa Dengi programının yapımcısı ve sunucusu Tarık Tufan, yazar-akademisyen Cihan Aktaş, Yazar Ümit Aktaş, Başkent Kadın Platformu’nun kurucusu Hidayet Tuksal Şefkatli…<br /><br />‘GAZALİ’NİN KİTABI 15 GÜNDE BUNALIMA SOKAR!’<br /><br />Eliaçık, mahalle içi baskıyı sorunca, 1960’lara, Cumhurbaşkanı’nın da memleketi olan Kayseri’ye, muhtemelen ortak yaşadıkları çocukluk sıkıntılarına dönüyor:<br /><br />“Saç uzatmak, favori bırakmak isterdim, top oynamak. Hepsi ‘gâvurluk’! Bunlar kırar bir çocuğu. Mesele şu: Dindarlar dini ritüel olarak görüyor. Devlet de dine böyle rol biçmiş. Herkes topyekûn ittifak etmiş. Din; vicdan, adalet ve merhamettir. Namaz kılan değil, vicdanlı olanmümindir.” Eliaçık, birden çocukluğundan kızlarının çocukluğuna, bugüne geliyor:<br /><br />“Bugün de benzer şeyler var. Kızlarımı gönderecek okul bulamıyorum. Yazın kursa gönderiyorum. Geliyor, başını sıkı sıkı örteceksin filan… Cinsellik odaklı, saplantılı bir eğitim. Oysa dinin özü doğruluk, dürüstlük, yalan söylememek. Bunları öğreteceksin. Orada da birmağduriyet yaşanıyor. Gerilim içinde yaşayan çocuklar büyüyor.Mesela bütün dindar evlerde vardır Gazali’nin kitabı, İhyâ’u Ulûm’id-dîn. Bunu okuyan bir genç 15 günde bunalıma girer! O yasak, bu günah… Mağduriyet meselesinde, kadınların mağduriyeti daha fazla oldu hep. Kadınlar hem dindar erkeklerden mağdur, hemde okula gidemiyorlar.”<br /><br />İSLAMCI MAHALLENİN FAHRİYE ABLA’YA HOŞGÖRÜSÜ<br /><br />Birçok kişiden dinlediğim birçok hikâyede “mahalle içi” ötekileştirmenin dışarıya karşı geliştirilen ötekileştirmeden çok daha sert olduğunu duyuyorum. Sadece İslamcı mahallenin kadınlarına değil, aynı zamanda mahallenin ortalaması gibi düşünmeyen erkeklerine karşı da ötekileştirme çok şiddetli.<br /><br />Hatta İslamcı edebiyatçılardan biri şöyle diyor: “İçeriden biri eğer bir ‘yanlış’ yaparsa, ‘kâfirden’ çok daha ağır bir baskıyla karşılaşır. Çünkü İslamcı ve muhafazakâr mahalleler kendilerinden olmayana daha açıktır, onların onayını beklerler. Dolayısıyla Kemalistlerin belki de korkmasına gerek yok. Çünkü onlara hiçbir zaman çok sert bir tepki gösterilmez.”<br /><br />Müslüman entelektüel, başı açığa iltifat, kapalıya akıl verir<br /><br />Özellikle Müslüman entelektüel çevrelerde, “dışarıdan” gelen, mahalleye sıcak yaklaşan başı açık bir kadın, izzet ve iltifatla karşılaşırken mahallenin içinden olan başörtülü bir kadın aynı oranda mültefit olamıyor. Yani “mahallenin bacısı” ikinci planda kalırken, mahalleye gelen “Fahriye Ablalar” sitayişle karşılanıyor. Başı açık kadınlar yeni ele geçirilen iktidarın bir parçası olarak mı görülüyor? Yoksa bu da bir “onay alma” derdi mi? Bu sorulara mahallenin kendisinin cevap vermesi daha doğru.<br /><br />BAŞÖRTÜLÜ OLUNCA<br /><br />Başörtülü kadınlar mahalle içinde bunu yaşarken Cihan’ın ve Hidayet’in anlattıkları, kırgınlıklarının devamlılığını gösteriyor.<br /><br />“Çok okumaya çalıştım. Hep kendimi geliştirdim. Benim zihnim analitik” diyor Cihan, “Ama sırf başörtülü olduğum için ‘akıl verme’, ‘yol gösterme’ ve giderek ‘haddini bildirme’ tavrı ile karşılaştım. Başörtüm olduğu için akıl verilmelidir çünkü bana! Bu çok kırıcı bir şey. Ama giderek zayıfladı bu. 20 yıl önceki gibi değil artık.” Hidayet öyle demiyor ama:<br /><br />“ODTÜ’de başörtüsü ile ilgili bir seminer oldu geçenlerde. Başörtülü kızlar sokulmadılar oraya. Kendileriyle ilgili seminere arka kapıdan girmeye çalıştılar. Ne kadar utanç verici onlar için. Mesela arkadaşlarım inanmıyordu çalışmak için gittiğim Bilkent Kütüphanesi’ne sokulmadığıma. Kapıdaki kadın her seferinde ‘Peruğunuzu takın’ diyor. Peruk taşımadığımı söylüyorum ve geri dönüyorum.”<br /><br />BİLGİYE ENGEL<br /><br />Bu söylediklerini duyan bir Kemalist kadının “Bir kadının bilgiye ulaşması nasıl engellenir!” tepkisi vermek yerine “Niye her seferinde deniyor acaba?” şüphesine düşebileceğini söylüyorum. Hidayet cevap veriyor:<br /><br />“Bu durumu anlamak biraz güçtür karşı taraf için. Çünkü başörtünü çıkarsan ayrımcılığın nesnesi olmaktan kurtulacaksın. Bu yüzden insanlar senden başörtüsünü çıkarmanı beklerler. Zenciden beyazlamasını ya da Yahudi’den din değiştirmesini beklemezsin ama başörtüsü takılıp çıkarılan bir şey olduğu için insanların ilk tepkisi çıkarmanızı beklemek oluyor. AKP iktidarda olduğu sürece insafa gelmezler. Çünkü First Lady’yi görüyorlar. Ama onun başörtüsü bizim hayatımızda bir şey değiştirmiyor.”<br /><br />İÇİNİ YAKAN GÖZLEM<br /><br />Tarık ise “içini yakan” bir gözlemini paylaşıyor:<br /><br />“23 Nisan şenliklerine katılmış çocuklarıyla üç başörtülü kadın. Muhtemelen varoştan geliyorlar. Bağdat Caddesi’nde oluyor olay. Klasik laik teyzeler de yürüyüşe çıkmışlar. Şunu dediklerini duydum: ‘Bunlar eskiden buraya gelmeye cesaret edemezlerdi.’ Ama elbette başı açık kadının da benzer bir aşağılanmayı karşı mahallede yaşadığını duyabiliriz.” O zaman gelelim o konuya. İslamcı mahalle de “açık” bir kadına “yol göstermeye”, “akıl öğretmeye” çalışır mı tıpkı Kemalistlerin Cihan’a yaptığı gibi? Daha açık konuşalım.<br /><br />TEBLİĞE MUHTAÇ KADINLAR<br /><br />İslamcı, başı açık bir kadında ne görünür? Tarık gülüyor:<br /><br />“Tebliğe muhtaç olduğunu düşünürler. Yardıma muhtaç duygusuyla yaklaşırlar.”<br />İhsan Eliaçık daha da sert şeyler söylüyor:<br /><br />“Aşırı dar gruplar Atatürkçüleri dinsiz görür. Dinî düşünen zihinde ötekileştirme çok şiddetli oluşur. Atatürkçü gerici, mürteci der. Ama dindar -bu Arap dünyasındaki din düşüncesidir- kâfir der. Kanı, malı, canı helaldir. Dinî düşüncenin handikapı budur.”<br /><br />Tarık da aynı fikirde: “Tanrı adına konuşma yetkisini elinde tuttuğunu sanan insanın nasıl acımasızlaşabileceğini tahmin bile edemeyiz. Onlar benim gibi bir Müslüman’ı da ötekileştirecek kadar dinin kendilerine ait olduğunu sanabilir. Bunu yapmak zorundalar. Çünkü her cemaat aynı zamanda bir ekonomik yapıdır. Kendi inanma biçimini mutlaklaştırması gerekir ki o ekonomik ağ, iktidar devam etsin.”<br /><br />‘Cumhuriyet Mitingleri’ni anlamak gerek<br /><br />Hepsi karşı taraftan nezaket beklemeden nezaket gösterecek kadar zarif insanlar oldukları için kendilerini karşı mahalleye koyup oradan da bakıyorlar meseleye. Tarık Tufan, faşist olmakla suçlanan Cumhuriyet Mitingleri hakkında şöyle konuşuyor: “Bu kadar insanın tepkisini manipülasyon olarak geçiştiremeyiz. Mutlaka sahici korkuları var. Varoluşunun temel değerlerinin ortadan kalkacağı korkusu. Yerel uygulamalarda böyle tehditler oldu. Bunlar çıkarcı zihnin ürettiği bir şeydir. Kendini bilgi ile tanımlayan İslamcı ideoloji böyle bir nezaketsizliğe düşmez.”<br /><br />Ümit Aktaş ise korku meselesinin ötesine geçip karşı mahalleden beklediği duyarlılığı anlatıyor:<br /><br />“Korkunun haklı nedenleri olabilir. Ama bu korkunun ‘Mahallede içki satılmıyor’ gibi şikâyetlerle açıklanmasına şaşıyorum. Daha farklı, daha üst düzeyde bir duyarlılık bekliyorum.”<br /><br />Cihan Aktaş “yarı aydınlardan” korktuğunu söylüyor kendi adına: “Ümmilik ve okurluk. Bu ikisinin arasındakiler çok korkunç. Ümmilerin iktidar tarafından yozlaştırılmamış, kalp gözüyle görme marifetleri var, iletişim kurabilirsiniz. Okur insanla da derinleşebilirsiniz, paylaşabilirsiniz. Ama aradakiler, sadece şartlanmalarını pekiştirecek şeyleri okuyanlarla konuşmak çok zor. Her şeye<br />rağmen onların da bu tartışmada olması gerekiyor.”<br /><br />GÜLEN GRUBU NASIL DEĞİŞTİ?<br /><br />Korkular nedeniyle görülmek istenmiyor belki. Ama Türkiye’de herkesin değiştiği bir dönemden geçiliyor. Peki İslami mahalle nasıl bir değişimden geçiyor? Bu kesimi kadınlar ve sadece onların görünümü üzerinden tartışmak kabalık ve cahillik olsa da Hidayet’in söyledikleri kendinden öte bir değişimin sinyallerini veriyor: “Dindarlar da değişir. Örneğin Fetullah grubunun kadınları 80’lerde çenelerini de kapatırlardı. Grup içindeki fetva değişmemesine rağmen pratik değişti. Yazarlar Vakfı kurulduktan, Nevval Sevindi’nin Aktüel’deki fotoğrafları yayınlandıktan sonra bir şey oldu. Cemaatin saygı gösterdiği bir ismin açık pozlarını gördüler. Refah’ın ve Fethullah Hoca’nın sarışın kadınları vitrine koyduğunu gördüler.<br /><br />Bunlar altta bir şeyi kırdı. Çünkü başörtülü örtünürken açık kadını ‘ötekileştiriyordu’. ‘O, günah işliyor’ diyordu. Ama örtünmeyi öğütleyen cemaatin senin geçmişte bıraktığın halindeki bir kadına saygı gösterince… E o zaman sen niye örtündün? Birden açılma başladı. Eskiden, gazetelerde ‘Yüz tüylerimizi alabilir miyiz?’ diye sorulurdu, ‘Alınmaz’ derlerdi. Ama Fethullah grubu 28 Şubat’tan sonra kendi grubundaki bütün öğrencilere ve öğretmenlere başını açtırdı.”<br /><br /><br /><br />KÜRTLERİN KALBİNDEKİ ÇARK-4<br /><br /><br />‘İNSAN ‘BENİM’ DEMEYE KORKAR’<br /><br />ZULÜM, isyan ettirmez. İnsanın kendinden büyüktür sabrı. Ama zulüm, insanı insanlıktan çıkarır. İnsan sefaletini görür, utanç biriktirir. İnsan zulme değil bu utanca katlanamaz. Utançtan kaçmak için bütün yollar tükendiğinde isyan başlar, ondan önce değil. Kalabalıklar, liderlere değil bu utancın dayanılmazlığına iman eder. İşçiler de, yoksullar da, halklar da, işgale uğramış ülkelerin ulusları da ayaklanarak bu utancı savmak isterler.<br /><br />Mazlum ayağa kalktığında ilk öğreneceği ders, zalim kadar sert olma mecburiyetidir. O sertliğe anlam katmak için kendi şiirini ve destanını da yazacaktır. İnsanı, söz harekete geçirir. Destanlar, kahramanlar, mitler, kültler zamanla birikir. Direniş, bir hayat alanına dönüşür. Artık dışarıda kalanlar, halkın değil, utancın parçasıdır. Çark, çalışır. Otorite, direnişçiyi şeytanlaştırdıkça dönüşüm hızlanır. Artık Diyarbakır’daki bir çocuğun ‘gerilla’ olmayı istemekten başka çok az seçeneği kalmıştır…<br /><br />Olup biteni anlatmak için çok geçtir. Ayağa kalkmanın nedeni olan o eski, ilk hikâyeyi anlatmak için her zaman çok geçtir. Bir Kürt’ün hikâyesi sustuğu yerde başlar. Acı hikâyesini anlatırken bir yerde durup “Neyse…” der. Sonrasını kaldıramayacağınızı düşünür. Ortadoğulu bir gelenektir, en korkunç şeyleri anlatırken gülmeye çalışacak, sizi güldürmek isteyeceklerdir. İnsan ‘dağılırsa’ bir daha toparlanamayacağı için, Diyarbakır’da nice kan hikâyesi şakalar arasında anlatılır. Birbirlerine anlatmazlar bunları, nasılsa herkes aynı yerden geçmiştir.<br /><br /> Ötelerden gelen kimse de öncesini sormayınca… Anlatılmaz yani aslında hikâye. Neyse…<br /><br />Bu, hikâyenin “Neyse”den sonraki kısmıdır. Apo’nun bir saç teli için 12 yaşında çocuklar niye 20 yıl hapis yatar, delikanlılar niye bir gün ortadan kaybolup dağa gider, bu insanlar Newroz’da neden dökülürler meydanlara, o lastikler şehrinizin kenar mahallelerinde niye yakılır, gökdelen sahibi olacak kadar ‘asimile olmuş’ bir Kürt işadamının bile niye sesi titrer mesele çocukluğuna gelince ve Kürtçe yemin etmek için Meclis kürsüsünde niye bir ömür hapis yatılır? Anlatılanlar, yaranın öfkeye dönüşüp silahlanmadan önceki halidir. Tam kalbidir.<br /><br />Kürt meselesini bildiğimizi sanıyoruz, oysa hiçbirimiz bilmiyoruz bir Kürt nasıl büyür. Çocukluk yaraları ya büsbütün susmaya ya da bağırmaya nasıl dönüşür. Kürt olmayan biri yaşananları anlayabilir mi? Bu, o uzun cevaba bir giriştir<br /><br />ALTI genç avukat, gülüyorlar. Konu, ilkokul hatıraları. “Tuvalet” denemediği için ilkokulda üç yıl yenen “taze badem dalından” sopa, “her bir Kürtçe sözcük için birleşmiş parmak uçlarına bir cetvel” uygulaması, çocuklara evlerde Kürtçe konuşulmaması için yaptırılan ajanlık… “Biz nasıl iş güç sahibi olduk” diyor Mahsuni, “Bazen hayret ediyorum düşününce”.<br /><br />“Bilmiyorlar” diyorum, “Anlatsanıza, Kürt bir çocuk nasıl büyür?” Öfkeleniyor Ahmet:<br /><br />“Ben onca şey yaşamışım. Anam babam kardeşlerim… Bir de bunları anlatmak zorundayım, öyle mi? Bundan büyük aşağılanma var mı? Bir de ispatlamak zorundasın çektiğin acıyı.”<br /><br />BÜTÜN KÖYE DAYAK<br />Söz yumuşuyor, “sıkışmayı” anlatıyorlar. PKK tarafından öldürülen, çok sevdikleri öğretmenlerini, sonra aynı öğretmenin ölümü yüzünden askerden, “konuşturulmak” için yedikleri dayağı. Ne zaman düşse sesleri, biri muhakkak gülünecek(!) bir şey söylemek zorunda hissediyor kendini:<br /><br />“Köpeklere taktılar bir ara. ‘Aldığımız istihbarata göre, gerilla gelince köpek havlamıyor, asker gelince havlıyor’. Haydi bakalım bütün köy dayağa!”<br /><br />‘SIRITAN ÖKÜZE DÖNDÜK’<br />Başka bir gülünç(!) hikâye: “Otobüsle köye gidiyorum. Asker durdurdu. Yanımdaki yaşlı adam hemen çıkardı kimliğini. Ben de kızdım amcaya, daha sormadan kimlik çıkardı diye. ‘Yiğenim’ dedi, ‘Sen yaşlı öküzün hikâyesini bilir misin? Yaşlı öküzü pazara çıkarmışlar. Her gelen dişine bakıyor. Sonunda öküz kimi görse sırıtmaya başlamış. Bizi de öyle ettiler!’ Ne anlatalım şimdi biz sana! Böyle sessiz bir kuşakla silahların Arasında…”<br /><br />Yaşayabilmek için unuttukları hikâyeler birbirini çağırıyor gülüşme arasında: “Feyzo’yu hatırlıyor musunuz? Hani bütün köyü dövüyorlardı yine. Sıra Feyzo’ya geldi. Asker soruyor. ‘Feyzi sen misin?’ Feyzo bağırıyor: ‘Allah etmesin komutanım!’” Kahkahalar arasında buz gibi bir cümle: “Yani sonunda insan ‘Benim’ demeye korkar, anladın mı? Neyse…”<br /><br />Apo neden sevilir?<br /><br />BATI’daki birinin Kürtlerle ilgili anlamakta en çok zorlanacağı şey Abdullah Öcalan’a duyulan eşsiz sadakattir. Üstelik kan hikâyeleri üzerine gülebilen bu insanlar sıra ona gelince bir tek fıkra uydurmamışlardır. Bir bakıma kutsaldır. Neden? Örgütü çok eleştirmiş biri olarak Nebahat anlatıyor: “Dilan diye Sasonlu bir kız vardı. Bir toplantıda, örgüt de, Öcalan da eleştiriliyor. Kalktı ayağa, bağırdı: ‘Öcalan’a laf ettirmem. Bizi o gelene kadar adam yerine koymadılar.’ Onun sayesinde adam yerine konduklarına inanmışlar.” Dağınık bir biçimde boyun eğerken birleşip direnmenin simgesi olarak kabul edildiği için ve bir daha dağılmak yok olmak anlamına geleceği için… Avukatlara soruyorum, ‘önderlikle’ ilgili ne düşündüklerini: “Onu hepimize ayrı ayrı soracaksın, ayrı bir yerde.” Birbirlerinden sıkılıyorlar sıra Apo hakkında konuşmaya gelince. Kolay değil. Saygı? Korku? Gülümsüyorlar. “Neyse” diyorlar, “Orayı geçelim.” Kürt siyasetinin en saygın isimlerinden birine soruyorum aynı soruyu. Şöyle açıklıyor: “Apo olmazsa bir değil on PKK olur. Kürt halkı birbirini ve Türkiye’yi kurşunlamaya başlar. Bizim hiçbir surette bölünmememiz için onun olması gerek.”<br /><br />‘Kürt olduğumuzu döverek öğrettiler’<br /><br />“KÜRTLERDE şoförün protokoldür, sen öne oturacaksın.”<br /><br />Mahmut Ortakaya, Diyarbakır’da beni öne bindirmek için kapıyı açtığında gülerek anlatıyordu:<br /><br />“Buralarda insan taşımacılığı kamyonla başladığı için, arkada da denkler ve hayvanlar olduğundan, Kürtlerde şoförün yanı hâlâ protokoldür. Geç bakalım.”<br /><br />Doktor Ortakaya’nın, Türkiye İşçi Partisi kuruculuğundan Helsinki Yurttaşlar Derneği üyeliğine varan bir siyasi geçmişi var. Bu toprakta ne olmuşsa onda da olmuş. Tarihin üzerine yükselip olup bitenlere evrensel değerlerin serinkanlılığıyla bakan bir tabip, bir Kürt bilgesi demeli ona. Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilirken “Siz bu insanlara dışkı yedirirseniz biz onlara tuvaletten sonra el yıkamayı nasıl öğreteceğiz!” diyecek kadar dertle kıvamlanmış bir ‘teessüf dili’ var. Kürtler hakkında bilinmeyenlerin protokol incelikleriyle sınırlı olmadığını o da biliyor: “Türklerin bilmediği en önemli şey, Kürtlerin Türkleştirme serüveninde çektikleridir.”<br /><br />Yeniden gülüyor: “Hıyarın bile GDO’suzunu istiyor. E o zaman Kürt’ün niye genetiğiyle oynuyorsun?” Bu gülüşme arasında epey zor oluyor ama gerilere, onun hikâyesine gidiyoruz nihayet: “İstiklal Marşı okunurken arkadaşım beni gıdıkladı. Hayvan bağırsağından kamçıları vardı. Bir ton dayak! Bak ben sana bir şey diyeyim: Ben o zaman Kürt olduğumu bilmiyordum. Kürt olduğumuzu onlar biliyordu. Şimdi anlıyorumonların bildiğini. Bize de döve döve öğrettiler.”<br /><br />‘KÜRDÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM’<br /><br />“Çocukları ırkçı yapmaya hakkımız yok” diyor Mahmut Hoca, “‘Kürdüm, doğruyum, çalışkanım’ kalıbına da dökemezsiniz çocukları.”