En Uzak Komşu Ermenistan : Ağrı'nın Öteki Yakası

Ağrı'nın öteki yakası

Baştan başa bir aidiyet sorunu yaşanıyor Erivan'da. Kendilerini, kendilerinin olmayan bir dağa ait hisseden insanlar, köklerini dışarıda bırakmış bir ağaç gibi kederli. Buna, piyasa ekonomisinin ve sınırın iki yanına ait olmayan, uzaklardan gelen Batı kültürünün karmaşası ekleniyor. Bunları en iyi İstanbul'dan gelen Ermeniler görebiliyor


En uzak komşu Ermenistan
Ece Temelkuran
Fotoğraflar: Yurttaş Tümer

Görüp bakmadığımız ışıklar: Ermenistan

"Ararat buradan daha güzel görünüyor değil mi?"
Kederle çürüyen bir gülümsemeyle soracaklardır bu soruyu. Kavganın, tartışmanın, tarihin, iddiaların, tüm gürültünün ötesine geçmek isteyen, duygusal bir sesle... Eğer bir gün Ermenistan'a giderseniz size de Anadolulu bir hançereyle soracaklardır:



"Söyle, buradan daha güzel görünüyor değil mi?"
Bu memleketin dört bir yanından ışıklar görünür. Sınır boylarında çocuklar, kendi evlerine benzeyen evlere bakar. Ama ertesi sabah hepsi dokunacakları kadar yakın bu ışıklarla ilgili öfkeli manşetler okur gazetelerde. Çünkü üç tarafı denizle, dört tarafı kederle çevrilidir bu toprağın. En yakınımızdakileri uzaklara itmek üzerinedir yan yana yaşama geleneğimiz. Biz, her gece ışıklarını gördüklerimize bir kere bakmamaya alışmışız. En yakınımızdakilerdir bizim en uzak komşularımız...

İki ucun ortası
"Çok güzel bir yer. Tavsiye ederim, gidin" dediğimde, Ermenistan'ın başkenti Erivan'dan döndüğümde, herkesin yüzünde şaşkın bir boşluk oluşuyordu. Bu kadar çok konuşulmasına rağmen çoğu insan oranın neye benzediğini bilmiyordu. Her yıl nisan ayında manşetlere taşınan Ermeni meselesiyle ilgili herkesin bilgili veya bilgisiz bir görüşü olmasına rağmen insanlar, Erivan deyince gözünde ne canlandıracağını bilmiyordu.
Bakmak isteyen için de iki zorunlu güzergâh vardı hep: Ya soykırım kavgasına tutuşacaksın ya da burnunu çeken bir duygusallıkla "Ah! Ne çok benziyoruz birbirimize!" deyip yıkılacaksın ağlamaktan. Öfke ile sonuçsuz duygusallık arasında bir bakma şekli olabilir mi Ermenistan'a?
Kimliklerini ölüm, sürgün, acı, "soykırım anlatıları" üzerine kuran; kendilerini, kendilerine ait olmayan bir dağa ait hisseden; bizim Ağrı, onların Ararat dedikleri dağda varoluş efsanelerini gören bir halkı anlamak için, nasıl yaşadıklarını anlamak gerek önce.

Ağrı ve 'ağrı'ma
Onların da belki bir gün, o dağa bizim Ağrı dediğimizi, bu adın belki de "ağrımaktan" geldiğini, bu ülke topraklarının zaten hep ağrıdığını, bu ağrıya dokununca büyük bir öfkenin doğduğunu... Anlamak için görmek, görmek için bakmak gerekli... En uzak komşu Ermenistan acaba nasıl bir yer, hiç "gördünüz" mü? Onlar her gün buraya bakıyorlar, hiç duydunuz mu?



"Senin gibi aynı, bir haftalığına gelmiş. Ermenistan Rus topraklarına katılınca, görmek istemiş Ararat'ı. Fakat yine böyle yağmur olunca görememiş. İşte o zaman demiş ki, 'Sen Ararat'san ben de Çar'ım. Ben seni göremediysem sen de Çar'ı göremedin Ararat! Bu da senin göreceğin son çar olsun!' Hak'katen de o çar Ararat'ın gördüğü son çar olmuş. Çünkü çarlık yıkılmış!"
İşte o yağmurlu sabahta, Erivan'ın en yüksek noktası olan "Ermenistan Ana" heykelinin dikili olduğu tepede Ermenilerin Ararat'ını göremedim diye öfkelenmemeye karar verdim. Dağların laneti insanlardan büyük olur zira. Tam da Türkiye'de Ermeni meselesi iyice gerilmişken, Fransa'daki yasa tasarısı yüzünden Türkiye'de "Ermeni" sözcüğünü bile duymak istemeyenler varken, yapacağım son gazetecilik bu olur diye susmayı yeğledim.