<br /><br />Ve kendi çocukluğunun nasıl bir kalıba döküldüğünü anlatıyor: “60 ihtilalinden sonra liste verdiler. ‘Bu köyde bu kadar silah var, bu silahlar gelmezse…’ Gelmeyince köyün erkeklerini soydular bir yere kapattılar. Sonra kadınları getirdiler. Birden erkekleri dışarı salınca… Böyle çok tiyatro oynatmışlar bize. Seyit Rıza’nın DersimKatliamı’nda söylediği gibi, ‘Ayıptır, günahtır, zulümdür.’ Ama sen yine de şöyle yaz… Neyse…” Nedir işte o ‘neyse’nin sonrası? “Yaz işte. Kürtlerin en yakın dostu Türklerdir. Ama bu dostluğun onurlu olması gerekir.”<br /><br />Kederli bir es:<br /><br />“Vicdan, insaf… Bunlar insanın hasletleridir. Okumuş olmaya gerek yok. Anlar yani, yaşanılanları bilse… İnsan, anlar.”<br /><br />GÖKDELENİN TEPESİNDE ‘NEYSE’<br /><br />İstanbul’un gökdelenlerinin en tepesinde bir Kürt, tuzu kuru. Bir elinde purosu, bir elinde verdiğimaaşların bordrosu. Ne derdi olabilir? “Susarsın” diyor, “En tepelerde adamlarla büyük paralar konuşurken birden televizyonda bir haber çıkar. Adamlardan biri Kürtlere bir küfür sallar ve sen susarsın. Tatsızlık çıkmasın diye. Ya da… Neyse…” “İnsan benim demeye korkar” yani. 7 yaşında cılız bir çocukken bir köyde ve 70 yaşındayken kalantor olsan bile bir gökdelenin tepesinde.<br /><br />‘Her şey PKK ile başladı sanıyorlar, halbuki…’<br /><br />“NE tuhaf” diyor Nebahat, Hasanpaşa Konağı’nda, “Hepimiz bu dili dayak yiye yiye öğrendik. Şimdi bu dilde edebiyat, siyaset yapıyoruz. Kim bilir, belki de yaralarımızı hiç anlayamayacağız.”<br /><br />Nebahat Akkoç, Time Dergisi’nin yüzyılın 100 kahramanı arasında saydığı isimlerden. KAMER’in (Kadın Merkezi) kurucusu. Öğretmen eşi 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’ne girdi, 1993’te de faili meçhul cinayete kurban gitti. İki çocuğunu yalnız büyüttü, onlarca kez gözaltına alındı, işkence gördü. Yani Kürt coğrafyasında PKK’ya da devlete de aynı mesafede duran bir insanın “normal” hayatını yaşadı.<br /><br />“Türklerin bilmemesine en çok kırıldığın şey nedir?” diyorum. “PKK öncesi. Her şey PKK ile başladı sanıyorlar” diyor. “Halbuki…”<br /><br />KÜRT ÇOCUK ONLARCA TOPLU DAYAK GÖRÜR<br /><br />Silvan. Nebahat küçük, askerler arama yapıyor. Kısa saçlı kız kardeşini erkek sanıp evin altını üstüne getiriyorlar. Gittiklerinde Nebahat da peşlerinden diğer çocuklarla birlikte. Köy meydanını görmek için bir yere saklanıyorlar. Bütün köyün erkeklerini toplamışlar yerde süründürüyorlar, sonra dövüyorlar. “Bunu Kürt bir çocuk büyüyene kadar en az onlarca kez görür” diyor Nebahat, “Babasının dövüldüğünü, annesine küfredildiğini. Bu, PKK meselesi değil. O öfke orada zaten.” O da aynı şeyi söylüyor: “Çocuklarıma hayret ediyorum. Nasıl büyüdüler, nasıl iş güç sahibi oldular.”<br /><br />Neden?<br /><br />90’lar. Çocuklar üniversiteye hazırlanıyor. Nebahat bulabildiği en kalın siyah kumaştan perde alıyor. Polisler evde yok sanıp gitsinler. Çünkü eşinin ölümü için mahkemeye başvurmuş, durmadan gözaltına alınıyor ve her alınışında…<br /><br />“Her seferinde işkence. Eve her dönüşümde çocuklar halimi görmesin diye… Neyse…”<br /><br /><br /><br />‘Alevi Açılımı mı, Sünni çalımı mı?’ sorusunun ötesinde…-5<br /><br /><br />Bir Alevi açılımı hikayesi… Kayseri-Sivas yolu üzerinde bir Alevi köyü. Açılım heyecanına kapılan köylüler yıllar sonra cemevini yeniden gündeme alırlar. Arazi tamamdır. Para için Kayseri Müftülüğü’ne, Diyanet İşleri Başkanlığı’na başvurulur. <br /><br />Cevap: Red! Almanya’daki hemşeriler imdada yetişir: “Masrafı bizden, siz inşaat izni alın yeter.” Köylü bir umutla başvuruyu tekrarlar. Yine red! Derken muhtarın aklına bir fikir gelir:<br /><br />“Anadolu mozaiğini yaşatmak için bütün dinlerin ibadet edebileceği bir kültür merkezi!”<br /><br />Mimari çizimlere şahsen başlar. Hedef: 200 nüfuslu Alevi köyüne, cemevi, camii, kilise ve sinagog olan bir kültür merkezi kurmak!<br /><br />Köylü “Hıristiyan’ı boş ver, köyde Sünni bile yok, kiliseyi n’apalım?” diye sorup, Almancılar da “Buna para vermeyiz” deyince… Muhtar istiareye yatıp yeni fikirle kalkar. Nüfus kütüğünü tarayıp Kore savaşı sırasında şehit olan bir askerin köydeki kaydını bulunca… Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsun! Şimdi köyde cemevi yerine çitle çevrili, ortasında Türk bayrağının dalgalanan bir şehitlik var.<br /><br />Türkiye’de Alevilerin “açılımdan” sonraki hali, Zeynep Erdim’in bianet.org haber sitesinde yazdığı bu gerçek hikayeye benziyor. Alevilerin bir kimlik, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din derslerinin kalkması için başlayan açılım süreci, din dersinin ilkokul 1. sınıfa kadar indirilmesiyle sonuçlandı. Bu yüzden Aleviler içinde Alevi açılımına “Muaviye Açılımı”, “Sünni çalımı” diyenler çoğunlukta. Üstelik açılımın Aleviliğin tarifi talebi de işleri karıştırdı.<br /><br />Kerbela’dan darağacındaki Pir Sultan Abdal’a, Dersim Katliamı’nda “Ayıptır, zulümdür, günahtır” derken asılan Seyit Rıza’dan, 70′i çocuk yüzlerce masumun katledildiği Maraş Katliamı’na, bir Hıdırellez günü Deniz ve Yusuf ile birlikte idam edilen, arkadaşları arasında, Alevi olması sebebiyle “Dede” adıyla bilinen Hüseyin İnan’a ve en son Sivas Katliamına… Kendini, kayıpları ve direnişiyle tarif etmiş bir toplumu, cemevlerine ideolojik galoşlarla girerek tanımak, aynı galoşlarla tarif ederek anlamak mümkün mü? Alevilerin tarihi kırgınlıklarının ötesinde bugün bu yarada atıyor kalpleri. Türküler yaktıkları yarıları, sol yarıları, tarifin dışında kalıyor.<br /><br />“Bir daha mı anlatayım kendimi!”<br /><br />Alevi toplumu, iktidarla “açılım” sofrasına oturmanın dağınıklığını yaşarken kendilerini, hakikatlerini anlatmalarını istenince…<br /><br />“Kendimizi yeniden anlatmak… Bana en çok dokunan bu. Diyor ki mesela ‘Benim Alevi arkadaşım var.’ Ne bu şimdi? ‘Normalde olmaz’ der gibi. Mum söndü hakaretine, ‘Yok böyle bir şey, yapmıyoruz’ demek bile aşağılayıcı. ‘Gelin cemimize bakın’ lafları… Bunlar rencide edici şeyler. Bunca yıl korunmak için saklanmışsın, katliamlardan geçmişsin. Şimdi diyorlar ki ‘Hele bi’ anlat kendini bakalım’.<br /><br />Arif Sağ, elini masaya vura vura konuşuyor. Duvarlarda bağlamalar. Hepsinin yumruğu havada…<br /><br />“Açılım sofrası” o sağ yumruğu görmüyor, Alevilerin söylemedikleri, kalplerindeki mesele bu. Aslında bir Alevi dedesi olan, ama dedelik etmeyen Şair Haydar Ergülen bu yüzden “Aleviliğin rejimle ilgili bir meselesi var” diyor:<br /><br />“Öncesinde de vardı, açılımda da aynı tutum devam ediyor: Aleviliği Sünnileştirme eğilimi! ‘Hepimiz Ali’yi seviyoruz’ demek bile Sünnileştirmenin bir yöntemi olarak kullanılıyor. ‘Dünya Türk, Aleviler Sünni olsun’ anlayışının devamıdır bu. Örneğin bu yüzden MHP Alevi adaylar çıkarır seçilmede, AKP’nin bu yüzden Alevi milletvekilleri vardır.”<br /><br />Ama açılımla birlikte iktidarla Aleviler arasında diyalog sürecine girildi. Bu uzlaşma masasına oturunca Sünnileştirme operasyonuyla “uzlaşma masasına” mı oturulmuş oldu?<br /><br />Arif Sağ, dağ gibi sesiyle kızıyor:<br /><br />“‘Arif Sağ Başbakan’la niye aynı masaya oturdu?’ Çünkü ülkemi seviyorum arkadaş! Başbakana oy vermeyeceğim, o da biliyor bunu. Ama bu, onun bu ülkenin başbakanı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tayyip Erdoğan diyor ki “Bu proje parti projesi değildir, devlet projesidir”. Aksi olana kadar buna inanmak zorundayım. Benim bir ömür ideolojik bir duruşum olmuş, başbakan’ın gözlerinden etkilenip 1 dak’kada AKP’li mi olacağım? Şiirle, bağlamayla kavga etmiş bir toplum eline silah almaz. O zaman bu sorun nasıl çözülecek? Masaya oturarak.”<br /><br />Haydar Ergülen, gülüyor, “Beni çağırmadılar bile” derken. Haydar, Alevi-Bektaşi Dernekleri Konfederasyonu Danışma Kurulu üyesi. “Niye gideyim ki?” diyor, “Ökkeş Şendiller’i çağırmışlar! Adam, Maraş Katliamı’nın bir numaralı aktörü. Sonra bir şekilde o işin üzerini kapattılar, çalıştaya gelmedi.”<br /><br />Haydar, açılımın mimarlarının Türkiye’ye sunduğu yaşama biçiminin Alevilere uygun olmadığını anlatırken “Git Samsun’a” diyor, “Mendirekte her yerde, uzaydan bile görülebilecek çoklukta ‘Alkol almak yasaktır’ yazıyor. Sana ne kardeşim benim içkimden!”<br /><br />İslamcı entelektüel Ümit Aktaş’ın önceki gün yayınlanan sözlerini söylüyorum, Alevilerin, Sol’un, muhafazakarlaşmaya tepkisinin “Rakımızı içemiyoruz” düzeyinden daha derin olması gerektiğini söylediğini. Haydar itiraz ediyor:<br /><br />“Yok kardeşim! Her şey orada başlıyor. Bak anlatayım. Ninemler zamanında jandarma boğma rakı yapıldığı zamanı kollarmış. Rakı yapılıyorsa orada Aleviler var, demek ki cem yapılıyor. Cem’leri basmak rakıya bakılır yani.”<br /><br />Açılım sürecinde iyice gerilen sinirler yüzünden Arif Sağ yine vuruyor masaya yumruğu:<br /><br />“Alevilerin hayat yaşam biçimini tanıyacaksın! Bak, mesela tarihte Alevi isyanı yoktur. Nefsi müdafaa vardır. Zulme isyan eden geleneğe hayır desem Pir Sultan Abdal pirim olmazdı. Bu toplum katliamlar görmüş ama direnmiş. 1000 yıl cem’e izin vermediler de biz cem yapmadık mı? Yani bu insanlarla barışsan iyi olur. Barışmazsan da… Ben yine buradayım.”<br /><br />“Aleviliğin bir ‘kibri’ vardır” diyor Haydar Ergülen aynı “inatçı varlık” zaviyesinden bakınca. Devam ediyor:<br /><br />“Abartarak söylüyorum tabii ‘kibir’ diye. Müdanasızlıktır o, kendini dışlanmış hissetmez. Bir ara ‘Ülkenin asli unsurları kimler?’ diye soruldu. Kimse asli ya da yedek değil. Ama, Türkiye kültürünün, türkülerinin ne kadar Alevi olduğunu da fark etmeli.”<br /><br />Katliamı “tarif” dışı bırakmak: AYIPTIR, GÜNAHTIR, ZULÜMDÜR<br /><br />“Ben karakolda dayak yerken öğrendim” diyor Haydar. Ototamircisi babası çalışmak için gittiği Almanya’dan oğluna bir daktilo gönderiyor. Haydar, lise öğrencisi ve Deniz’ler asılmayı bekliyor. Bir bildiri döşeniyor yeni daktilosu ile. Ertesi gün bildiri sınıfa dağılınca…<br /><br />“Bak” diyor polis, masanın üzerindeki dosyaları gösterip, “Bunlar 3K dosyaları”. 3K?<br />“Kızılbaş, Komünist, Kürt! Ona göre! Hem Kızılbaş hem Komünist olursan başına gelecek budur.”<br /><br />Ne gelecek?<br /><br />O gün Haydar, okulun önünde otuz kişiden dayak yiyor. Ülkü ocakları bu “kızılbaşı” yaşatmama kararı almış. Haydar’ın okuldan atılma kararı güç bela “sürgün”e çevrilip Ankara’ya gelince..<br /><br />“Arkadaş olacağım herkese baştan söylerdim: ‘Ben Aleviyim, ona göre’. Arkadaşlarımdan biri, ailesi de solcuydu bak, tahtaya şöyle yazdı: ‘Haydar… <br /><br />Mumsöndü?’ Enteresandır adı da Ömer’di. Kırılmıştım. Ama daha enteresanını söyleyeyim, en yakın üç arkadaşımın adı da Ömer’dir. Hatta oğlum oysaydı adını Ali Ömer koymayı düşünüyordum. (Gülüyor) Kırgınlıklar geçer, barışmak gerekir.”<br /><br />Ama barışmak için de nezaket. Arif Sağ o noktada kırgın hala:<br /><br />“Savcı Cihaner’in iddianamesinde Alevileri ziyaret etmiş yazıyor. Adamın suçu Alevilerle iyi geçinmek! Sonra bir evlendirme programında adam ‘Ben Kızılbaş mıyım?’ diye söylemez mi! Bu topluma, bunun hakaret olduğunu öğretmek lazım. Mumsöndü lafının hakaret olduğunu bilmeyenler var.”<br /><br />Haydar, babasının bu mumsöndü saldırılarına verdiği cevabı anlatıyor. Kırgınlığını nasıl şakayla karıştırdığını:<br /><br />“Eskişehir sanayide babam tamircilik yaparken Tatarlarla iyi geçinirlerdi. Beraber rakı içerler filan. Sonra çarşı Sünnileşmeye başlayınca, babama sorar olmuşlar ‘Mumsöndü yapıyor musunuz?’ diye. Babam da bir gün dayanamamış, ‘Yapıyoruz’ demiş, ‘Bir gün yengeyi de getir!’ Kırılır insan karısına aynı muamele yapılınca.”<br />Tek tek yaşananların ötesinde neye kırgındır Aleviler? Semahları, kendilerinden alınıp değiştirilmiş türküleri kadar tanınmasını istedikleri şey nedir? Hep zulme karşı durmuş, o duruşun karşılığı hep kanı dökülerek almış Aleviler, kimliklerinin “tarifinden” bir şey çıkarılmasını istemezler. Daha önemlisi, Sivas’ı, Maraş’ı ve Dersim’i, hiç değilse acılarının ellerinden alınmaması, yok sayılmaması. “Tarihin farklılaştırılarak yeniden yazımı yaşanıyor. Örneğin Sivas Katliamı’na karşı Başbağlar Katliamı’nı söylüyor radikal Sünniler” deyince ben, Ergülen hatırlıyor aslında en çok neye kızgın olduğunu:<br /><br />“Bir şiir yarışması jürisindeydim. Söz, İsmet Özel’e geldi. Ben de ‘Şiirlerini severdim ama Sivas Katliamı’ndan sonra söylediklerinden dolayı artık şiirine bile gönül indiremiyorum’ dedim. Genç, Müslüman şairlerden biri demez mi, ‘Abi sen o olayda Arif Sağ’ın rolünü unutuyorsun? Onun tabancasından çıkan kurşunla kaç kişi öldü?’ Kavga çıktı tabii. Sivas gibi bir katliamı bile olmamış gibi yapmak… Ayıptır, günahtır, zulümdür!”<br /><br />Dillenmeyen yara hep taze kalıyor<br /><br />“Yavuz Semerci anlatırken bu iş bir gazete söyleşisi olmaktan çıkıyor. O anlatırken göz göze gelemiyoruz bazı anlarda. Acılı bir ülke hikâyesi bu…”<br /><br />İclal Aydın, yaptığı röportajın bir yerine böyle bir-iki cümle sıkıştırmıştı. Sonra Semerci’den dinledim karşılıklı birkaç damla yaş döküldüğünü. Kimlik meselesine pek de takılmayan, iki soğukkanlı gazeteci olarak başlayan konuşmanın, yarasını geç itiraf etmiş iki insanın dertleşmesine dönüştüğünü. Hikaye şöyle başlamıştı…<br /><br />Yavuz Semerci bir gün, “Bir Dersim Hikayesi” diye bir yazı yazdı. Anlattığı ailenin kim olduğu belli değildi, Dersim Katliamı’ndan kurtulan çocuğun Semerci’nin dedesi olduğu da… Bir sonraki yazıda Semerci bunu açıklayacak ve geç fark ettiği Alevi köklerinin tarihin yaralarıyla birlikte kucağına düştüğünü söyleyecekti. O güne kadar Alevi olarak ortaya çıkmamış iki Alevi gazetecinin konuşması ise ona yeni bir şey gösterecekti. Yara, hiç kimse konuşmasa bile, nesiller boyu aktarılıyor ve bir gün dillenmeyi bekliyordu. Dillenmeyen yara hep taze kalıyordu…<br /><br /><br />“İntikam almak için nedenleri var”-6<br /><br /><br />Başlarına gelmeyen kalmadı. Önce faşist olmakla, sonra darbecilikle suçlandılar. Bu yüzden kamusal tartışma alanında ne oldukları yerine ne olmadıklarını söylemek zorunda kaldılar hep. Türkiye’deki hızlı değişimin “mantar gibi” çoğalan göstergelerini aynı hızla anlamlandıramadılar. Korkan, hayatı korkularıyla tarif eden herkes gibi onlar da regresyona (gerileme) girdiler ve korkuları çabucak öfkeye dönüştü. Belki de istemedikleri kadar keskinleşti dilleri. Olduklarından daha sert, daha kapalı görünmeye başladılar. Ergenekon sürecindeki ideolojik hırpalanma da tam gaz girince sahneye Türkiye onları o kadar kenara itti ki dertlerini anlatamadılar. Ekrana çıkan emekli subayların kendileri adına laiklik savunuculuğu yapması çoğunun kalbini kırdı ama söyleyemediler. Birçok kesim gibi onlar da ancak çıldırırken göründüler. Bir yandan başörtülüler bir yandan ‘bol bol sür bol bol ye’ reklamlar, bir yandan Kürtler bir yandan özelleştirme harekatı, bir yandan Ermeniler bir yandan AKP hükümetinin güçlenişi: Kendilerine “emanet” edilen cumhuriyeti layıkıyla koruyamadıkları için suçluluk da duydular. Bu kadar büyük ve güçlü bir değişim karşısında bu işin içinde bir komplo olduğu duygusunu yaşayıp sorunu içli dışlı “mihraklarda” arayanlar da oldu. Ne olursa olsun şimdi mağluplar. Vaktiyle “Bir Dinozorun Anıları”na sığınanlar artık aynı zamanda sığınaksızlar… Bu yüzden değişmek zorunda olduklarının, kendilerini yeniden adlandırmak gereğinin farkındalar…<br /><br />Başörtülülere burs verince<br /><br />“Demokrat Atatürkçü dersen daha iyi olur.”<br /><br />Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Profesör Aysel Çelikel, daha konuşmaya başlamadan böyle diyor. Çağdaşlık ve laiklik kavramlarının simgesi haline gelen ÇYDD’nin başkanı olduğu için onunla konuşuyorum. Kutuplaşma sürecinde bir kesimin simgesi bir başka kesimin de hedefi haline gelen ÇYDD’nin başkanı Çelikel, Türkan Saylan aramızdan ayrıldıktan sonra Milliyet’e verdiği röportajla dikkatleri üzerine çekmişti. “Türbanlılara da burs veririz” dediği için Atatürkçü kesim tarafından eleştirilmişti. Ama aynı nedenle laiklik savunucularının bugünkü derdini anlamak için onunla konuşmak en doğrusuydu. Hem hukuk fakültesinde yıllarca hocalık yaptığı hem de şimdi toplumun en genç kesimiyle iletişimde olduğu için değişimi yakından takip edebilirdi. Üstelik en katısından en uzlaşmacısına Atatürkçü kesimlerle ilişkide olduğu için oraların derdini aktarabilir, özeleştiri de yapabilirdi. Nitekim daha konuşmaya başlamadan anayasanın değişim sürecini eleştirirken bile küçük bir özeleştiriyle başladı konuşmasına:<br /><br />“Anayasanın değiştirilmesi süreci, mütehakkim dayatmacılıktır. Tamam, ötekiler de mütehakkim. Çünkü alışkanlıkları var ve en doğrusu o sanıyorlar. Zaten mesele de buradan kaynaklanıyor.”<br /><br />“Biz hatalar yaptık”<br /><br />Nereden kaynaklanıyor?<br /><br />“Alışkanlıklardan… Ama benim neslim ya da bana yakın nesiller için şok ediciydi gelişmeler. Üniversitede, sokakta türbanlı yoktu bizim zamanımızda. 80’den sonra yayılmaya başladı bu moda. İnsanlar alışmadıkları siyasal yaklaşımları görünce, bunları yasaklama yoluyla ortadan kaldıracaklarını sandılar. Korku, öfke yarattı.”<br />“Biz de hatalar yaptık” diyor Aysel Çelikel. Ne gibi?<br /><br />Geçmişe gidiyoruz. 15 yıl öncesine…<br /><br />“Hukuk Fakültesi’nde dekanlığım döneminde, türbanla okula gelen, okul birincisi olan öğrenciye diploma töreninde nasıl davranmam gerektiği bana çok şey öğretti. Türban yasak değildi henüz. Kız çocuğu 100 üzerinden 86 almış. Okul tarihinde yok. O çocuğa gereken özeni göstermek gerekiyordu. Ben de kürsüye çıkardım, konuşma yaptırdım. Çok eleştirildi o dönemde. Ama hakların teslim edilmesi gerekir.”<br /><br />“İntikam almak için nedenleri var”<br /><br />Yine de sınırlarını açıklıyor Çelikel:<br /><br />“Okul birincisi çocuklar gelirdi, muhafazakar İslamcı olduğu belli. Üniversitede bunları asistan olarak alma kültürümüz yok. Akademi de belli bir yaklaşımı, bir kültürü gerektiriyor. Dersleri ezberleyerek birinci olabilirler ama özgürlükçü, bilimi geliştirecek, çocukların önünü açacak kültürü yok. Nihayet hakkaniyetli bir gerekçe bulduk. ‘Yabancı dilin yok’ dedik. Yani intikam almak için nedenleri var… Bu yüzden de son yıllarda tablo değişti, üniversitelerde artık onlar var.”<br />Bunların mağduriyet yaratacağı düşünülmedi mi hiç?<br /><br />“İslamcı kesimin mağdur olduğu aklıma gelmedi. Demek ki çok yönlü bakamamışız. Günün birinde onların da Cumhuriyet çizgisine geleceğini sanıyorduk, mesele bu. Öğrenciliğimizde Atatürk ilkelerinin değişebileceğini hiç düşünmemiştik. Bu ilkelerin donmuş ilkeler olmadığını biliyorduk. Ama sadece gelişebileceğini düşündük, gerileyeceğini hiç düşünmemiştik.”<br /><br />‘Taviz vermeyeceğiz’ tavrı<br /><br />Ya şimdi? İntikam alınıyor gibi hissediyorlar mı?<br /><br />“AKP milletvekili söyledi, ‘Onlar bizi fişliyordu, sıra bizde’ diye. Bu gibi söylemler ortada bir intikam duygusu olduğunu gösteriyor.”<br /><br />Aysel Çelikel esneyerek değişti belki ama kutuplaşma keskinleşirken büyük bir kesim de tam tersi bir eğilim gösterdi. Çelikel “kendi mahallesinden” çektiklerini şöyle anlatıyor:<br /><br />“Türbanlıya da burs verebilirim deyince olay çıktı. Ayvalık’a Türkan Saylan’ı anma törenine gidiyorduk. Bir emekli öğretmen beni durdurup ‘Nasıl böyle dersiniz?’ diye bağırdı, ‘Taviz vere vere bugünlere geldik. Artık taviz vermeyeceğiz’ diyordu. Çok üzüldüm. Bu bakışın esnemesi lazım. Türkan hanım da böyle düşünürdü.”<br /><br />‘İslamcıların sınırları bize dar’<br /><br />Türbanlı-türbansız! Bütün bu tartışmanın kadınlar üzerinden ilerlemesi, bir haksızlık değil mi?<br /><br />“Siyasetin ekseninde kadınlar var. Müslüman kesim kadını ‘namusu’ olarak takdim ettiği için o kesimin kadınları ayrımcılığa nesne oluyor. Kendi gibi olmayanları Müslüman saymamaları, laik kesimin en çok kırıldığı şeylerden biri bu. Öte yandan siyasal İslam kadınların hakkını teslim etmedi. O hareket bugüne geldiyse türbanlı kadınlar sayesindedir.”<br /><br />Madem siyaset kadınlar üzerinden belirleniyor konuşmak mümkün değil mi? Karşılıklı etkileşim?<br /><br />“Başörtülü kadınlardan bize davet geldi. Birkaç kişi toplantıya gittik. Ama bir daha gitmedik. Onlar kadın haklarını İslami kurallar içinde savunulmasından yola çıkıyorlar. Sınır bu olunca bizim istediğimiz kadın modeli çıkmıyor. İki kadın bir erkeğe eşit olunca ikincil konumda kadın modeli çıkıyor ortaya. O süreci devam ettirseydik karşılıklı etkileşim olanağı ortaya çıkabilirdi, bunu da biliyorum. Ama bunu yapamadık biz. Biraz çekingen durduk.”<br /><br />Çelikel neden çekingen durduklarını anlatıyor:<br /><br />“Mağlup durumdayız”<br /><br />“Biz azınlıkta olan bir kesim haline getirilmeye çalışılıyoruz. Siyasi iktidar halkın temsilcisi olduğunu iddia ediyor. Ama siyasal İslam’a yakın olmayan çevreler de yaşıyor bu ülkede. Bu insanlar Atatürk demeye korkar hale geldiler. Bizim de yapmamız gerekenler var tabii: Örneğin demokratikleşmenin savunucusu biz olmalıydık.”<br /><br />Öyle olmadı ve Çelikel’in deyişiyle “Atatürkçüler kamusal tartışma sahnesinde mağlup duruma düştü”. Vaktiyle İstanbul Üniversitesi’nde “Türbanı yasaklamanın geri tepeceğini” savunan Çelikel bu yeni mağlubiyetin geleceğini nasıl görüyor?<br /><br />“Bu kesim mağdur haline getirilirse bu da geri teper. Örneğin son dönemde üç tane Atatürk filmi izledik ardı ardına. Bu yüzden de bugünkü iktidar ayrımcılığın, intikam duygusunun içine düşmeyecek bir yönetim kurabilseydi çok daha güçlü olacaklardı.”<br /><br />“Hayal dünyasındaydık”<br /><br />Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni “türbanlı üye” almaya ikna ediyor bugünlerde Aysel Çelikel, aynı barışçı tavrı karşı mahalleden de bekliyor. Çünkü:<br />“Benim artık bu ülkeden talep edeceğim bir şey yok. Ama geceleri eşimle birlikte torunlarımız için ne kadar korktuğumuzu konuşuyoruz. Bu anlamda amğdur sayılabilirim ben de. Korkuyorum çünkü.”<br /><br />Tam kapıdan çıkarken derneğin koordinatörü, 68 doğumlu Nilüfer Şenel anlatıyor:<br />“Onlar bizim dua etmeye ihtiyacımız olduğunu bilmiyor, camiye gittiğimizi” diyor, “Biz de… Ülkenin gerçeğinden uzak bir hayat yaşadık yıllarca. Hayal dünyasındaydık!”<br />Bir kesimin Türkiye için hayalleri kırılırken hayal dünyası da yıkılıyor. Bu yüzden söylüyor Çelikel:<br /><br />“Bu rejim yıkılırsa… Kimin altında kalacağı belli olmaz. Hep birlikte geliştirmeye bakmalıyız.”<br /><br />KUTU<br /><br />Türkiye’nin kalbi kayıp!<br /><br />Ellilerinin ortasında bir kadın. Emekli öğretmen. 1970’lerde sosyalist olduğu için işkence gördü. Arkadaşları öldürüldü. 1980’den sonra Türkiye’nin direksiyonu topyekûn sağa çekerken onun da payına Atatürk ilkeleri düştü. Oysa örgütlenmeyi yasaklamışken sistem sendika kuracak kadar soldaydı, Halepçe Katliamı’nda boykota katılmış, Maraş Katliamı’ndan sonra çocuklara Faşizmi anlatmıştı. Ne ki Türkiye, onun derdini anlatan sözcükleri hızla unuttu: Emek, özgürlük, sınıf, eşitlik… O da Atatürk’ün cümlelerine tutundu. Okulun Atatürk köşesine “Ne mutlu Türküm diyene” yerine “Okul, genç beyinlere insanlığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir” sözünü yazmayı tercih etti. Hiç değilse! Ç harfinin çengeli orak-çekice benziyor diye soruşturma geçirdiğinde öğretmenliği bırakmayı düşündü. Ama onun direncini kıran Türk-¬İslam sentezinin ‘faşistleri’ değil, çocukların hızla değişmesi oldu. Şimdi onu “Atatürkçüler” kümesinde sayıyor bu ülke. Kim bilir, belki “laik teyze” diye görenler bile olabilir onu, ama onun derdi başka. Derdi ne onun?<br /><br />“Sanıyorlar ki derdimiz ‘milli birlik ve beraberlik’. O değil. Bu ülkenin ruhunu bozdular. Bak sana bir hikâye anlatayım. 80 öncesiydi. Okula müfettiş geldiğinde çocuklar ‘Ne yapalım hep birlikte?’ diye sorardı. 80 sonrası Özal döneminde çocuklar içeri girerken itiyorlar birbirini, kızdım. Dedi ki çocuk sırıtarak, ‘Fırsatları değerlendirmek lazım’. Birkaç yıl sonra yerde bir ceket. Herkes üzerine basıyor. ‘Birinizin ceketi düşmüş’ dedim. Hepsi yüzüme baktılar, ‘Benim değil ki’. Sonra kredili sistem geldi. Şimdi çocuklar yanındakini tanımıyor. Bunu yaptılar Türkiye’ye. Birlikte ve beraber hareket etmeyi, birbirini düşünmeyi, dostluğu ve onuru unutturdular. Artık benim bildiğim Türkiye değil bu. Buna kahroluyorum işte.”<br /><br />Başka bir Türkiye kuruluyor şimdi. 50’lerinin ortasındaki kadın, Kürtlerin haklarını istemesine, İslamcıların görünür olmasına, Ermenilerin acılarını anlatmasına ya da darbecilerin yargılanmasına kızmıyor. Kızdığı, bu parçalanma duygusunun değersizleşmeye dönüşmesi. Kederi, insanların zulme karşı beraber hareket etmeyi unutmuş olması. ‘Yalnız ve güzel ülkesinin’ kalbini kaybetmesi… Ve hiçbir bedel ödememiş insanların gazetelerde kendisinden darbeci olarak bahsetmesi. Canı işte buna sıkılıyor annemin…<br /><br /><br />Ermeniler en büyük kırgınlıklarını anlattı: “Anadoluluyuz biz. İçinden!” *-7<br /><br />Keder eskide değil, bugünde. Dokunup değiştirebileceğimiz yerde. Böyle söylerdi Hrant da. Dünü konuşmadan önce bugün hak ettiğimiz barışmayı yaşamak gerektiğini, sonra yarını birlikte kurabileceğimizi ve dünün meselelerini bu kardeşlikten aldığımız güçle konuşmak gerektiğini. Bunun Ermeniler için değil, memleket için, birlikte yaşamak için, adam gibi yaşamak için gerekli olduğunu söylerdi. “Her Ermeni bir belgedir, gidip sorun” dediğinde, birbirimizin hikayelerini dinleme nezaketini göstermemiz gerektiğini ima ederdi. Birbirimizi açık yüreklilikle merak etsek ne güzel olacağını anlatırdı. Bu memleketi, bu memleketli olmayı ölümüne severdi. Öldürüldü…<br /><br />Memleket damarının efkarı<br /><br />Yazar Karin Karakaşlı, Avukat Yazar Fethiye Çetin, Agos Gazetesi Ermenice Editörü Pakrat Estukyan… Üçü de Hrant’ın açtığı dil damarından konuşur: Memleket damarından. Üçü de “Ermeni mahallesine” dair bir şey söyleyince Ermeniler değil, memleket daha iyi olsun diye söyler. Bu sebepten öfkeli değil, hep biraz efkârlıdırlar.<br /><br />“Belki de sadece sarılıp ağlaşmalıyız” diyor Karin Karakaşlı şimdi, “Zaten beraber ağlaşan insanlar nihayet katılıp gülmeye başlarlar nihayetinde. Söze gerek bile yoktur belki. Nasılsa herkes biliyor aslında olup biteni.”<br /><br />Derdi Ermenilerin yaşadıklarının ispatlanması değil asla:<br /><br />“Sanıyor musun ki Ermeniler başka bir ülkede bir oylama yapılıp da soykırım kabul edilince bundan gurur çıkarıyorlar. O oylamalarda tersi çıksa ne olacak? Benim ninemin yaşadığı yalan mı olacak? Mesele o değil. Mesele, toprağın huzuru. Ne olacak ki? Ermeniler yine kendine dönük, kapalı yaşar. Ama… Ruhun şad olsun denir ya. <br /><br />Ruhlar şad olmuyor. Toprak huzur bulamıyor.”<br /><br />Toprak huzur bulmayınca?<br /><br />“Çocuklarımız beraber yaşayamaz” diyor Fethiye, “Çünkü yara nesilden nesile aktarılır. Onlar da huzur bulamaz.”<br /><br />Toprak değil, memleketi yitirirsin<br /><br />Peki yara nedir? Ermenilerin en çok kırıldığı nedir? 1915 midir?<br />Kederle gülümsüyor Pakrat:<br /><br />“O değil de… En çok ‘yabancı’ muamelesine kırılır insan. ‘Nerden geldiniz?’ diye sorarlar. Kırmak için sormuyor belki ama yaralayıcı bir sorudur bu. Herkes başka bir yerden geldiğimizi sanır. Yıldırım Akbulut söylemişti başbakanken, “Ermeniler Erzincan’a bile gelmiş’ diye. Erzincan’ın yaylaları, Elazığ’ın ovaları benim 4000 yıllık kadim yurdum. 1915’e gelince…”<br /><br />Duruyor:<br /><br />“İnsan kaybı önemli tabii ama 1915’in en büyük kaybı toprak değil, “vatan” kaybetmektir. Arazi değil yani, sana ait bir memleket duygusunu kaybediyorsun. Ölmek değil yani, memleketinden Uruguay’a, Marsilya’ya savrulmak… Bilir misin, 1920’de Ermenilere tek kullanımlık pasaportlar verdiler, giderlerse geri dönmesinler diye. Öylece savrulduk dünyaya işte.”<br /><br />‘Siz nereden geldiniz?’<br /><br />Fethiye, Pakrat’ın kaldığı yerden devam ediyor:<br /><br />“’Ermeniler ekmeğimizi yiyip konuşuyorlar”. Bu, hâlâ geçerli bir söylem. Buralı olmadığımız sanılıyor çünkü. Ankaralı bir Ermeni anlatmıştı. O kadar çok ‘Siz nereden geldiniz?’ diye sorulmuş ki sonunda dayanamayıp söylemiş: ’Biz hep buradaydık kardeş, siz nereden geldiniz?’”<br /><br />Fakat Karin’e sorarsan bu konuda suçlu olan Türkler değil:<br /><br />“Dayatılmış bir cehalet var. Kişilerin ait olduğu kültürleri bu toprağı oluşturan şeyler değil, ancak çaba ile kat edilebilecek mesafeler olarak dayattılar. Alevi, Kürt, Ermeni insanlar birbirine ulaşabilmesi için çaba göstermek zorunda kalıyorlar.<br /><br /> Maruz kaldığımız eğitim sistemi böyle bir sistem. İnsanları birbirine mesafeli kompartmanlara bölüyor. Milli Güvenlik kitabındaki Ermeni tarifinin beni kırması önemli değil, asıl Türk çocuklar yaralanıyor. Bir Arat, bir Karin tanımazsa ‘Ermeniler’ diye bir küme öğreniyor, insani gerçekliği öğrenmiyor. En son suçlayacağım Türk halkıdır. Ortalıkta bilgi, paylaşım vardı da onlar mı reddetti?”<br /><br />Nezaket ve merak<br /><br />Peki ne bilselerdi değişirdi her şey? Düşman olmaya, düşman kalmaya yemin etmişleri bir kenara koyarsak bilgisizlikten dolayı Ermenilere mesafe alanlar ne bilselerdi…<br />“Gavur olmadığımızı” diyor Pakrat, gülerek ekliyor:<br /><br />“Bir de hepimizin zengin olmadığını! Biz bu memleketin kaderini paylaşan insanlarız sadece.”<br /><br />Fethiye “Merak etselerdi ve tarihin aslında aile hikayeleri olduğunu bilselerdi” diyor. Bir hikaye anlatıyor:<br /><br />“Elazığlı MHP’li bir adamdı. Aile hikayelerimizden söz ediyorduk. Birden aklına geldi. ‘Bizim evde’ dedi, ‘duvara saklanmış bir kutu gümüş düğme bulmuştuk’. O düğmeleri konuşmak lazım işte. Gidenler onu hangi duygularla bıraktılar? Nereye gittiler Yoksa belgelerle sayılarla kavga etmekle olmuyor. Diyarbakır Çermikli bir adam da ahırlarında bir piyano olduğunu söylemişti. Hiç merak etmemiş ahırda piyanonun ne işi var diye. Merak etsek işte, nezaketle dinlesek…”<br /><br />Karin de aynı şeyi söylüyor:<br /><br />“Bunlar aile hikayesi. Aile hikayesinin yalanı olur mu?”<br /><br />‘Kurcalama’ ihtiyacı<br /><br />Özellikle Fethiye’ye soruyorum. Ayşegül Altınay ile birlikte yazdıkları “Torunlar” kitabından sonra neler yaşadığını. Bir dip dalga olduğunu düşünüyorum çünkü Hrant öldüğünden beri. Ailesindeki köklerini araştıranların çoğaldığını, insanların buldukları Ermeni, Kürt, Alevi bağlantılarını anlatmaya başladıklarını…<br /><br />“İlginçtir büroma insanlar gelmeye başladı. Ama oturmadan önce ara kapıların tamamını kapatıyorlardı. Korkuyorlardı ama yine de anlatmak istiyorlardı. Bazen sokakta bile durduruyorlar. ‘Benim de ninemin dedemin hiç akrabası yoktu. Acaba?’ diye.”<br /><br />“Neden kurcalayıp duruyorlar. Hepimiz bir yerden geldik sonunda” diyecebileceklerini söylüyorum Fethiye’ye. Kurcalama ihtiyacının nereden kaynaklandığını soruyorum:<br />“Anneannemin suskunluğu beni çok etkilemişti” diyor, “9 yaşında yaşamış olayları ve bana ancak 69 yaşında anlattı. Bütün hikayeyi 60 yıl boyunca içinde kendi kendine sürekli anlatmış olmalı. Yoksa bütün o adlar, yer isimleri, tarihler aklında kalamazdı. Muhtarın ismi bile! Araştırdım bütün ayrıntıları doğru hatırlıyor. <br /><br />Düşünsene 9 yaşında bir çocukken başlıyor içinden anlatmaya. Bu haksızlığa ortak olmamak için konuşmam, yazmam gerekiyordu.”<br /><br />Karin de benzer bir suskunluktan söz ediyor:<br /><br />“Yengemin altın kemeriyle dağları yürüyüp İstanbul’a geldiğini anlatırlar. O kadın ölünceye kadar bir tek kelime konuşmadı. Sustu. Çok insan vardır öyle. Agos’a her gün bir iki kişi gelirdi. Les Armeniens diye bir kitap vardı, oradan köylerini bulmaya çalışırlardı. Orada onların aradığı Ermeni kimliği filan değildi. Köyleri ve hakikatti. Bunu temiz yürekle görmek lazım.”<br /><br />‘Allah’ diyen nineler anlatır 1915’i<br /><br />Peki nasıl anlatılır? 1915 Türkiye’deki Ermeni çocuklara nasıl anlatılır?<br />Pakrat “Deden ninen olmalı” diyor, “Onlardan dinlersin. Ben onlardan dinledim. <br /><br />Tokat’ın Erbağ’sından babannem. Abisi kanun çalarmış, gümüş yüzükler yaptırmış kanun için. Mesela bu kalmış aklımda. Özellikle eğitim için anlatılmaz. Çoğu aile de çocuk düşmanlık taşır, ülkeye kinlenir diye anlatmaz. Herkes farklı da anlatabilir. <br /><br />Babannemle anneannemin tepkisi farklıydı mesela, onu hatırlıyorum. Erzincan’da deprem olmuştu. Anneannem ‘Allah’ım bu ne beladır gelmiş insanların başına’ derdi, babaannem ‘Bize yaptıkları çıkıyor’ derdi.”<br /><br />Bir dakika? Ermeni anneanne ‘Allah’ım’ mı derdi?<br /><br />Pakrat gülüyor:<br /><br />“Tabii. Hatta anneannem ne zaman ezan duysa haç çıkarırdı. Bak mesela, Arapkirli bir adam vardı, İstanbul’da. Duasını namaz kılar gibi dizinin üzerinde ederdi. Yaptığına da ‘namaz’ derdi.”<br /><br />Karin 1915 hatıralarının anlatılırken “masal dili” kullanıldığını söylüyor. Peki nasıl dinlenilmeli Ermenilerin hikayesi?<br /><br />Fethiye hikayelerin gücünden söz ediyor:<br /><br />“Hikayelerin bizi birbirimizi yaklaştırdığı klişe değil, hakikat. Kamplaşmalar, sanırlar, bir hikayeyi dinlemek için oturduğunda bulanıklaşıyor. Örneğin çocukluk arkadaşımla siyaset konuşsam, 1915’i konuşsam kavga edebilirim ama aynı mahallede geçmiş çocukluğumuzu konuşunca, ninelerimizi, dedelerimizi anlatınca, “Kötü şeyler olmuş” noktasına geliniyor.”<br /><br />“Temiz kalple” diyor Karin, “Biz onlara anneannemizi, dedemizi anlatıyoruz. Temiz kalple dinleseler…”<br /><br />Ermeni mahallesinde özeleştiri<br /><br />Bir dinleme süreci başlayacak gibi oldu. Adına açılım dendi. Bunu sorunca Pakrat ve Karin Ermeni mahallesine dair bir özeleştiriye girişiyorlar. Hrant yaşarken suskun Ermenilerin “huzurunu” bozardı, onlar da aynı yeri kurcalayacak şeyler söylüyorlar. <br /><br />Pakrat “Bizi kim temsil ediyor meselesi gündeme geldi” diyor. Bir takım vakıf başkanları gidip Başbakan’a ‘Bizim bir sorumuz yok’ diyor. Hatta orada durmuyor, kaçak Ermeni açıklamasından sonra ‘Başbakan’ı Ermeni sayısı konusunda biz yanılttık’ bile diyorlar.”<br /><br />Karin bu yaklaşımın Ermeni toplumunun sınıfta kalması olduğunu söylüyor:<br />“Türkiye Ermenilerine sorunun çözümü tepsi içinde gelmeyecek. Onların da bir şey yapması lazım. Hrant’ın öldürüldüğü Türkiye’nin Ermeni olarak artık ‘Bizim hiçbir sorumuz yok’ söylemine tenezzül edilemez. Susmak bile bundan daha vakur bir tavırdır. Ama sorunumuz yok demek… İnsanlar ‘Özür Diliyoruz Kampanyası’ yaptılar.<br /><br /> Cevabı ‘Bizimle ilgilisi yok’ gibi bir tavır oldu Ermeni tarafından. Bu sana elini uzatan insanın elini havada bırakmaktır. Onları müşkül durumda bırakmaktır.”<br /><br />Hrant’tan sonra korkacak ne var?<br /><br />Hrant’tan sonra mı oldu bu peki? Bu tedirgin suskunluk?<br /><br />“Bilakis” diyor Fethiye, “Hrant’tan sonra gençler daha çok konuşmaya başladılar.” Karin de aynı fikirde:<br /><br />“’Korkacak ne kaldı ki’ tavrıyla konuşanlar çoğunlukta. Ama ‘Biz Türklere güvenilmez dememiş miydik!’ diyenler de var.”<br /><br />Sıra Pakrat’a gelince… Hrant’tan sonra deyince?.. “İyi şeyler oldu diyemem” diyor, “Kalbim elvermez.”<br /><br />Sondan sonra-8<br /><br /><br />“BÜYÜK Tanışma” yazı dizisi bugün bitti. Okuyanlar, Türkiye’nin bugünkü ruhunu anladılar. Şimdi daha iyimserler. Televizyondaki, Meclis’teki kavgalara bakıp, “Bu ülke bu işi kıvıramayacak galiba” diye efkârlananların kederi dağıldı. Çünkü bu yazı dizisi, Türkiye adlı bir “imkânı” göstermek için yapıldı. Yazı dizisine bakanlar, Türkiye’nin yol haritasını gördüler. Hakiki yol haritasını… Kalbimizin haritasını. Konjonktürel gerginliklerin, gelip geçen hükümetlerin, her gün değişen “bomba gibi gündemlerin” ötesinde, kalıcı olanla, tamı tamına “biz” olanla ilgili cümleler kurduk çünkü. Hepimizin hep birlikte neye ihtiyacı olduğunu gördük.<br /><br />KARŞI MAHALLELERİN BENZER CEVABI<br /><br />Enteresandır, yazı dizisi sürerken birbirinden çok farklı, muhtemelen birbiriyle hiç konuşmamış insanlar aradı. Örneğin, İslami kesimin vicdanı saydığım, yazar-sosyolog Fatma Barbarosoğlu ile Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök aynı gün art arda arayıp, neredeyse aynı cümlelerle kutladılar yazı dizisini. Belki de bundan sonraki hedef, birbiriyle hiç konuşmamış insanları bu samimiyet ve aynı nezaketle gerçekleşecek bir konuşmaya davet etmek olmalı. Çünkü krizler gelir geçer, biz buradayız. Anadolu burada. Ve biz, birbirimizin gözünü oymadan yaşamak zorundayız. Kimsenin “Ya sev ya terk et” kıskacına maruz kalmayacağı bir ev kurmalıyız.<br /><br />TÜRKİYE KİMDİR?<br /><br />Peki “Büyük Tanışma” yazı dizisi boyunca ne öğrendik Türkiye hakkında, sıralayalım…<br />Her kesim, “Estağfurullah”tan şikâyetçi. Konuşanların hepsi istisnasız aynı şeyi söyledi. Ermeni’yim, Kürt’üm, İslamcıyım, Atatürkçüyüm, Alevi’yim demenin cevabı hep aynı: “Estağfurullah!” Buradan ne çıkıyor? İnsani ve toplumsal ilişkinin en basit nezaketini ıskalıyoruz: Birbirimizin neye kırıldığını bilmiyoruz ve hiç söylemesek bile “ötekinin” eksik, yanlış, bozuk olduğunu taşıyoruz kafamızın arkasında. Ayrımcı olduğumuzun farkında değiliz.<br /><br />Bu ülkenin inanma üslubunda, aidiyet kültüründe bir jakobenlik var. Herkes bir diğerinin kendine benzemesini istiyor. Buna karşı çıkanlar bile aynı hamurdan yapıldığı için onlar da aynı katılığı sergiliyor davranışlarında.<br /><br />Herkes, karşı mahalleden çok kendi mahallesinde kendi hakkında söyleneceklerden çekiniyor. Karşı tarafla hakiki bir iletişimi sağlayacak olan özeleştiri, karşı tarafın cephanesi olacak korkusuyla her kesimin eleştirisi kendi içinde kalıyor. Her kesim, karşı tarafa yaptığından daha sert bir ötekileştirmeyi kendi içinden çıkan, özeleştiri yapan figürlere karşı uyguluyor. Yani her kesimde tektipçi terör var.<br /><br />Bütün kesimler lafa, “Ben kendimi yeniden mi anlatacağım!” öfkesiyle başlıyor ama hepsi, kendini hakiki anlamda anlatmak için yanıp tutuşuyor. Herkes televizyonlardaki “ringe” dönüştürülmüş toplumsal tartışma ikliminden rahatsız. Bütün kesimler biraz daha serinkanlılık ve nezaket bekliyor.<br /><br />Herkes o kadar ajite olmuş durumda ki en saf ve iyi niyetli merak bile saldırı olarak algılanıyor. Oysa her kesim kendisinin yeterince tanınmadığına inanıyor. Aslında biraz ihtimam bekliyor herkes ve “kavga” ortamının sertliğinden dolayı kimse bunu söylemeyi kendine yediremiyor.<br /><br />Herkes, “ötekinden” öğreneceği bir şey olduğunun, hatta “ötekinden” öğrendiğinin farkında aslında, ama itiraf etmiyor. Solun direnç kültürü sağı, laik kesimin şehirliliği İslamcıları, Alevilerin insana yaklaşımındaki letafet Sünnileri, Ermenilerin bu ülkedeki yaşama inadı, ırkçı olduğunu fark etmeyen Türkleri etkiliyor. Kimse birbirine ne kadar özendiğini açık etmiyor.<br /><br />Ortak noktalarımızı birbirimize benzemek endişesiyle reddediyor ve “karşı mahalleden” sanılmak endişesiyle karşı mahallenin davranışlarından hiçbirini sergilememeye gayret ediyoruz. Bu, kutuplaşmayı gerçekte olmadığı kadar keskinmiş gibi gösteriyor.<br /><br />NE YAPMALI?<br /><br />“Büyük Tanışma” yazı dizisinde daha ziyade yaralarımızı ve korkularımızı tanıştırma niyeti, böylece herkesin hiç göstermediği yanlarıyla anlatılması hedefi vardı. Ama bu yeterli değil. Konuşmaya yeniden başlamanın yöntemini bulurken iki insan arasındaki bozulmuş iletişimi canlandırmak için kullanılan yöntemleri kullanmak gerek. İyi yanlarımız neler, bunlardan konuşmalıyız.<br /><br />İslamcıların mana dünyasının derinliği, solun açık kalplilik imkânı, laiklik savunucusu kesimin ülke konusunda içtenlikle endişelenebilme yeteneği, Alevilerin bu kadar baskıdan sonra hâlâ içine kapanmama becerisini göstermesi, Ermenilerin acıyı taşıma asaleti… Şaka değil bunlar. Bu ülkenin içine düştüğü öfke nöbetinden kurtulması için şefkat, merhamet, vicdan ve serinkanlılık gerekiyor.<br /><br />NASIL YAPMALI?<br /><br />Birlikte yaşamı, konuşmayı savunmak soyut kavramlar. İçini nasıl dolduracağız?<br />Kabullenmenin dayatmacı tonu da değil, hoşgörü göstermenin içinde gizlenen kibir de değil. Eşit insanlar olduğumuz bilgisini bilinç haline getirmiş bir ruh haliyle meraklarımızın müstehcenliğini ve korkularımızın naifliğini kabul ederek konuşmaya başlamamız gerekiyor.<br /><br />Türkiye’nin içinden geçtiği dönüşümde kimsenin kendini yok sayılmış ya da fazla muktedir hissetmeden, kimsenin mağduriyetlerinin acısını ötekinden çıkarma hedefi gözetmeden, herkesin bu konuşmaya katılması gerekiyor. Şimdi bu bilgi demlensin, belki sonra yeniden konuşmak gerekiyor…<br /><br /> BÜYÜK TANIŞMA 28 Mart-03 Nisan 2010 Haberturk.com <br /><br /><br /></span>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-32450883.post-36219945361549598172010-04-27T13:23:00.005+03:002011-01-15T10:29:28.198+02:00Küs Komşu Ermenistan<center><img src="http://www.turkiyegazetesi.com/images/PDF/haber/25.04.2010dost.jpg" alt=" © This content Mirrored From TurkishArmenians Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/" title="http://turkiye-ermenileri.blogspot.com/" width="470" hspace="3" vspace="3" /> </center><br /><br />Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da... <br />www.turkiyegazetesi.com<br />22-28 Nisan 2010 (1)-(7)<br /><br />Anadolu’da ölmek istiyorum<br /><span class="fullpost"><br /><br />Türkiye’den göç eden Ermenilerin çocukları son nefeslerini Anadolu’da vermeyi arzuluyor<br /><br />Başlarken<br />24 Nisan’da ABD başkanı soykırım diyecek mi? Bu soru Türkiye’nin ve Ermenistan’ın değişmeyen gündemi. Derken 24 Nisan’a da bir gün kaldı. Öncesinde her ne kadar Başbakan düzeyinde bir ABD çıkarması yapılsa, ya da büyükelçimiz geri çağrılmış olsa da; iki ülke de 24 Nisan’a odaklanmış durumda. Peki Ermenistan ne düşünüyor? Anneleri babaları Türkiye’den gitmiş olan Ermeniler bu durumu nasıl değerlendiriyor? Merak edip yollara düşüyoruz....<br /><br />ANADOLU HASRETİ<br />Vanlıların Erivan’da kurduğu derneğin başkanı Ramik Honvanyan ve kadın başkan yardımcısı 84 yaşındaki Aida Banıryan, arkadaşımız Osman Sağırlı’ya, Türkiye’ye dönmek ve hayatlarının geri kalanını orada yaşamak istediklerini söyledi.<br /><br />YOĞUNLUK BAŞKENTTE<br />Denize kıyısı olmayan Ermenistan’ın; Gürcistan, Azerbaycan, İran, Türkiye ve Nahçıvan bölgesi ile sınırı var. Tarihî yapılarıyla dikkati çeken başkent Erivan, 1 milyon 100 bin kişilik nüfusuyla ülkenin yüzde 35’ini barındırıyor.<br /><br />DERNEK KURMUŞLAR<br />Anne babaları Van’da doğan, ancak tehcirle birlikte yaşadıkları toprakları terk eden Ermenilerin çocukları, Erivan’da atalarının doğduğu yerlerin ismiyle dernekler kurmuş<br /><br />BURADA NE ARIYORUM?<br />Vanlı Ermeniler Derneği Başkanı Ramik Honvanyan “Ermenistan’da ne işim var? Babamın Van’daki yerinden bir toprak parçası versinler, orada ölmek istiyorum” diyor.<br /><br />Ermenistan’a gidecek uçağa bindiğimizde, çantalarımızı koyacak yer bulmakta güçlük çekiyoruz. Ermeniler, Türkiye’den dönüşte, götürebildikleri kadar çok malzeme götürüyor. Bir buçuk saatin ardından uçak Erivan’a iniyor. Uçağın durmasını dahi beklemeyen Ermeni yolcular bütün ikazlara rağmen telefonlara sarılıyor. “Ayo, ayoooo” nidaları arasında kabin ekibinin anonsları kaybolup gidiyor.<br />Bizi karşılayacak Diran’dan ses seda yok. Ancak daha önceden pasaport kontrolüne girmeden önce vize almamız yönündeki ikazlarına uyup doğruca kuyruğa giriyoruz. Formları doldurup, 13 dolarlık vize ücretini de ödüyoruz. Bir süre bekledikten sonra pasaport polisi şöyle yakışıklı bir görüntümüzü alıyor ve mührü basıyor, ver elini Erivan...<br /><br />İSTANBULLU GİBİ...<br />Diran hemen kapının önünde bizi bekliyor. O bazıları gibi tabelaya isimlerimizi yazmamış ama eski bir İstanbullu olması hasebiyle hemen kendini ele veriyor. O bizi ararken biz onu buluyoruz... 50-55 yaşlarında 1.70 boylarında, hafif sakallı. İstanbul’da görsen “yabancı” demezsin. İşte öyle bir adam. 11 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış. Barsak ustası olan babasının aldığı cazip iş teklifleri sonrasında Almanya’ya gitmiş. Orada eğitimini tamamladıktan sonra askerlik için tekrar Türkiye’ye gelmiş...<br /><br />LAS VEGAS’A MI GELDİK?<br />Bunları ayak üstü anlatan Diran, “Daha çok konuşuruz, burada sabah Türkiye’den 2 saat erken olur. Şimdi gidelim, otelinizde dinlenin” diyor. Havaalanından dışarı çıkıyoruz, 70 model Mercedes bir taksi çeviriyor, Ermenice konuşup pazarlık ediyor, fiyatta anlaşıyor. Yola koyuluyoruz, yağmur şiddetini gittikçe artırıyor. Sağlı sollu casinolar dikkatimizi çekiyor. “Las Vegas’a mı geldik?” sorumuza Diran bozuluyor. “Sormayın, bunlar Erivan’ın yüz karası. Eskiden şehir merkezindeydiler, kanun çıkardılar, güya dışarıya aldılar. Tam da havalimanı yoluna koymuşlar. İmajımızı zedeliyorlar, dilerim buradan kaldırılırlar” diyor. 20 dakikalık yolculuğun ardından oteldeyiz. Kayıt işlemleri yapılıyor ve anahtarımızı alıyoruz. <br /><br />“Odada su var mı acaba?” sorumuza resepsiyondaki görevlilerden biri, “Evet beyefendi odalarımızda su var’ diye Türkçe cevap veriyor. Adı Nubar’mış, dedeleri Eleşkirt’ten gelmiş, Türkçe’yi de aileden öğrenmiş.<br /><br />“DOLAR ALMAYIZ” İNADI<br />Sabah 09.00’da Diran, otelin oda telefonunu çaldırıyor. Ve bizim için gün başlıyor. Elinde kabarık bir liste, “Bunların hepsiyle tek tek görüşeceğiz, acele edelim” diyor. İlk iş olarak araba kiralama servisine gidiyoruz. “O var mı? Bu evrak nerede? Parayı kim ödeyecek? Arabayı kim kullanacak? Aracınız dizel ha! Otomatik vites unutmayın...” uyarılarıyla 20 dakika kaybediyoruz. Tam sıra para ödemeye geliyor, bu defa da “Biz dolar almayız” diyor kadın görevli. Kartla ödeyelim teklifimize “Amerikan Express de olmaz, illa Dram (Ermeni parası) olacak” diyor. Bizim için de “dram” başlıyor. Şakır şakır yağmur altında parayı nerede bozduracağız be kadın? El mahkum bulacağız artık. O dükkan senin bu market benim, nihayet bir elektronik eşya dükkanında derdimiz çözülüyor. Parayı ödüyoruz. “Hadi arabayı verin gidelim!” Ne kolay! “Far buradan yanıyor, silecek şuradan çalışıyor, bu vites bu ayna!..” “Bu da direksiyon mu?” diye soruyoruz. Adam uyanık “kaptınız bu işi” diyor!..<br /><br />YENİ BİR KRİZ ÇIKACAKTI!<br />‘Jeep’in koltuğuna oturmamızla trafik polisi ensemizde bitiyor.<br />- Işıkta geçtin, ver ehliyeti.<br />- Hangi ışıkta geçtim?<br />- Kırmızıda geçtin.<br />- Ne kırmızısı kardeşim sarıydı bir kere...<br />Yeni bir Türk Ermeni krizi daha çıkacak ki araya Diran giriyor: “Memur bey onlar gazeteci. Türkiye’den geldiler” diyor. “Arkadaşlar kimliklerinizi gösterin” diyerek bizi de ikaz ediyor. İş tatlıya bağlanıyor.<br /><br />VANLILAR DERNEĞİ<br />“Eeee Diran, yok mu şöyle Türkiye’den gelip burada yaşayan bir iki adam?” diyoruz. Diran, James Bond çantasını açıyor ve bir koçan evrak çıkarıyor. Karıştırıyor, karıştırıyor “Bu numarayı bir arayalım” diyor. Episkopos Sahag Masalian’ı arıyor. “Ayoo Diran” diye başlayan konuşması “Mersi” diye bitiyor. Bize dönüp, “Amcası ölmüş iki gün aramayacakmışız” diyor. Sonra “Sizi Vanlılar Derneği’ne götüreyim” diyor ve bir iki numara çeviriyor, Ermenice bir şeyler konuşuyor. “Haydiii gidiyoruz” diyor ve buluşma adresi olarak opera binasındayız.<br /><br />Koltuğunun altında dosyalar olan 70 - 80 yaşlarında bir adam kırık Türkçe ile “Hoş geldiniz” diyerek bizi karşılıyor. “Ben Vanlıyım biliyor musunuz?” diyor. “Yaa öyle mi, neresinden?” diye başlayan sohbetimiz uzadıkça uzuyor. Vanlıların Erivan’da kurduğu derneğin başkanı Ramik Honvanyan... O da soykırım iddialarına inananlardan. Ama konuşurken zaman zaman duygulanan Honvanyan, “Ben buraya ait değilim. <br /><br />Ermenistan’da ne işim var? Ben buranın insanı bile değilim. Burada garip kaldım. Bana babamın Van’daki topraklarından sadece bir ev yapacak kadar yer versinler, buradaki her şeyimi bırakırım. Türkiye’ye gider Türk vatandaşı da olurum. Ne olur bu isteğimi yerine getirin. Ben Erivan’da ölmek istemiyorum. Türkiye’de ölmek istiyorum. Acaba Türkiye bunu kabul edecek mi? Hep merakla bekleyeceğim” diyor.<br /><br />TAZMİNAT HAYALLERİ<br />Ermeni iddialarına dayanak olarak Aksa Sigorta kayıtlarının bir örneğini gösteren Honvanyan, “Tehcir sırasında ölen veya öldürülenlerle ilgili belgelerde dedemin ve babamın isimlerini de kayıtlarda buldum. Aksa Sigorta’nın mağdurlar listesinde de isimleri var. Ancak yaptığım sayısız başvurulara rağmen bize tek kuruş tazminat ödemediler. Bunlar da bizi oyalıyor. Zaten şu ana kadar daha bir kişinin bile tazminat aldığını görmedim” diye dert yanıyor. Honvanyan tazminatı almaları halinde oğlunun bu parayla Van Edremit’teki bir kiliseyi onaracağını söylüyor.<br /><br />Görüşme sonrasında opera binasından ayrılırken, Ramik Honvanyan ve Aida Banıryan dışarıya kadar bizi uğurlayıp, “Tekrar hoş geldiniz, ayağınıza sağlık” diyerek gözden kaybolana kadar el sallıyorlar.<br /><br />ERİVAN’DAN AĞRI DAĞI<br />Zirvesi 4 mevsim boyunca erimeyen kar ve buzulla kaplı Ağrı Dağı, Türkiye’nin doğu ucunda, Doğubeyazıt’ta yer almakta. Ermenistan’ın da 32 km güneyinde bulunan dağa Erivan tarafından bakıldığında Hor Virap Kilisesi de görünmekte...<br /><br />Erivan’ın “en”leri<br />- Gençler için en ideal dil Türkçe.<br />- En büyük düşman Azerbaycan.<br />- Muhtemel dost Türkiye.<br />- Yasak kelime Karabağ.<br />- En sevilen lider Sarkozy.<br />- En büyük hayal Batı Ermenistan (Doğu Anadolu).<br />- En büyük korku sınır kapısının açılmaması.<br />- En çok seyredilen yer Ağrı Dağı (Ararat).<br />- En çok nefret edilen isim Yusuf Halaçoğlu.<br />- En karışık isim Obama.<br />- En sevilen sanatçı İbrahim Tatlıses, en sevilen grup Mor ve Ötesi...<br />- En çok sevilen yemek İskender.<br />- En çok seyredilen Türk televizyon kanalı TRT 1.<br /><br />84 yaşındaki Aida Banıryan (Peynircioğlu)<br /><br />“Babamın altınları Van’da”<br />Vanlı Ermeniler Derneği’nin Başkan Yardımcısı 84 yaşındaki Aida Banıryan (Peynircioğlu) şunları söylüyor: “O olaylar olmasaydı ben Van’da dünyaya gelecektim. Babam da annem de Vanlı. Babam yedi dil bilen, Amerika’da eğitim görmüş saygın bir kişiydi 1912 yılında Türkiye’ye döndüğünde Van şehir merkezine yerleşmiş. Gidip o evi de buldum. Kalıntıları da duruyordu. Oralara gitmeyi çok istiyorum. Çünkü ben oraya aitim. Tehcir sırasında Iğdır Valisi, babamı kendi elleriyle sınıra kadar getirmiş. Babam altınları da Van’daki evimizde bırakmış, her şeyini orada bırakmış. <br /><br />Bugüne kadar babamın evine 7 defa gittim. Son gittiğimde evin her tarafının delik deşik olduğunu gördüm. Muhtemelen babamın altınları da gitmiştir. Babamdan ayrıldıktan sonra Muradiye’ye yerleştik. Yedi kilisenin olduğu yerde 120 hektar toprağım var. Bakın elimde Osmanlı tapusu da var, üstelik orijinal. Artık ne olmuşsa olmuş, acıları elbette unutamayız ama memleketimde yaşamak istiyorum. Biz her şeyimizi oraya vermişiz. 80. yaş günümü Van’daki Akdamar Kilisesi’nde kutladım. <br /><br />Artık iyice yaşlandım. Oraya her gidişimde ‘acaba bir daha görebilecek miyim’ diye üzüntü içinde dönüyorum. Ne olur bana son nefesimi, anne babamın doğduğu topraklarda vermem için yardım etsinler. Bütün dileğim ve son arzum budur...” <br /><br />23 Nisan 2010 Cuma<br /> <br />“ERMENİLERİN TOPRAK TALEBİ YOK” <br /><br />ABD BAŞKANI OBAMA SOYKIRIM DEMEYECEK<br /><br />Amerika’da doğup büyüyen Giragosian ile Zeytun’daki ofisinde görüşüyoruz. Ermeni asıllı Amerikan vatandaşı olan Giragosian; Amerika, Türkiye, AB ve diğer ülkelerle ilişkilerde kilit rol oynuyor. İstanbul ve Ankara’daki önemli isimlerle sürekli temas halinde. “Yarın Obama soykırım kelimesini kullanacak mı?” diye soruyoruz, cevabı manidar: “Amerika kendi işlerini yürütür. Ben Obama’nın şu anda soykırım kelimesini kullanmayacağını düşünüyorum!”<br /><br />FİLİSTİNLİ DEĞİLİZ<br />Ermeni Ulusal Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Richard Giragosian, “Türkiye’den toprak talebimiz yok. Çünkü biz Filistinli değiliz. Türkiye’de göçmen kamplarımız yok” diyor<br /><br />TANIYORSAK EĞER!..<br />Savunma Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Vahram Ter Matevosyan, “Türkiye’yi tanıyacağız. Bu, ‘toprak talebimiz de yok’ demektir” şeklinde konuşuyor<br /><br />Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin yoluna girmesi için her iki toplumdan da “think thank” yapan isimler var. Onlardan biri Ermeni Ulusal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Richard Giragosian. Türkiye’nin attığı son adımları meselenin çözümü için umut verici bulan Giragosian, “Özellikle Washington’daki toplantılardan sonra yaşanan gelişmeler hepimizi heyecanlandırdı. Normalleşme sürecinin ne zaman sonuç vereceği önümüzdeki yıl Türkiye’de yapılacak seçimlerin sonucuna bağlı” diyor.<br /><br />DİĞER ÜLKELER İŞİNE BAKSIN<br />Konuşmalarında oldukça samimi davranan, Ermenistan’ın Türkiye ile anlaşmaktan başka yolunun olmadığını öne süren Giragosian’a , “Türkiye ile ilgili karar alan yabancı ülke parlamentolarına karşı niye tavır almıyorsunuz?” diye soruyoruz. Giragosian, “Türkiye ve Ermenistan dışındaki ülkelerin parlamentolarında alınan tasarılarıyla bu mesele çözülemez. Bu tasarılar Ermenistan hükümetinin çalışmalarının ürünü değil. Daha çok Ermeni Diasporası’nın işi. Türkiye’yi suçlayarak, köşeye sıkıştırmak isteyen Avrupa ülkelerinin yaptığı bir hamle. Türkiye’yi cezalandırmak istiyorlar. Bunun ülkelerimize yarardan çok zarar getirdiği ortada. Soykırım iddialarının çözüm yeri üçüncü ülke parlamentoları değil. Meselenin çözümü Türkiye’nin kendi içinde olmalı.”<br /><br />ÇÖZÜM ARENASI TÜRKİYE<br />Giragosian, Türkiye’nin “tarih komisyonu” teklifine sıcak bakıyor ve ekliyor; “Bu inceleme tek başına meseleyi çözmede yeterli olmaz. Öncelikle geleceğe bakmamız gerek. Türkiye-Suriye örneğine baktığımızda geçmişe değil, geleceğe yönelik adımlar atıldığını görüyoruz. 1915 konusu tabii ki önemlidir. Fakat bizim için tek önemli konu bu değildir. Kurulması öngörülen komisyon, 1915 sonrasıyla da ilgilenmeli, normalleşme sürecine katkı sağlamayı amaç edinmelidir.”<br /><br />KAFALARDAKİ SINIR AÇILDI<br />İki ülke arasındaki problemlerin çözümünü güven esasına dayandıran Giragosian, “Bunu da yapmaya başladık. Benim Türkiye’ye gitmem, sizin buraya gelmeniz, birbirimizi yeniden tanımaya, anlamaya başladığımızın göstergesidir. Sınırlar fiilen kapalı olsa da kafalardaki sınırlar açılmış durumda. Birbirimizle sınır ötesinden konuşmak yerine artık doğrudan konuşuyoruz. Hükümetlerden çok, halkaların konuşup birbirini anlaması aşamasına geldik. Halklar bu konuda henüz hazır değil. Bu noktada daha çok Türk ve Ermeni hükümetlerini yetersiz buluyorum. Çünkü her iki taraf da halklarını bu sürece hazırlamak için gerekli çabayı göstermiyor. Bu sebeple sivil toplum kuruluşları ve gazetecilerin ilişkileri daha önemli. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir cumhurbaşkanı, Sayın Abdullah Gül, Ermenistan’a geldi. Bu, ilişkilerin normale dönme sürecini teşvik etti. Gül’ün Ermenistan’da ağırlanış biçimi de havayı yumuşattı. Gül’ün ziyaretinin ardından Ermenistan Başbakanı, Türkiye Başbakanı ile görüştü.”<br /><br />HRANT DİNK FAKTÖRÜ<br />Kamuoyunun çok önemli bir ayrıntıyı atladığına işaret eden Giragosian önemli mesajlar veriyor: “Hrant Dink, ölümüyle, hayattayken yaptığının daha fazlasını yaptı. O’nun ölümüyle başlayan yolda beraberce yürüyoruz. Bu olayın ardından iki tarafın ne kadar ilerleme kaydettiği ortada. Geleceğe eskisinden çok daha olumlu bakıyorum. Mesele Türkiye ile Ermenistan arasındadır. Azerbaycan ve Türkiye arasında değil.”<br /><br />Üçüncü ülkelerin süreci baltalamak istediğine dikkat çeken Giragosian, “Bu çok doğaldır. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişki kurmak istemesi, Ermenistan’la ilgilendiğinin göstergesidir. Ermenistan hükümeti de şu anda diaspora için değil, Ermenistan için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Üzücü bir gerçek var ki, Ermeni-Türk diyaloğunun çok az olması. Bu yüzden birbirimizin elini tutmak için İsviçre’ye muhtaç olduk. Yine aynı nedenle Washington’da bir araya geldik, kendi ülkelerimizde toplanamadık. Bu da problemin çözümünün zor olduğunu gösteriyor.”<br /><br />TOPRAK TALEBİ GEREKSİZ<br />Giragosian, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talep etmesinden çok ticari ilişkilere önem vermesi gerektiğini savunuyor: “Diplomatik ilişkiler kurulması ve sınırların açılmasıyla zaten topraklar birleşecek. Bu, Türkiye için her hangi bir tehlike oluşturmaz. Sınırların açılmasıyla doğuda ticaret canlanacak. Ben halkın toprak talebi olduğunu düşünmüyorum. Problem Ermenistan’ın içinde değil, dışındadır. Ben olaylara daha gerçekçi bakıyorum. Çünkü biz Filistinli değiliz, Ermeni’yiz. Bizim Türkiye’de göçmen kamplarımız yok, demografik açıdan da Türkiye’de bir Ermeni toplumu yok. Bu da toprak talebinin inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Türkiye’nin doğusundaki ‘Batı Ermenistan süreci’ tarihîdir, bugünle ilgisi yok. Bu benim açımdan güçlü ve gerçekçi bir talep değil.”<br /><br />BARIŞ EN İYİ YOLDUR<br />Onların tek beklentisi sınırların açılmasıyla birlikte iş imkânına kavuşmaları. Turist rehberliği yapan 36 yaşındaki Samson Harutyunyan, “Türkiye’yi hep merak ediyorum. Sınırlar açılırsa babamın doğduğu toprakları çok arzuluyorum. Barış bizim için en iyi yoldur” diyor.<br /><br />DOSTUZ DEĞİL Mİ?<br />Vahram, sohbetimizin sonunda “Boş verin bunları, gidip keyfimize bakalım diyor” ve Erivan’ın gözde mekanlarına götürüyor bizi... Ara ara gülüp “Dostuz değil mi?” diyerek gönlümüzü almaya çalışıyor. Türkiye-Ermenistan arasındaki gel-gitlerden bir örnek sergiliyor!<br /><br />‘KARABAĞ demeyeceksiniz!’<br />Ermenistan Savunma Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Vahram H. Ter Matevosyan ile sohbetimiz gergin başlıyor. “Sorularınızda kesinlikle Karabağ hakkında bir şey sormayacaksınız?” diyor. Karabağ konusundaki tedirginliğinin sebebini soruyoruz. “Karabağ meselesi İsviçre’deki protokollerde bile yoktu. Ama başbakanınız bu meseleyi getirip Ermenistan protokollerinin önünde engel olarak gösteriyor. Siz de aynı yoldan gidiyorsunuz. Bu meseleyi lütfen açmayalım” diyor. Israrlı sorularımız üzerine, “Karabağ, kanunlarla belirlenmiş ayrı bir devlettir. Bizim burası üzerinde fikir beyan etme hakkımız yoktur” diye kestirip atıyor. “Karabağ ayrı bir devlet ise, siz bu ülkeyi tanıdınız mı?” sorumuz üzerine de , “Bölgesel barış için şimdilik tanımadık. Yeri geldiğinde tanıyacağız. Peki KKTC’yi kim tanıdı?” diyor. KKTC’yi tanıyan ülkeleri sıralayınca geriliyor ve “Böyle bir tavır olamaz, bu röportaj biter” diyerek tepkisini sürdürüyor. Telkinimiz üzerine elimizi sıkıyor, “Baştan başlayalım” diyor ve devam ediyor:<br /><br />“Bir Türkolog olarak protokollerin gereğinin yerine getirilmesini istiyorum. Ermeni halkı protokollere Karabağ meselesinin karıştırılmasından rahatsız. Erdoğan tarafından öne sürülen ön şartların başında, Ermenilerin Karabağ’dan çekilmesi geliyor. Buna rağmen Türkiye’nin olumlu süreci devam ettirmesinden yanayız. Komplekslerimizi bir kenara bırakıp iki ülkenin yararına çalışmamız gerektiğine inanıyorum. Washington’da imzalanan protokoller çerçevesinde Ermenistan üzerine düşeni yapmaya hazır. Hükümetimiz, Türkiye ile Ermenistan’ın birbirini karşılıklı tanımasını vaat etmektedir. Ermenistan soykırım meselesinin çözümü için Türkiye’nin istediği tarih komisyonunun kurulması için de hazır. Toprak talebi, halkın isteği. <br /><br />Protokollerde Türkiye’yi tanıyacağız diyoruz. Eğer bir ülkeyi resmi olarak tanıyorsan, zaten o ülkeden toprak talebin yok demektir. Bu uluslar arası hukuk kuralıdır. Türk ve Ermeni toplumları birbirlerine yakınlaşmışlardır. İki toplumun birbirini daha iyi tanıyabilmesi için sizin gibi gazeteciler ve Ermenistan’a gelen bilim adamlarının desteğine ihtiyacımız var. Bu fırsatı elimizden kaçırmamalıyız.” <br /><br />HOCALI’YA GİRDİK<br /><br />KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -3-<br />Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da... <br /><br />İŞTE KARABAĞ<br />Karabağ’ın en büyük şehri Stepanekert’in merkezindeyiz. Her yer oldukça sakin. Hatta ortalık kasvet yüklü..<br /><br />İLK ADIMDA TUTUKLANDIK<br />Ermeni işgâli altındaki Dağlık Karabağ’da, giriş iznimiz olmasına rağmen Hocalı’ya adım atar atmaz tutuklanıp yaklaşık 2.5 saat sorgulandık...<br /><br />YASAK BÖLGEYE GİRMİŞİZ...<br />Tutuklanma gerekçemiz ‘yasak bölgeye giriş’ şeklinde açıklandı. “Bizi ne kadar uzun tutarsanız o kadar büyük haber olur” deyince de serbest bırakıldık...<br /><br />HER YERDE SÖZDE SOYKIRIM AFİŞLERİ<br />1915 yılında yaşanan tehcir ve tutuklamaların soykırım olduğu iddialarından bir türlü vazgeçmeyen Ermenistan, bu yönde hem içeride hem dışarıda büyük bir propaganda yürütüyor. Sözde soykırımın 95. yılını anma etkinliklerinin yapılacağı ülkede, cadde ve sokaklara asılan afişlerde de, yaşanan olayların kendileri açısından soykırım olduğu iddiaları ısrarla tekrarlanıyor.<br /><br />GÖZLEMCİ TEKLİFİ<br />Dağlık Karabağ Seçim Kurulu Başkanı Sergey Nasibyan, 23 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin son derece demokratik bir havada geçeceğini söylüyor. Azerilerin de seçimlere katılacağını belirten Nasibyan, bize “Gelin siz de gözlemci olun” teklifinde bulunuyor.<br /><br />Ermenistan’da cadde ve sokaklara asılan afişlerle, 1915 yılındaki tehcir ve tutuklamalar soykırım gibi gösteriliyor. Erivan halkı ve bütün Ermenistan sözde soykırımın 95. yılı anma etkinliklerine kilitlenmiş. Bizim hedefimizse ne yapıp edip, BM Güvenlik Konseyi kararıyla da Ermenilerin işgalci kabul edildiği, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini tıkayan, ayrı bir devlet gibi yönetilen Dağlık Karabağ’a gitmek. Rehberimiz Diran’a mutlaka bölgeye gitmek istediğimizi söylüyoruz ve sabah soluğu Erivan’daki Karabağ temsilciliğinde alıyoruz.<br /><br />PROSEDÜR BÖYLEYMİŞ<br />Türkiye’deyken istenilen evrakları tek tek gönderdiğimiz için rahatız ama Karabağ Temsilcisi bir sürpriz yapıp, “Beyler ne yazık ki gidemiyorsunuz. Çünkü sizin ülkenizden Karabağ’a mail gitmemiş” diyor. Ona kalırsa işlemlerin sil baştan yapılması gerekiyor. Üstelik de 10 gün sonrası için süre veriyor. Biz de gitmekten vazgeçtiğimizi ancak kendilerinin resmî bir yazıyla bu topraklara girememe sebebini antetli bir kağıda yazmalarını istiyoruz.<br /><br />BM’YE AKREDİTEYİZ KARDEŞİM!<br />Hattâ Karabağ’la ilgili her türlü yazılı bilgiye inanmak durumunda kalacağımız, böyle davranarak da kendilerinin bu tezleri kabul etmiş olduğu yönündeki sözlerimiz üzerine bayan temsilci, “Hayır asla böyle bir şey yok. Aksine orada savaş var. Bunun için prosedür uyguluyoruz” diyor. Gazetecilerin savaş esnasında da görev yapabildikleri hele hele böyle bir durum varsa bölgeye bir an önce gitmemiz gerektiği, aksi takdirde BM’ye akredite gazeteciler olarak, durumu ilgili yerlere rapor edeceğimizi söyleyince, temsilcinin tavrı değişiyor. Bizi nazikçe 5 dakikalığına dışarı alıyorlar. Tekrar odaya girdiğimizde ise prosedürden eser kalmamış. “Sizi incitmek istemedik, vizelerinizi pasaporta yapıştırmamızı mı istersiniz? Yoksa ayrı mı almak istersiniz?” diye sorup uğurluyor.<br /><br />SİZİ BURAYA BEKLİYORUZ<br />Ertesi gün yola çıkıyoruz. Saatimiz 15:00’i gösterdiğinde Karabağ sınırına ulaşıyoruz. Polis izin belgesi ve pasaportlarımızı inceliyor, vizemizi kontrol edip, iki Türk Karabağ’a acaba niye gelmiş düşüncesiyle yarım saat oyalanıyor. Ardından da telefonla isimlerimizi bir yere veriyor. Eski ismi Hankendi olan Stepanekert’e kadar bir saat daha yol gidiyoruz. Yol boyunca terkedilmiş evlerde kurşun izleri duruyor. Ortalık kasvet yüklü. Dışişlerinden telefonla arıyor, “Sizi buraya bekliyoruz” diye ikaz ediyorlar. Tipik demirperde politikası...<br /><br />TELEFON BİLE PASAPORTLA<br />Dışişlerinde önümüze tekrar bir koçan evrak koyuyorlar, “Bunları dolduracaksınız” diyorlar. Erivan’daki belgelerin aynısı. Bunları bir daha doldurmayız deyince, “O başka bu başka” diye çıkışıyorlar. Yetkili kim varsa görüşmek istiyoruz talebimiz üzerine telefon trafiği başlıyor ama hepsi 23 Mayıs’ta yapılacak seçimler için yollara düşmüş. “Biz size birkaç gün içinde döneriz” deyip baştan savıyorlar. Karabağ’dayız demek için telefona sarılıyoruz. Ne mümkün? Erivan’da aldığımız yerel hat burada çalışmıyor. Adamlar Karabağ’ı Ermenistan’dan ayrı bir devletmiş gibi göstermek için ellerinden geleni yapıyor. Yeni bir hat almak için girdiğimiz postanede bile, pasaport kontrolü yapılıyor, işimizi yarım saatte zar zor halledebiliyoruz.<br /><br />BİZ UYANDIK BİLGİNİZE<br />Sabah ilk iş yine dışişlerini aramak oluyor. Sokaklara çıkacağız, bilginiz olsun diyoruz. Şehrin dışına doğru biraz açılınca arkamızda siyah camlı bir Mercedes beliriyor. Adım adım bizi takip ediyor. İvanyan diye bir bölgeye giriyoruz. Mercedes de bir benzinliğe yanaşıp duruyor. Yıkık evlerin önünden dönerken bu defa da bir BMW ensemizde bitiyor. Stepanakert’in girişinde polis otosu yolu kesip bizi durduruyor ve bir anda 7-8 araba etrafımızı sarıyor. Sivil ekipler, üniformalılar aracın dört bir yanına geçiyor. Önce Diran’ı aşağı indiriyorlar. Ermenice konuşuyorlar, ortalık geriliyor. Üzerimizdeki evraklara el koyuyor, telefonla da bir yerlere bilgi veriyorlar. 40 dakika sonra da “bizi takip edin” diyerek bilinmeyen bir yere doğru hareket ediyorlar.<br /><br />ÇAY OLMADAN SORGU OLMAZ<br />Stepanakert’ten oldukça uzaklaşıyor, Askeran’da bir binaya geliyoruz. Burada resmî polisler tarafından ablukaya alınıp kilitli bir kapıdan içeri sokuluyoruz. Tipik bir sorgu odası. Mercedes’i kullanan iki şahısla baş başa kalıyoruz. “Burada ne işiniz var?” sözleriyle sorgu başlıyor. “Yasal olmayan ne?” sorumuzu, “Bu bölgeye giremezsiniz” diye cevaplıyorlar. İş uzayacak belli. Çay olmadan sohbet olmaz sözümüz üzerine bir demlik çay yapıp getiriyorlar. Ortada sertlik yok ancak evraklarımızdan da eser yok. Sonradan öğreniyoruz ki İvanyan (Hocalı) yasak bölgeymiş. Sağı solu arayıp durumumuzdan haberdar ediyoruz. Saatler geçiyor, Erivan’daki dostumuz Vahram arıyor. Durumumuzu anlatıyoruz, görevlileri telefona istiyor. 10 dakika da onu telefonda sorguluyorlar.<br /><br />KGB FİLMLERİNDEKİ GİBİ<br />Ortam gerginliğini koruyor. Gazeteden dışişlerinin devrede olduğu bilgisi veriliyor. Görevlilere, dünyanın birçok ülkesinde görev yaptığımızı ama böyle bir şey yaşamadığımızı söylüyoruz. “Biz yabancıların buralara girmesini istemiyoruz” diyorlar. “Burada yabancıların görmesini istemediğiniz ne var” sorumuz üzerine ortalık buz gibi oluyor. Görevlilerden biri, “Demek ki yarın bütün ajanslarda haber olacaksınız öyle mi?” sözleriyle ortamı yumuşatmaya çalışıyor. Biz de ne kadar uzun tutarsanız o kadar büyük haber olacak ve siz de bu durumdan rahatsız olacaksınız diyoruz. Sonra, Karabağ’ı anlatan bir propaganda başlıyor. Herkesin özgür olduğu, insanların rahatsız edilmediğini anlatıyor. İkibuçuk saatin sonunda da , “Biz işimizi yaptık siz de yapabilirsiniz” diyerek bizi bırakıyorlar. Tekrar tepanakert’e dönüyoruz ama yine siyah camlı arabalar yola sağlı sollu park etmiş. KGB filmlerinde başrol oynuyoruz sanki. Şehirde röportajlar yapıyoruz. Gittiğimiz her yer kalabalıklaşıyor. Yok burada çalışamayacağız...<br /><br />BURADA ALTIN VAR<br />Ardından bir devlet yayını olan Azat Artshak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Leonid Martizosyan’la randevulaşıyoruz. Her Karabağlı gibi o da ülkenin huzur ve rafahından dem vuruyor. Sözü döndürüp dolaştırıp “biz ayrı bir devletiz” noktasına getiriyor. “Ermenistan bile sizi tanımıyor, biz nasıl inanabiliriz” deyince,<br /><br />“Biz kendi kendine ayakta duran bir ülkeyiz. Ayrı gelirimiz ve ayrı ekonomimiz var” diyor. Yolları dahi sponsorlarla yapılan bir bölge için bu söz biraz abartılı geliyor, ama o ısrarlı, “Ülkemizde madenlerimiz var. Çok iyi altın rezervlerimiz var.” Bu sözler Hocalı’da, Gence’de, Şuşa’da, Ağdam’da insanların niye birbirini kırdıklarını ve Karabağ’ın içinde bulunduğu durumu aslında çok iyi özetliyor.<br /><br /> Stepanakert’e veda ediyor ve Şuşa’ya geçiyoruz. Hava kararmak üzereyken de sınıra varıyoruz. Böylelikle hem arkamızdaki garibanları teyakkuz durumundan kurtarıyor hem de mesleğimizi daha özgür bir şekilde yapabileceğimiz Erivan’a gece geç saatlerde de olsa ulaşıyoruz.<br /><br />HAYALET ŞEHİR ŞUŞA<br />Bir zamanlar Azerilerin yoğunlukta olduğu Şuşa, yıkık minareleri ve terk edilmiş evleriyle artık harabe bir şehir...<br /><br />Ermeni annenin dostluk çağrısı<br /><br />KÜS KOMŞU ERMENİSTAN - 4. BÖLÜM<br />Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da...<br /><br />KAN AKMASIN<br />67 yaşındaki Keyti Kundakçıyan aradan geçen 95 yılın anlamını “Oğlumu Karabağ’daki savaşta kaybettim, ama Türk anasının gözünden yaş dökülsün istemem” diye özetledi<br /><br />KOMŞU GİBİ YAŞAMALIYIZ<br />Türkçe-Ermenice konuşma kılavuzu hazırladım. Bunu halkların kaynaşması için yaptım. Komşu gibi yaşamak zorundayız. Bunun dışında başka çaremiz yok...<br /><br />TÜRKİYE’DE YAŞAMAK İSTİYORUM<br />Türkiye’nin her şeye rağmen Ermenistan’la ilişkileri sürdürmeye devam etmesinden yana olduğunu belirten Cumhuriyetçi Parti Genel Başkan Yardımcısı Razmig Zohrabyan, “Dedemin Muş’taki köyüne her gidişimde çok duygulandım. Ben Türkiye’de yaşamak isterim. Ancak her Ermeni’nin bunu arzuladığını zannetmiyorum” dedi.<br /><br />SÖZLÜK HAZIRLAMIŞ<br />Ailesiyle birlikte 1946 yılında Halep’ten Erivan’a gelen Keyti Kundakçıyan, Türkçe’yi çok düzgün konuşabiliyor. Kundakçıyan, iki ülke halkının yakınlaşmasını sağlamak için 20 bin kelimelik Türkçe-Ermenice sözlük hazırlamış.<br /><br />Erivan’da 1915 olaylarının yıl dönümü dolayısıyla anma törenleri yapılırken siyasilerin nabzını tutuyoruz. İlk durağımız Ermenistan Cumhuriyetçi Parti Genel Merkezi. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan sonra partinin en etkili ismi genel başkan yardımcısı Razmig Zohrabyan’ın makamındayız. Zohrabyan’a Türkiye’den geldiğimizi söylüyoruz, nazik tavırlar sergiliyor. Çay kahve ikramıyla sohbete başlıyoruz. Dedesinin Muş’un Yoncalık köyünden olduğunu, burayı üç defa ziyaret ettiğini söylüyor: “Dedemin köyüne her gidişimde çok duygulandım. Ben Türkiye’de yaşamak isterim. Ancak her Ermeni’nin bunu arzuladığını zannetmiyorum. Mesela diaspora Ermenileri Avrupa’da lüks hayata alıştıkları için Anadolu’ya dönmezler.”<br /><br />BİZ ZATEN DONDURMUŞTUK<br />Ermenistan Türkiye ilişkilerinin kesintiye uğramasında Cumhuriyetçi Partinin tavırlarının etkili olduğunu hatırlatıp sebibini soruyoruz. Zohrabyan resmileşiyor: “Süreç baştan beri doğru yolda ilerlemiyordu. Ermenistan, Türkiye sınırının açılmasını, diplomatik ilişkileri güçlendirmeyi istiyordu. Fakat Türkiye bütün hesaplarını soykırımı tanımama ve Karabağ problemini çözme üzerine yapmıştı. Bu da ilişkilerin normale dönme ihtimalini zayıflattığı için, protokolleri dondurma kararını Washington sürecinden önce almıştık “ diyor. Zohrabyan, Ermenistan’ın Kafkasya’da barışın hakim olmasını arzuladığını vurguluyor: “Bu barış ortamında iki komşu ülke olarak el ele verelim istedik. Fakat ön şartları ve baskıları halkımız kabul edemez. Bölgesel ortak çıkarları olan iki halk neden ön şartlarla ileri gitmeye çalışıyor, bunu anlayamıyorum. Bu şartlar zamana bırakılarak, olumlu hava devam ettirilebilirdi.”<br /><br />ERDOĞAN İÇERİYİ MEMNUN ETTİ<br />Olumlu gidişin kesintiye uğramasında Erdoğan’ın etkili olduğunu söyleyen Zohrabyan, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan’a yaklaşımı çok iyiydi. O her platformda barışın hakim olmasını dile getiriyordu. Ancak Başbakan Erdoğan’ın başka planları var. İçeriye yönelik açıklamalar yaptı, hem de kardeş ülke dediği Azerbaycan’ın sırtını sıvazladı. Erdoğan bunu yapmayıp soykırımı tanıma yolunda adımlar atsaydı içeride problemleri çözebilecek tek adam olacaktı. Erdoğan Karabağ çözülmeden sınırları açmamakta kararlı gözüküyor. Ancak Türkiye’nin Karabağ konusunda yapacağı bir şey yok. Çünkü Türkiye’nin bu konudaki tavırları belli” şeklinde konuşuyor. Türkiye’nin her şeye rağmen Ermenistan’la ilişkileri sürdürmeye devam etmesinden yana olduğunu belirten Zohrabyan, “Hiçbir ön şart öne sürmeden sınırlar açılmalı.<br /><br /> Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’a nasıl sınırları açtıysa, bunu Ermenistan için de yapmalı. Bu ilişkilerin önünü tıkayan bir engel olmaktan çıkarılmalıdır. Zaten ne Ermenistan devletinin ne de parti olarak bizim toprak talebimiz olamaz” diye konuşuyor.<br /><br />DEDEM ELEŞKİRT’TE NİYE YAŞAMIYOR?<br />Ermenistan’ın ikinci büyük partisi Ermenistan Devrimci Federasyonu (Taşnak Sütyun Partisi) Merkez Büro Üyesi David Lokyan ise, çözümün iki toplumun birbirini daha yakından tanımasından geçtiğine inanıyor: “Benim dedem önce Eleşkirt’ten Erzurum’a daha sonra tehcir sırasında Gürcistan’a gitmiş. Türkiye’ye hiç gitmedim ama uluslararası toplantılarda Türk devlet görevlileriyle görüştüm. Zaten çözüm insani ve ticari ilişkilerin güçlenmesidir. Fakat bu sürecin önünü şu soru tıkamaktadır, ‘Neden benim dedem Eleşkirt’te yaşamıyor?’ Bu sorunun cevabını aramak lazım. Türkiye ve Ermenistan korkularıyla yüzleşmeli. Gerçekler her iki ülkenin arşivleri de açılarak ortaya çıkarılmalı. Bu iki halk arasındaki problemi çözmek için en doğru yoldur.”<br /><br />BİZ DE ÖLDÜRDÜK<br />1915 yılındaki tehcirin Taşnak Çeteleri’nin Türk ordularına saldırması sebebiyle gerçekleştiğini bunun Türk arşivlerinde yer aldığını söyleyince, Lokyan sinirleniyor, sesi yükseliyor. Taşnaktsutyun Partisi’nin bu olaylardan çok sonra kurulduğunu söyleyerek savunmaya geçiyor. Ermeni çetelerin 450 bin Türk’ü katlettiğini bunun da belgelerle ortaya çıkarıldığını anlatınca, Kendine göre savunmaya geçiyor; “Yani Ermeniler ölürken biz elimiz kolumuz bağlı öylece bekleyecek miydik? Tabii ki köylerimizi savunmak için silahlı mücadele verdik. Siz göçe zorlanan 1.5 milyon insanın daha kırıma uğramasını mı istiyordunuz? Biz de topraklarımız için savaştık, her iki taraftan binlerce insan öldü. Ama söylediğiniz rakamlar hiç inandırıcı değil” diyor. Kendi rakamlarının da inandırıcı olmadığını bununla arşivlerle ortaya çıkmasını Türkiye’nin herkesten daha çok istediğini söylüyoruz. Bunun Ermenistan hükümetinin meselesi olduğunu anlatıp sessiz kalıyor.<br /><br />EŞEK HESABIYLA HASANBEYLİ<br />Ermenistan’da siyasiler farklı hesapların peşinde ama acıları yaşayanlar onlar gibi düşünmüyor. Ailesiyle birlikte 1946 yılında Halep’ten Erivan’a gelen 67 yaşındaki Keyti Kundakçıyan, anne babasının Halep’e göç etmeden önce, Osmaniye ile İslahiye arasındaki Hasanbeyli’de yaşadığını söylüyor. Türkçe’yi çok iyi konuşan Kundakçıyan’a Hasanbeyli’nin nereye bağlı olduğunu soruyoruz, O da kendince cevap veriyor: “Bak şimdi Maraş’tan eşekle gidersen 6 saat tutarmış. Ben oraya hiç gitmedim. Eskilerin sözüdür bunlar, ne bileyim işte duyduğumu söylüyorum.”<br /><br />KOMŞUYUZ, BARIŞMALIYIZ<br />Kundakçıyan, anne babasından yaşadıklarını dinlediğini ama bu meseleyi açmak istemediğini söylüyor. “Eminim ki söylediklerim sizi incitir. O yüzden sizi incitmek istemiyorum. Ne olmuş olmuş. Şimdi dost olmak lazım. Acı varsa herkes içine atmalı” diyor. Dedesinin Diyarbakır’da büyük bir kahya olduğunu anlatan Keyti, “onun bir katırı varmış. Fesinin dingirini bağlamazmış, o dingir böyle gidip gelir sallanırmış onun için adını Dingirmanik koymuşlar. Babamdan taraf dedem Kundakçı Samir de doktormuş. Avrupalarda okumuş. 1915’de paşanın hanımının ayağı mı kırılmış kolu mu kırılmış o kadarını bilmiyorum, dedemi çağırmış, ‘Gavur lakabın nedir?” diye sormuş.<br /><br /> O da ‘Kundakçı Samir” demiş. İşte o dedem de olaylarda ölmüş. Ancak biz komşuyuz ister istemez barışla yaşayacağız.”<br /><br />DOSTLUK İÇİN TÜRKÇE SÖZLÜK<br />Türkçe’yi ailesinden öğrendiğini söyleyen Kudakçıyan, “Bizde herkes yüksek tahsilliydi, Ermenice’den çok Türkçe konuşulurdu. Ben de onlardan öğrendim. Ermenice’yi daha sonra üniversitede yabancı diller bölümünde öğrendim. Ancak Türk dili üzerine de filoloji okudum. Bu konuda hayli birikim sahibi olduktan sonra Türkçe-Ermenice bir sözlük hazırladım. Türkçe’den Ermenice’ye önce 3 bin kelimeyle başladım, sonra 20 bin kelimeyi geçtim. Bunu bastırdım. Ayrıca Türkçe-Ermenice konuşma kılavuzu hazırladım. Bunu Türkiye- Ermenistan halklarının kaynaşması için yaptım. Atalarımızın işledikleri suçları bir kenara bırakıp, yeniden komşu gibi yaşamak zorundayız. Başka çaremiz yok” diye konuşuyor.<br /><br />EVİMİ SATIP NEREYE GİDEYİM ?<br />Dedesinin evinin ayakta durduğunu kısmet olursa Hasanbeyli’ye gideceğini anlatan Kundakçıyan, “Hangi dinden olursak olalım, hepimiz tek Allah’a inanıyoruz. Komşumuzu seçme gibi bir şansımız da yok. Komşun kötüyse evini sat git diye bir söz var ama uluslararasında evini satıp gidemezsin. Umarım gelecek nesiller daha akıllı olur. Ermeniler de Türkler de akıllarını başlarını toplayacaklar ve anlayacaklar ki yeryüzünde iki çeşit insan var, iyiler ve kötüler. Bunların hangi milletten olduğu önemli değil. Üçüncü çeşit insan yoktur. Ben dedelerimin öldürüldüğünü inkar edemem, çünkü bunu unutamam. İstanbul’a çok gidip geldim. Orada çok Türk ve Azeri arkadaşlarım var. Türkler’e kinim yok. Mesela şu anda sizinle sohbet ediyoruz, rahat konuşabiliyoruz. Çünkü siz bana ben size bir kötülük yapmamışız. Bizim meselemiz sonunda çözülecek. Ben göremesem bile torunlarım görecek” diye konuşuyor.<br /><br />Kimsenin YÜREĞİ yanmasın<br />Basit bir insan olduğunu politikadan anlamadığını vurgulayan Keyti Kundakçıyan, cevabını aradığı soruyu “Ben niye Halep’te doğdum? Bu olaylar olmasaydı Hasanbeyli’de doğacaktım” diye özetliyor. Türklerin Iğdır’da soykırım anıtı yapmasına tepki gösteren, Kundakçıyan “Biz vatan veya toprak istemiyoruz. Ben torunlarımızın rahat yaşamasını istiyorum. Benim televizyonum TRT. Haberleri oradan dinlerim. Ama şimdi televizyona bakamıyorum. Çünkü ben kadınım, anayım. Artık kavga istemiyorum. Bir tanecik oğlumu Karabağ’daki savaşta kaybettim. Bana şimdi bir çocuğu getirseler ‘bu Azerbaycanlıdır öldür’ deseler ben bunu kabul edemem. İstemem ki bir Türk anasının gözünden yaş dökülsün. Türkiye depreminde burada ne kadar gözyaşı döktüğümü yaradan biliyor” diyor.<br /><br />Törende 1.5 milyon artı bir yazılı Hrant Dink posterleri açıldı.<br /><br />ANITTA BİR ARAYA GELDİLER<br />200 Ermeni aydının 24 Nisan 1915’te tutuklanmasını sözde soykırımın başlangıcı olarak kabul eden Ermeniler sabahın erken saatlerinden itibaren Erivan’daki Dzidzernakabert Tepesindeki (Kırlangıç Kalesi) anıtta toplandı. 1967 yılından bu yana düzenlenen anma törenlerine dün de Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Başbakan Tigran Sarkisyan, Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan, Savunma Bakanı Seyran Ohanyan, Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan ve milletvekilleri ile çok sayıda Ermeni’nin katıldığı anma törenleri sırasında anıttaki ateşin etrafında toplanan Ermeniler; lale, gül ve karanfiller bırakarak hayatını kaybedenleri andı. Ermenistan Kilisesi dini önderi 2. Karekin tarafından düzenlenen ayinin ardından halk alandan ayrıldı. Tören sırasında Hrant Dink’in fotoğrafları ve 1915’i anlatan pankartlar dikkat çekti.<br /><br />KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -5-<br /><br />SORU BİLE SORDURMADILAR<br />Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdür Yardımcısı Prof. Sonya Mirzoyan, bizi karşılamak için aşağıya iniyor. İlgileneceğimiz bölümün ikinci katta olduğunu söyleyip takip etmemizi istiyor. Bir süre sonra da Müze Müdürü Amatuni Virabyan geliyor ve bize, “Buraya gelen ilk Türk gazeteciler sizlersiniz. Tebrik ederim” diyor. Daha sonra da otomatiğe bağlamış şekilde soru sormamıza bile fırsat vermeden aklındakileri sıralıyor. İyice dinledikten sonra belgelerin orijinallerini soruyoruz. Gerçek olduklarını söylüyorlar. Fakat tükenmez kalemin 1943’te kullanılmaya başladığını söylediğimizde hemen konuyu değiştiriyorlar.<br /><br />İLK TÜRK GAZETECİLERİZ<br />Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde sürekli olarak gündeme getirilen ve açılması istenen Ermeni Arşivleri’ne giren ilk gazete ‘Türkiye’ oldu. Ekibimiz birçok belgeyi görüntülemeyi başardı.<br /><br />DİKKATİMİZDEN KAÇMADI<br />Belgeleri inceleyen arkadaşlarımızın, en çarpıcı tespitlerinden biri, “O yıllara ait denilen belgelerin, ilk olarak 1943 yılında üretilmiş olan tükenmez kalemle yazılmış olmasıydı!”<br /><br />Ermeni diasporasının kaynak göstererek yabancı parlamentoları etkilediği, Türkiye’nin ise “hiçbir zaman ciddiye almıyoruz. Bilim adamlarımızın incelemesine fırsat verin” dediği Ermeni Arşivlerine girmek için gün sayıyoruz. Dışişlerine, “Ermenistan arşivlerini görmek istiyoruz” şeklindeki talebimiz çok hoş karşılanmamış olsa da biz yine de umutluyuz. 24 Nisan hazırlıklarının yapıldığı bir ortamda telefonumuz çalıyor dışişleri görevlisi, “Arşivlere gidebilirsiniz. Oradaki sorumluların tayin edeceği çerçevede çalışma yapabilirsiniz” diyor. Erivan’daki arşivlerdeyiz artık. İki katlı taş binanın hemen girişindeki fotoğraf sergisi davetiyesinde Türkleri küçük düşürücü karikatürler yürek yakıyor. Ancak bunları görmezlikten geliyoruz. Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdür Yardımcısı Prof. Sonya Mirzoyan, bizi karşılamak için aşağıya iniyor. Bizim ilgileneceğimiz bölümün ikinci katta olduğunu söyleyip takip etmemizi istiyor.<br /><br />ORİJİNAL BELGE İSTİYORUZ, AFALLIYOR<br />60 metrekarelik bir odadan içeri giriyoruz. Camekanlar içerisinde çeşitli defterler, fotoğraflar, haritalar ve kitaplar yer alıyor. Bir süre sonra Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdürü Amatuni Virabyan da geliyor. Sözlerine, “Buraya gelen ilk Türk gazeteciler sizlersiniz. Tebrik ederim” diyor. Soldan saymaya başlıyor. Bu belgelerde, Türkiye’deki 750 köyde öldürülenlerin tek tek isimleri yazıyor. Bu belge Erzurum’da öldürülenler, bu Muş’takiler, işte bu Van’dakiler. Böyle tam 12 bin belge var.<br /><br />Otomatiğe bağlamış soru sormamıza bile fırsat vermiyor. Fırsatını bulup orijinal belge yok mu diyoruz. Afallıyor, “Bunlar orijinal işte”. Yazıların tükenmez kalemle yazıldığını 95 yıllık kağıtların hiç sararmadığını tıpkı tükenmez kalem gibi o zaman çizgili kağıdın da olmadığını söylüyoruz. Müdür, “Belgeler orijinal “ diyerek geçiştiriyor<br /><br />OSMANLI BELGESİ BİLE TERS DURUYOR<br />Ermenistan dışında başka hangi ülkelerden belge topladıklarını merak ediyoruz. Müdür Virabyan, “Bu belgeler Rus askerleri, Ermeni aydınları ve İngiliz gazeteciler tarafından toplanmış. Bakın mesela bu fotoğrafı Muş Şeyhalan’da Rus askerleri çekmiş. Bunlar orada öldürülen Ermenilerin resimleridir” diyor.<br /><br />Arşivler arasında Osmanlı’dan alınan bir tek belge görüyoruz. Arşiv müdürüne “Bu belgenin üzerindekileri okuyabildiniz mi? Üstelik ters koymuşsunuz. Burada ne yazıyor biliyor musunuz ?” diye soruyoruz. “Maalesef ters koymuşuz. Osmanlı Devleti Ekim 1915’de bu fermanı hazırlatmış ve bütün İslam alemini cihada çağırmış. Ancak Osmanlıca’yı bilmediğimizden dolayı bazı bilgiler yanlıştır” diyor. “Bunları nerede tercüme ettirdiniz?” diye sorunca da “Tercümanlarımız var” diye geçiştiriyor.<br /><br />RUSLAR ERMENİCE Mİ YAZMIŞ ?<br />Israrla gösterdikleri belgelerin gerçek olmadığını, orijinal belgeler görmek istediğimizi tekrarlıyoruz. Bu defa başka bölümlerden büyük kitap halinde hazırlanmış farklı belgeler gösteriyorlar. Bir belgenin üzerindeki günümüzün rakamlarıyla yazılmış 1.5 milyon yazısı dikkatimizi çekiyor. Belli ki sonradan hazırlanmış. Bir süre sonra kendileri de kabul ediyorlar. Müdür yardımcısı Sonya, birkaç kitap daha getiriyor. Rus kayıtları imiş. Ama Ermenice yazıyor. Kimin hazırladığını soruyoruz. İkisi birden konuşuyor;<br /><br />“Savaş bittikten sonra 1919 yılında Ermeni aydınları bir araya gelerek komisyon kuruyor. Komisyon can kayıplarının yanı sıra ekonomik zararları da tespit ediyor. Mesela bu bölümde, Erzurum’da kaybedilen ev, mobilya, elbise, değerli eşyalar, gıda maddesi, büyük ve küçükbaş hayvanların sayı ve miktarları var. Bunların Rus parasıyla kaç Ruble ettiği de zarar hanesine yazılmış. Maddi kayıpların peşine de hangi tarihte kaç Ermeni’nin nerelerde öldürüldüğü not düşülmüştür.”<br /><br />İKNA OLMADAN AYRILIYORUZ<br />Arşiv müdürü Virabyan’a göre, Muş’un Gop Köyü’nden Van Erciş’e, Erzurum Hınıs’tan Bitlis Hizan’a, Kars’tan Harput’a kadar Anadolu’nun en ücra köşesindeki olaylar 500 kitapta toplanmış. Soykırım yapıldığı öne sürülen yerler arasında Nahçıvan, Bakü ve Tiflis de var. Virabyan “Tiflis’teki belgeler, sağ olarak kurtulanların verdiği bilgiler doğrultusunda hazırlanmış. Bunlar kurtulan her kişinin anılarından oluşuyor. Mesela bu yazı, kardeşleri ölen kendisi kurtulan Ermeni’nin anlattıkları. Tiflis kitabı 500 ailenin yaşadıklarından oluşuyor” diye konuşuyor.<br /><br />Bir ara etrafımızda flaşlar patlıyor. Dönüyoruz telaş içinde bir bayan fotoğrafımızı çekmeye çalışıyor. Polisin suçüstü yaptığı zanlı gibiyiz. Espriyle, “Biz fotoğrafa önem veririz. Sen söyle nasıl durmamızı istiyorsan öyle durup sana poz verelim. Yakışıklılığımızı zedeleme” diyoruz. Arşiv müdürü uyanık, “ilkleri fotoğraflayıp sitemizde yayınlıyoruz. O yüzden” diyor. O zaman profesyonel bir şey yapalım deyip bizim makinelerden biriyle fotoğraf çekiliyoruz. Arşivde daha birçok konuyu enine boyuna konuşuyoruz. Bir çoğuna ikna olmuyoruz.<br /><br />Tükenmez kalem oyunu yapmışlar<br />- Arşivlerdeki belgelerin matbu olanlar dışındakilerinin büyük bir bölümü tükenmez kalemle yazılmış. Halbuki tükenmez kalemin dünyayla tanışması 1943 yılına dayanıyor. Dolayısıyla o döneme ait orijinal belge olma yerine sonradan yazıldığı açıkça anlaşılıyor.<br /><br />- Ermenilerin iddia ettiği kendilerine ait arşivin olması imkansız. Çünkü o dönemde Ermenistan diye bir devlet yok. Bugünkü Ermenistan devlet olarak 1920-21 yıllarında kuruluyor, hemen akabinde de Sovyet işgaline uğruyor. Daha öncesinde buradaki Ermeniler, Rus himayesinde yaşıyor.<br /><br />- Arşiv belgesi olarak öne sürülen evrakların bir çoğu İngiliz, Rus ve Fransızlara dayandırılıyor. İngilizler tarafından tutulduğu öne sürülen kayıtlar matbu, Rus kayıtları ise Ermenice. Ancak kayıtları şayet Ruslar tuttuysa neden Rusça değil de Ermenice yazıldı?<br /><br />- Arşivlerde soykırım belgesi olarak sergilenen fotoğrafların Rus askerleri ve İngiliz gazeteciler tarafından çekildiği iddia ediliyor. Rus askerleri ile Ermenilerin bir arada bulunması nasıl açıklanabilir? Türk arşivlerinde yer alan ve “Ermeniler, Osmanlı’ya karşı cephe açtılar” şeklindeki suçlamaları haklı çıkarmaz mı? Ermeni çetelerinin fotoğraflarındaki silahlar ve üniformalar nasıl açıklanabilir? Ayrıca öldürülenlerin Türk olma ihtimali yok mudur?<br /><br />- Osmanlı’ya ait tek arşiv belgesi olarak gösterilen matbu evrak, arşiv müdürü tarafından Padişah fermanı, diğer görevlilerce de Şeyhülislamın cihat fetvası olarak ifade ediliyor. Padişah fermanlarının özel kağıtlara ve tuğralı yazıldığı unutuluyor. Ayrıca bu tip evrakların el yazısıyla yazıldığı gözden kaçırılıyor. Üstelik Osmanlıca evrak ters konulmuş.<br /><br />- Ermenilerin sürekli gündeme getirdiği “1.5 milyon öldürüldü, 1 milyon da sürüldü” iddiası gerçeklerle örtüşmüyor. Zira o dönemde bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayanların toplam rakamı 10 milyon. Türk arşivlerinde ise Ermeniler 1 milyon 300 bin olarak görünüyor.<br /><br />1018’den beri...<br /><br />- Tarihten bugüne (1018’den günümüze) kronolojik olarak Ermeni olaylarına baktığımızda; 47 siyasi olay, 48 terör olayı (terör olaylarından 5’i katliam 43’ü ise saldırı olarak gerçekleştirilmiştir). 13 isyan, 12 ilmi, 16 kültürel, 5 dini ve 1 ticari olay meydana geldiği görülmektedir. Bu olaylar Ermeniler tarafından bizzat veya dolaylı yönden kendi lehlerine, Türk ve Türkiye’nin aleyhine gerçekleştirilmiş olaylardır. Olaylar boyunca Ermeniler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Türkiye’de, daha sonra da destekleyicileri yanında siyasi, dini ve kültürel olarak pek çok nüfuz elde edebilmiş ve neticede Ermenistan devletini kurabilmişlerdir. Bu olaylar seyrince Türkiye ve Türk halkı pek çok zararlara uğramıştır. Ermenilerin 930 milyon dolar bütçe harcayıp propaganda amaçlı hazırlattığı filmler ile çeşitli ülkelerde Ermeni kökenli yazarların kaleme aldığı 278 kitaba dayandırılan iddialar hâlen ispat bekliyor.<br /><br />Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan, sinirli ve gergin tavırlar sergiledi.<br /><br />GERÇEKLERİ İNGİLTERE VE RUSYA’DAYMIŞ<br /><br />- Arşivdeki çalışmamız sırasında Müdür bir ara izin istiyor ve “Sayın Bakan geldi” diyor. Gelen Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan’dan başkası değil. Ermenistan’a gelmeden önce röportaj için yazılı talepte bulunduğumuz geldiğimiz gün de talebimizi yenilediğimiz bakan burada. Üstelik de 5 gün boyunca cevap alamadığımız bakanı bulmuşken soruları bir biri ardına sıralıyoruz;<br /><br />O.S: Sayın Bakan Türkiye’den geliyorum. Size birkaç sorum olacak. Protokoller donduruldu bundan sonra ne olacak?<br /><br />H.H: İki cumhurbaşkanı ne olması gerektiğini açıklamıştır.<br /><br />O.S : İlişkilerin bundan sonraki seyri konusunda neler söyleyeceksiniz?<br /><br />H.H: Ermenistan sadece protokolleri dondurdu, imzasını geri almadı. Türkiye ile yeniden görüşmeler yapmayı bekliyor, ikili ilişkilerin devamını istiyor.<br /><br />O.S Barış umudu var mı?<br /><br />H.H: Biz duruşumuzla bunu gösteriyoruz. Kaldı ki karşı tarafın nasıl davranacağını bekliyoruz.<br /><br />O.S: Bundan sonrası için ne bekliyorsunuz?<br /><br />H.H: Ne adım atacağınıza bağlı. Bizim bütün meselelerimiz değişmemiştir, hepsi aynı kalmıştır. Beklentimiz ön şart olmadan bütün ilişkileri devam ettirmektir.<br /><br />O.S: Soykırıma yönelik denilen belgeler bu gördüklerimiz mi? Başka belgeler var mı?<br /><br />H.H: Daha çok belge var.<br /><br />O.S: Bize orijinal bir iki belge gösterebilir misiniz ? Bunu merak ediyoruz. Çünkü Türkiye’de sürekli gündeme getiriliyor.<br /><br />H.H: Şu aşamada artık belgelerden konuşmak pek uygun değil. Bütün dünya zaten ne olduğunu biliyor.<br /><br />O.S : Bize göstereceğiniz belgeler sadece bunlar mı yani?<br /><br />H.H: Bu belgeler, İsviçre, Amerika, Fransa, İsveç, İngiltere, Almanya parlamentolarında tanındı. Daha nasıl bir ispat istiyorsunuz?<br /><br />O.S: Bu belgelerin birçoğu sonradan yazılmış. Üstelik tükenmez kalemle. Orijinal belge varsa Türkiye kamuoyuna taşımak adına yardımcı olur musunuz?<br /><br />H.H: Beyefendi, Rusya’ya gidin, İngiltere’ye gidin orada orijinalleri var.<br /><br />O.S: Yani bunlar orijinal değil öyle mi?<br />H.H: Sanırım yeterince konuştum... <br /><br />KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -6-<br /><br />ÖĞRENCİLERİN DİLİNDEN...<br />Türkiye ile barış umudunu bir başka bahara erteleyen Ermenistan’ın gençleri bambaşka bir strateji peşinde. Erivan’da gençlerin Türkçe’ye merak sardığını öğreniyoruz. Rehberimiz Diran bir yerleri arıyor ve Türkoloji bölümünde okuyan üç öğrenciyi okul dışında görüşmeye ikna ediyor. Tam da Obama’nın soykırım kelimesini kullanmadığı günlere denk gelen bu görüşme bizim için oldukça önemli. Erivan Devlet Üniversitesi Türkoloji Bölümü Master Öğrencileri; Narek Zulalyan, Armen Mıhçıyan ile aynı zamanda Genç Türkologlar Kulübü Başkanı da olan Lia Evoyan sohbetimiz süresince ilginç tepkiler veriyor.<br /><br />TÜRKÇE ÖĞRENİYORLAR<br />Türkiye ile mücadele edebilmek ya da geçmişten gelen izleri sürmek isteyen Ermeni gençler Türkçe öğreniyor. Erivan Devlet Üniversitesi’ndeki gençlerin hepsi diplomat olmak istiyor<br /><br />TARİHİMİZİ ARAŞTIRIYORLAR<br />Türkçeyi ve Türk tarihini derinlemesine öğrenen Ermeni gençler, “Hedefimiz, Ermenileri Türk çıkmazından kurtarmak. Anadolu için Ermeniler için mücadele edeceğiz” dedi.<br /><br />İLLE DE BATI ERMENİSTAN<br />Narek Zulalyan (solda) “Türkiye, Ermenistan ile imzaladığı protokolleri tasdik etmelidir” derken Armen Mıhçıyan (sağda) ise, “Türkiye’yi bugünkü haritasıyla kabul etmiyorum. Benim için bu topraklar Batı Ermenistan topraklarıdır” şeklinde konuşuyor.<br /><br />Türkiye ile Ermenistan arasında bir futbol maçı ile başlayan buz eritme sürecinde soğuk rüzgarlar esiyor. Başı da sonu da gerginliğe sebep olan protokoller, sokaktaki havayı da değiştirdi. Türkiye ile barış umudunu bir başka bahara erteleyen Ermenistan’ın gençleri ise bambaşka bir strateji peşinde. Erivan’da gençlerin Türkçe’ye merak sardığını öğreniyoruz. Erivan Üniversitesi’ne bir dersi izlemek istediğimizi söylüyoruz. Ancak olumlu bir cevap alamıyoruz. Rehberimiz Diran bir yerleri arıyor ve Türkoloji bölümünde okuyan üç öğrenciyi okul dışında görüşmeye ikna ediyor. Tam da Obama’nın soykırım kelimesini kullanmadığı günlere denk gelen bu görüşme bizim için oldukça önemli. En azından Türkiye’yi yakından takip ettiklerini düşündüğümüz bu gençlerin fikirleri Türkiye-Ermenistan arasında sürdürülen görüşmelerin de bir yansıması olacak. Gençler randevulaştığımız kafeteryaya geldiklerinde oldukça soğuk davranıyorlar. Türkçe ‘Merhaba’ demekle yetiniyorlar. <br /><br />Kendimizi tanıtıp niyetimizi aktarmamıza rağmen çekingen tavırlarına sürdürüyorlar. Diran’ın telkinleriyle konuşmaya ikna oluyorlar. Tabi kısa bir mülakattan sonra. <br /><br />Gazetenin ismini bir kenara not edip soruları önceden öğrenmek istediklerini aksi takdirde görüşemeyeceklerini bin bir mazeret sıralayıp aktarıyorlar. Dışişlerinin akreditasyon kartlarını gösterip bir iki manevra ile gençleri zor da olsa ikna ediyoruz.<br /><br />BATI ERMENİSTAN YAZIN<br />Erivan Devlet Üniversitesi Türkoloji Bölümü Master Öğrencileri; Narek Zulalyan, Armen Mıhçıyan ile aynı zamanda Genç Türkologlar Kulübü Başkanı da olan Lia Evoyan pür dikkat bizi süzüyor. Armen, dedelerinin Kars ve Erzurum’dan; Lia Van, Eleşkirt ve Muş’tan geldiklerini anlatıyor. Narek ise dedelerinin Maraşlı olduğunu söylüyor. Ama ısrarla buralar için ‘Batı Ermenistan’ yazılmasını istiyor. Daha sohbetin başında gerginlik başlıyor. Narek’e , “Ne yazmamız gerektiğini biz karar verelim olur mu? Ne mesaj vermek istiyorsan onu söyle, kelimelere çok takılma” diyoruz. Gençlerden üçü de Türkiye’ye zaman zaman gidip geldiklerini söylüyor. Dolayısıyla daha işin başında “biz oraları biliyoruz” mesajı vermeyi amaçlıyorlar. “O zaman sohbete başlayabiliriz” diyor ve o kritik soruyu soruyoruz;.<br /><br />* Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz.?<br />Narek.Z : Türkiye Ermenistan’a komşu bir ülke ama aramızda meseleler var. Bunun başında soykırım geliyor. Son zamanlarda Türkiye ile ilişkilerimiz iyi yolda. Bazı uzmanlar meselenin sınır kapılarının açılmasıyla çözüleceğini düşünüyor. Bence sınır kapısının açılması öncelikler arasında ikinci sıradadır. Bizim için önemli olan ön şartlar ileri sürülmeden ilişkilerin geliştirilmesidir. Bununun dışında çok önemli olan bir şey de Ermeni soykırımının tanınmasıdır. Dünya ülkelerinin bunu tanıması önemli değil, Türkiye’nin tanıması önemli. Bu sorun çözüldükten sonra sıra sınır kapılarının açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulmasına gelebilir.<br /><br />* Protokollerde bir gerileme süreci oldu, ilişkilerin normale döneceğinden umutlu musun?<br /><br />Narek Z: Önceleri umutluydum, ama şimdi değilim. Çünkü Ermenistan iyi ilişkiler kurmak için her şeyi yaptı. Ama sizin ülkeniz Türkiye Cumhuriyeti de bazı şeyler yapmalı.<br /><br />* Mesela ?<br />Narek Z: Türkiye Ermenistan ile imzaladığı protokolleri tasdik etmelidir. Ama bu protokollerde Ermeni soykırımı ve Karabağ hakkında hiçbir şey yok. Fakat yine de Türkiye onaylamıyor.<br /><br />* Obama 24 Nisan’da soykırım demedi!<br />Narek Z: Biraz daha bekleyecek. Galiba, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini geliştirmek için bir şeyler yapacak. Obama bunu düşünüyor bence.<br /><br />* Türkiye ile Ermenistan arasındaki meseleleri politikacılar mı yoksa halklar mı çözer?<br /><br />Narek Z: Hem politikacılara hem de halka yani bizlere görev düşüyor.<br /><br />* Politikacılar bu işi zorlaştırıp çıkmaza sokmuyor mu?<br />Narek .Z: Politikacılar olmadan siz ve biz bu işi nasıl çözebiliriz?<br />Armen Mıhçıyan söze giriyor ve “Çağdaş Türkiye’yi bugünkü haritadaki şekliyle düşünemiyorum ve kabul etmiyorum. Benim için bu topraklar Batı Ermenistan topraklarıdır” diyor.<br /><br />* Haritanın nasıl olması lazım?<br />Armen M: Ben Batı Ermenistan diyorum siz Doğu Anadolu diyorsunuz.<br /><br />* Peki önceden orada Türkler yok muydu?<br />Armen M: Şimdi olduğu gibi eskiden de Türk vardı.<br /><br />* O zaman neyi tartışıyoruz? Kimse burada Ermeniler yoktu demiyor ki!<br />Armen M: Ama bizim oradaki varlığımız binlerce yıl öncesine dayanıyor. Aslında fark etmez. Net olarak bilmiyorum ama 5 veya 6 bin yıl olabilir. Ama Türklerin Anadolu’ya 9. yüzyılda geldiğini biliyorum. Yani o topraklar bizim. Sizin orada ne işiniz var?<br /><br />* Bütün dünyada kaç Ermeni var ?<br />Armen M: 10 milyon.<br /><br />* 10 milyon Ermeni, 5 bin yıl için az bir rakam değil mi? Diğerleri nerede?<br />Armen M: Ermeniler zor şartlarda yaşıyorlar. Yaklaşık bin yıl Türklerin yönetiminde kalıyorlar ve asimilasyona uğruyorlar.<br /><br />* Bence biraz abartıyorsun. İddia ettiğiniz asimilasyon ne zaman başlıyor?<br />Armen M: Türkler Anadolu’ya geldiği zaman başlıyor. Bu yüzden biz 10 milyonla sınırlı kalıyoruz.<br /><br />* Ancak 1915’den sonra sizin iddia ettiğiniz asimilasyon yok, artmanız lazım. Biraz çelişki yok mu?<br />Lia Evoyan: (Burada söze giriyor)<br /><br />10 MİLYON OLMAMIZ SİZİN SUÇUNUZ<br />Lia E: 1915’den sonra Ermeniler batı ülkelerine kaçtılar. Bundan dolayı biz şu anda 10 milyon kişiyiz. Asimilasyon ABD’de, Avrupa’da yok. Türkler tarafından Ermenilere asimilasyon uygulanıyor. Ermeniler Avrupa ve ABD’ye 1915 yılından sonra geliyorlar. Armen M: Şimdi ben bu konuları niye tartıştığımızı anlamıyorum. Ortada sizin yaptığınız soykırım var. Bunu kabul edeceksiniz.<br /><br />* Tartışmıyorum, soruyorum. Ortada tartışılacak bir şey yok. Sen sakın diplomat falan olma. Çünkü Ermeniler senin gibiler yüzünden perişan olur. Sen niye Türkçe öğreniyorsun onu söyle?<br /><br />Armen.M: Çünkü diplomasiyle ilgileniyorum. Ermeni diplomasisinde Türkiye en önemli köşe taşlarından biridir. Ermeni diplomatları için Türkiye’den bazı bilgileri toplamak adına Türkçe öğrenmek çok önemli bir şey. Bence de Türkçe konuşmak çok önemli. Ermenistan Türkiye ilişkilerinde rol alabilmek için Türkçeyi daha iyi öğrenmek istiyorum.<br /><br />* Türkiye’de kapıdan içeri girdiğinizde size nasıl davrandılar. Kötü bir davranış oldu mu?<br /><br />Armen M: Yok, çok iyi karşıladılar. Orada arkadaşlarım var. Hiçbir problem yok. Asıl problem bence iktidarlarda, siyasilerde. Türkiye tarafı olaya siyasi pencereden bakıyor. Siz de siyasi çevrelerde problem var, biz halkın milli davası olarak bakıyoruz. Aslında problem burada.<br /><br />* Ermenilerde problem yok mu? Çözüm sürecinde kim problem çıkarıyor?<br /><br />Armen M: Uzlaşmanın olmaması Türkiye’deki iktidarlardan kaynaklanıyor. Ermenistan’da halkla iktidarın davranışı birbiriyle aynıdır. Ama Türkiye’de halkla iktidarın davranışı farklı.<br /><br />TÜRK HALKI SAMİMİ DAVRANIYOR<br /><br />* Türkiye’de halk daha mı sıcak?<br />Armen M: Evet, halkın tavırları iktidara oranla daha içten daha samimi.<br /><br />ATALARIMIN HESABINI SORACAĞIM<br />Lia Evoyan, Ermeni gençlerin gelecekte diplomasiyi ülkerinin lehine çevireceklerinden bahsedip, bu alanda master yaptığını aktarıyor. “İleride beni dışişleri diplomatı olarak göreceksiniz” diyen Lia, anneanne ve dedesinden geçmişe yönelik çok şeyler duyduğunu bu yüzden diplomat olmaya karar verdiğini hırslı bir ifadeyle vurguluyor.<br /><br />* Şu anda onlardan hayatta olan var mı, nereden gelmişler?<br /><br />Lia E: Soykırım hakkında her şeyi onlardan duydum. Büyük annemin ailesinde 7 kız kardeş varmış, yedisi de göç yolunda ölmüş.<br /><br />* Sen hayattayken Türkiye-Ermenisten meselesi çözülecek mi?<br /><br />Lia E: Çözülecek ama zamanını bilmiyorum.<br /><br />* Türkiye’ye mesajın var mı? Orada bu işle uğraşan kişilere ne söylemek istersin?<br />Lia E: Türkiye ile Ermenistan arasındaki problem soykırım meselesidir. Bu soykırım yalnız ‘özür dilerim’ demekle çözülemez. Bizim için Ermeni meselesi toprak talebi meselesidir. Bizim topraklarımız Batı Ermenistan’dır. Bu topraklar Ermenistan Cumhuriyeti haritasında gördükten sonra Ermenistan ile Türkiye arasındaki meseleler çözülecektir.<br /><br />* Türkiye’de nereler bu topraklar? Hangi iller Batı Ermenistan içerisinde.<br />Lia E: Van, Muş, Eleşkirt, Çatak, Sason, kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Diyarbakır, Erzurum, Kars. Şimdiki Türkiye’nin yarısı.<br /><br />* Bu sence olabilecek bir şey mi? Söylediğine sen inanıyor musun?<br />L.ia E.: Ben Türkoloji okuyorum. Müzikolog veya sanatçı değilim. Sanatçı olsam derim ki; bu olacak. Ama ben Türkolojistim, ne zaman nasıl olacağını bilemem. Ben Ermeni olarak diyorum ki bu olacak ve olmalı.<br /><br />* Falcı değilsin, üstelik kurulmuş saat gibi aynı şeyleri söylüyorsun.<br />Lia E: Ben olmalı diyorum<br /><br />* Türkoloji bölümünde kaç öğrenci var?<br /><br />Lia. E: Şu anda 100 ama sanırım 400 de mezun var.<br />Gençlerle sohbetimiz uzadıkça uzuyor. Ayrılırken Lia arkadaşlarının da duygularına tercüman olan şu sözleri sarfediyor; “Hepimiz dışişlerine girip diplomat olacağız. <br /><br />Tarihimizle ilgili ne varsa öğrenip mücadelemizi sürdüreceğiz. Bizim bir de Genç Türkologlar Kulübümüz var. Burada oturup verileri topluyoruz. Batı Ermenistan davamızdan vazgeçmeyiz. Daha bir çok arkadaşımızla Türkçe öğrenmeye ve sizi köşeye sıkıştırmaya devam edeceğiz.” Ayrılırken de Lia, Armen ve Narek’e Türkiye’nin Ermenistan ile olan farkını hissedip hissetmediklerini soruyoruz, kendilerince bir takım şeyler söylüyorlar.<br /><br />Biz ise gençlere “Bizde demokrasi var. İnsanlar hür iradeleriyle düşünüyorlar. Geleceğe öfke ve nefret tohumu ekmiyorlar. Siz de bizim gibi olduğunuz zaman bu mesele çözülür “deyip vedalaşıyoruz. <br /><br />28 Nisan 2010 Çarşamba <br />Ermenilerin hayat felsefesi herkesle kavga etmek<br />KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -7-<br /><br />KÖŞEYE SIKIŞTI KONUYU DEĞİŞTİRDİ<br />Minasyan Harutyun’a “tam da branşınıza uygun bir sorumuz var” diyerek, Ermeni gençlerin, ‘Bizim genetik hafızamız yaşananları unutmamıza engel oluyor’ şeklindeki sözlerini hatırlatıp bu mümkün mü?” diyoruz. Harutyun, “Biyolojik olarak mümkün değil. Ben iki büyük annelerimi de gördüm. Onlardan başlarından geçenleri dinledim. Bu nesilden nesile geçiyor. Bunun hissi tarafı unutuluyor. Ama yayınlanan kitaplar, fotoğraflar ve belgeler hafızayı koruyor” dedi. Harutyun’a aynı hafıza Bizans Rumlarının, İranlıların, Rusların yaptıklarını; Anadolu’da çetelerin masumları öldürdüğünü niye hatırlamıyor? diye soruyoruz ama geçiştiriyor.<br /><br />DÜŞMAN OLMAYAN YOK<br />Ermeniler’in dost olduğu tek bir ülke yok. Azerilerle; Karabağ, Gürcülerle ve İranlılarla azınlık meselesi olan Ermeniler, Ruslarla da geçmişin hesabını görme derdinde..<br /><br />UNUTMAK İSTEMİYORLAR<br />Minasyan Harutyun, “anlatılanlar genetik hafızayı koruyor. Ayrıca görgü tanıklarının kitapları, fotoğraflar ve belgeler var. Bu sebeple olayların unutulması mümkün değil” dedi.<br /><br />SOKAK SOKAK DOLAŞTIK...<br />Bir hafta kaldığımız Ermenistan’da başkent Erivan’ı sokak sokak dolaşıp halkın düşüncelerini öğrenmeye çalıştık. Başta işsizlik olmak üzere ülkede yaşanan ekonomik problemler halkın hücrelerine kadar işlemiş durumda...<br /><br />Yaşadıkları coğrafyada sınır komşuları ve uzun süre hakimiyeti altında kaldıkları Rusya ile gergin olan Ermenistan, ilişkilerini güçlendirmek için çıkış yolu arıyor.<br /><br /> Türkiye ile görüşmelerinde soykırım ve tazminat meselesine odaklanan Ermeniler, Rusya ile geçmişin hesabını Gürcistan’la azınlık çıkmazını, Azerbaycan’la Karabağ meselesini, İran’la da orada yaşan Ermenilerin statüsü konusunda anlaşmazlık yaşıyor. Ermenistan’ın yaşadığı problemler ise halkın hücrelerine kadar işlemiş durumda. Özellikle Türklerle aralarındaki meselelerin genetik hafızalarına işlendiğini söyleyen Ermeniler’in 7’den 70’e hepsini ayakta tutan tek mesele, “Türk düşmanlığı” Bu düşmanlığı birlik olmanın tek çıkar yolu olarak gören Ermeniler’i gerçeklerle yüzleştirmek ise bir hayli zaman alacağa benziyor. Karabağ konusunda BM kararlarını hiçe sayan Ermenistan, sözde soykırım iddialarını ise Uluslar arası hukuk şemsiyesi altına sokmaya çalışıyor. Ancak aynı uluslar arası hukuk kuralları bir başka ülkeye ait tarihi bir eserin, varlığın bir başka ülke tarafından sembol olarak kullanılmasını reddediyor. Fakat Ermeniler bu kuralı da hiçe sayarak Ağrı Dağı’nın (Ararat ) sembolünü her yerde kullanmayı bir gurur vesilesi olarak görüyor.<br /><br />BU DA TÜRKMEN KAFASI<br />Diran, Minasyan Harutyun adlı ruh doktoru ile görüşmemizi tavsiye ediyor, “İlginç bir kişiliktir. Ermeni tarihi ile ilgilidir kitapları da var” diyor. Bizi kliniğin girişinde karşılıyor. Diran, “Bu arkadaşlar çay hastasıdır” deyince koşturup caddenin köşesindeki marketten çay, bisküvi, kek gibi şeyler alıp geliyor. 6’ncı kata çıkıyoruz. İçeride değirmen taşları, sandıklar, akla gelen her şey var. “Gömü mü buldun?” diye takılıyoruz. “Antika onlar antika. Size daha enteresan şeyler göstereceğim“ diyor. Diğer odada bakır, tunç semaverler, demlikler, tas, tabak... Tam ortadaki masanın üzerinde ise 8 tane kafatası.<br /><br />Harutyun, “Sırayla bu kadına ait, bu hastalıklıymış...” şeklinde sıralıyor. Bunların hepsi Ermeni mi diyoruz. “Yok, farklı milliyetlere ait olanlar var. Eski medeniyetlerden toplu mezarlardan falan çıkmış kafatasları bunlar. İlginizi çeker bak mesela bu Türkmen” diye konuşuyor. Söylediklerine inandırmak için de “Antropologlar baktı 3 bin yıllık bir kafatası olabilirmiş” diyor.<br /><br />GENETİK HAFIZA SİLİNMİYOR<br />Bir karış toz yüklü eski eserlerin arasından çıkıp aramızdaki o eski meseleyi konuşmak üzere odasına geçiyoruz. Çaylar olmuş bu arada. Kekleri de dilimleyip ikram ediyor. Büyük annesinin Van’ın Şahbağı büyük babasının ise Van gölünün kenarındaki Avants köyünden geldiğini, anne tarafının ise Bitlis ve Erzurum kökenli olduğunu anlatıyor.<br /><br />Harutyun’a “tam da branşınıza uygun bir sorumuz var” diyerek, Ermeni gençlerin, ‘Bizim genetik hafızamız yaşananları unutmamıza engel oluyor’ şeklindeki sözlerini hatırlatıp bu mümkün mü?” diyoruz. Harutyun, “Biyolojik olarak mümkün değil. Ben iki büyük annelerimi de gördüm. Onlardan başlarından geçenleri dinledim. Bu nesilden nesile geçiyor. Bunun hissi tarafı unutuluyor. Kendi gözüyle gören için başkadır, büyüklerinden öğrenmişse başkadır. Üçüncü nesil olarak benim için daha da başkadır.<br /><br /> Bu hisler zaman geçtikçe zayıflıyor. Ancak aktarılanlar sayesinde genetik hafıza korunuyor. Bunun haricinde görgü tanıklarının cilt cilt kitapları, fotoğraflar belgeler var. Bunları okuyanlar aynı şeyleri tekrar yaşıyorlar. Bu sebeple unutulması mümkün değil” diyor.<br /><br />MEŞHUR KÖR ERMENİLER KİTABI<br />Harutyun’a aynı hafıza Bizans Rumlarının, İranlıların, Rusların yaptıklarını; Anadolu’da çetelerin masumları öldürdüğünü niye hatırlamıyor? Acaba hafızaya virüs mü girmiş diye soruyoruz. Cevap veremiyor. Israrla yüklenmeye devam ediyoruz.<br /><br /> İçeride gösterdiğiniz Türkmen kafatası burada Türklerin bir dönem yaşadığını gösteriyor. O hafıza buraların Türklere ait olma ihtimalini dikkate alıyor mu? diyoruz . “Bunu tarihçiler bilir. Ama şimdi bizim” diyor. Tıpkı Anadolunun bizim olduğu gibi mi? sorumuza oldukça sinirleniyor. Harutyun’a demek ki buralar bizimmiş.<br /><br /> Verdiğiniz bu malzeme için teşekkür ederiz. Türk Ermeni olayları için yeni bir pencere daha açtınız diyerek minnet duygularımızı ifade ediyoruz.<br /><br />Konuyu değiştirmek için masanın üzerine kendi kaleme aldığı kitapları yığıyor. Polonya ve Rus döneminde 400 Ermeni ruh doktorunun 1920-1954 yılları arasında uğradıkları zulmü 4 kitapta topladığını söylüyor.<br /><br />Hatta son dönemde aralarında Türkiye’den gelen 93 yaşındaki kör bir Ermeni kadının da olduğu “Meşhur kör Ermeniler” kitabı hazırlığında olduğunu müjdeliyor. Harutyan’a kör Ermenilerin bir kitaba sığmayacağını bir külliyat hazırlaması gerektiğini söylüyoruz. Önce bozuluyor, sonra işi espriye vurup, “Siz Türkler kelimeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Artık yeter savunma yapmaktan aklımdaki anlatmaya zaman kalmadı” diyor.<br /><br />Harutyun çözümün Türk ve Ermeni halklarının birbirlerini çok iyi tanımasıyla mümkün olabileceğini belirterek, kendisinin bildiği baba, çocuklar, hayat gibi Türkçe kelimeleri sıralıyor Ermenicede Osmanlı’dan kalma, Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden bahsediyor. Kısacası “biz iç içe yaşamışız” demeye getiriyor.<br /><br />Biz ise Harutyun’a, “Hafızanıza format atmadıkça biz tekrar bir araya gelemeyiz “ tavsiyesinde bulunup veda ediyoruz.<br /><br />DEDENİN HESABINI ÖDE<br />Türk Ermeni ilişkileriyle ilgili Ermenistan’da bulunduğumuz süre içerisinde sayısız insanla röportaj yapıyoruz. Ünlü ünsüz her önüne gelen konuşuyor.<br /><br />Ama iş gerçekleri konuşmaya geldiğinde herkes kendince mazeret üretiyor. Tıpkı şu meşhur kıssadan hissede olduğu gibi;<br /><br />“Adamın biri lokantanın önünden geçerken camdaki yazıya gözü takılmış. “Sen ye torunun ödesin!” İçeriye girmiş güzelce karnını doyurmuş. Tam kapıdan çıkarken; ‘beyim hesap’ demişler. ‘Yazıyı görmüyor musunuz?’ diye çıkışmış bizimki. ‘Yazı doğru beyim biz sizin yediklerinizin hesabını zaten istemiyoruz. Dedenizin yedikleri beyim’ demişler.<br /><br />Türkler ve Ermeniler arasındaki gerginlik de tam buradan kaynaklanıyor. Şimdi kim kimin dedesinin hesabını kimden soracak? İttihat ve terakkinin yaptıklarını Türkiye’ye mal eden Ermeniler, Taşnak çetelerinin yaptıklarını gururla anlatıp Arşivlerinde ise sergilemekten kaçınmıyorlar.<br /><br />Hatta Erivan’daki sözde soykırımı anma töreninde rehberimiz Diran, Ermeni gazetecilerin bizimle yakından ilgilendiğini söyleyip röportaj taleplerini aktarıyor. “Diran, röportaj yaparız. Hem de buranın ruhuna uygun şeyler de söyleriz.<br /><br /> Ama tıpkı Ermenilerle bizim röportajlarımız sırasında istedikleri gibi bizim de bir şartımız var” diyoruz. Ne olduğunu soruyor, “Biz de Ermenilerin katlettikleri Türkleri anmak için burada olduğumuzu söyleyeceğiz. Eğer bunu kesmeden yayınlayacaklarsa hemen görüşelim” diyoruz. Televizyoncularla Diran arasında bazı konuşmalar geçiyor, tabii ki röportaj da olmuyor. Bizden İttihat ve Terakki’nin hesabını soran Ermeniler her nedense kendi dedeleriyle ilgili kısa bir cümleye bile tahammül edemiyorlar! Sözün özü sürekli Türkiye’ye karşı argüman geliştiren Ermelilerle ilgili olarak kaybedilen zamanı telafi etmek hiç güç değil. Yeter ki onlarda olduğu gibi bizim gençlerimiz de tarihe biraz önem verseler. Hiç olmazsa okullarda seçmeli de olsa Osmanlıca ders alsalar birçok belgeyi okuyup Ermenilerin dünyaya aktardığı yalan yanlış bilgilere inanmayacak, hatta onların dünyaya yaydığı 278 kitaba bir o kadarı ile cevap verme imkanı bulacaktır. İlgililere duyurulur.<br /><br />ÖTEKİ ERMENİLER DE BİR ŞEYLER SÖYLEDİLER<br /><br />BAKOUR KARAPETYAN (GAZETECİ)<br />Karabağlıyım. Hocalı’da yaşananları görüntüledim. Her iki taraftan da insanlar kırıldı. Ermeni halkı toprak talebi ve tazminat hayaliyle oyalanıyor. Tayyip Erdoğan da Azerbaycan hesabı yapıyor.<br /><br /><br />* Türkiye Ermenistan ilişkilerinin gidişatı konusunda politikacılar ya da diasporanın anlattıkları herkesçe malum. Peki ya sokaktaki insanlar ne düşünüyor?<br /><br />HERABATİ MANUKYAN (ESNAF)<br />* “Türkiye ile ilişkilerin kesintiye uğraması hiç iyi olmadı. Turist sayısının azalmasından korkuyoruz. Toprak, tazminat istemiyoruz, kara sınırının açılması daha önemli.<br /><br />MEHAT KERÇİYAN - ELENİ MORATUNYAN (NİŞANLI ÇİFT)<br />M.K- Geçmişe takılmak yanlış ama Türkiye soykırımı kabul etmeli. İlişkiler düzeltilmeli. Diğerleri zamana bırakılmalı.<br /><br />E.M-Ben bu konularla ilgili nişanlım kadar ilgilenmiyorum. Burada kız tarafının yükü erkek tarafından daha ağır. Babam devlet memuru 200 dolar maaş alıyor. Ne yapacağız bilmiyorum.<br /><br /><br />KISA NOTLAR...<br /><br />* Ermenistan’a gidecek herkesin çok iyi bir tarihi bilgiye ihtiyacı var. Ermeniler sizinle tartışmayı Türkiye’den bir karış toprak almak gibi görüyor.<br /><br />* Bıyıklı erkekler antipati hatta düşmanlıkla karşılanıyor. Azerilerin bıyıklı olması hasebiyle her esmer ve bıyıklıyı potansiyel bir Azeri olarak değerlendiriyorlar.<br /><br />* Türkiye’deki gençler Ermeni meselesine ilgilenmezken her Ermeni ilkokula başlamadan bu konuda iki saat nutuk atabilecek bilgiye sahip olabiliyor. Onlar Türkçe öğrenirken bizde ise tarihe ışık tutacak Ermeni belgelerinin yazıldığı Osmanlıcayı bilen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.<br /><br /> BİTTİ<hr><br /></span>Unknownnoreply@blogger.com0