Avrupa şehri Erivan
Ama bazen insana, gördükleri değil göremedikleri yol gösterir. Ararat'ı görememek iyi oldu, çünkü böylece bir dağı değil, Ermenilerin Ararat'ı nasıl gördüğünü görmek mümkün oldu.
Bütün bir Ermeni meselesinin bilinçaltı o dağda duruyordu çünkü; durmadan "Ağrı"yordu...
Ortadoğu'ya fırlatılmış bir Avrupa şehri Erivan. Kütüphane kadar sessiz, bir sanat fakültesi kampusu kadar estetik. Konuşkan insanları ve müthiş güzel sokaklarıyla tam "turistik."
Ama bunca yağmur varken, Ararat görünmez olmuş ve insanlar sokaklardan çekilmişken, Ermenistan'ın kılcal damarlarına girmenin, kendilerine ait olmayan uzak bir dağa gönülden bağlanan bu ülkenin hissiyatını anlamanın tek yolu, ülkelerin dertlerini ve kalplerini yazan insanlarla konuşmak oldu.
Kafka romanlarındaki dehlizli binalara benzeyen Yazarlar Birliği'nde Başkan Levon Ananyan, daha sonraki bütün sohbetlerde herkesin yapacağı gibi kendi teybini açıyor. Türkiyeli gazetecilere güvenmiyor! Ve elbette, sonraki her sohbette olacağı gibi soykırım konusu açılıyor.

'Alaskalı bir gazeteci!'
Oysa anlaşamadığımız değil anlaşabildiğimiz yerden başlamalı konuşmaya. Bu yüzden diyorum ki, "Alaska'dan geldiğimi düşünün. Ararat'ın anlamı ne? Niye herkes 'Buradan daha güzel görünüyor, değil mi?' diye soruyor bana?"
O zaman efkârlı bir sigara yakıyor Ananyan:
"Bizim için Ararat'ın anlamını bilseydiniz, kamyonlarla onu buraya taşırdınız! Sizin için bir dağ orası, bizim için kökümüz!"
Ararat hakkında yazmayan tek bir Ermeni şairi olmadığını anlatıyor, Ermenilerin Ararat'sız var olamayacağını, her Ermeni'nin kalbinde Ağrı'dan daha büyük bir Ararat olduğunu:
"Biz duygusal bir halkız. Siz Ararat'ı isteriz diye korkuyorsunuz, ama o bizim için kalbi bir mesele."
Sonra, serbest piyasa ekonomisine geçişle bulunan toplumsal ve kültürel alışkanlıkları, "dünya edebiyatını iyi bilmeyene cahil denen" bir ülkede best-seller düzenine geçişi, Sovyet döneminde 40 bin basılan şiir kitaplarının şimdi 2 bin basıldığını ve bu "duygusal halkın" kalbinin iyice bulandığını anlatıyor Ananyan. Daha ilk gün anlaşılıyor:
Ermenistan, kalbi asla onun olmayacak bir dağda, aklı komünizmde kalmış bir memleket. Bu yüzden sokaklarında yağmurla birlikte yağıp duran kederli bir hasret.

Anadolu gürültüye gidiyor

Gece başka renkleri çıkarıyor ortaya. Atlantic Disko'da, DJ, techno çalıyor. "Dım tıs"lar arasından, üzerlerinde "I love NY" yazılı tişörtleri, daracık pantolonlarıyla kızlar, oğlanlar geçiyor. Disko'dan bakınca, ABD'nin Grand Canyon'ı Ararat'tan daha yakın görünüyor!
Bir İstanbullu daha Erivan gecesinin içinden... Müzisyen Arto Tunç Boyacıyan, oğlunun Amerikalı arkadaşlarıyla kurduğu "Paper Boys" adlı rap grubuyla ilk kez müzik yapıyor. Ufaklığın teki, güneş gözlüğü takıp sınırın ne bu tarafına ne o tarafına ait, bambaşka bir dilde söylenen "zenci" bir şarkıyla MTV'dekiler gibi dans ediyor. Arto, gecenin bir yerinde efkârlanıp o cümleyi kuruyor: "Ben Anadolu'yu seviyorum. Ve iki taraf kavga ederken kaybedilen şey o Anadolu duygusu. Ve onu hiçbir yerde bulamazsın sonra."
Böylece hızlı bir giriş yapıyoruz Erivan'a. Kalbi ve aklı karışık, sınırları ve sorunlarıyla karaya kilitlenmiş bu Ortadoğulu Avrupa şehrine.

Belki de Ararat yoktur!

Bir yağmur aralığında, Türkiye'deki Agos gazetesinde "Azınlıkyan" tiplemesini yaratan İstanbullu karikatürist Aret Gıcır'la buluşup ona soruyorum Ararat'ı:
"Kendilerini oraya ait hissediyorlar. Türkiye'de bu siyasi anlaşılıyor, oysa tamamen duygusal. Uzakta kurulan hayal de gerçeğin kendisinden daha güzel oluyor. Mesela diaspora Ermenisi bir kitap yazıyor Tokat üzerine. Sanırsın Paris'i anlatıyor."
Aret, Türk-Ermeni gerginliği üzerine, iki ülkede de "azınlık" olmak üzerine mizah yapıyor. Bir karikatüründe Ararat maket çıkıyor mesela, diğerinde bir kedi camdan Ararat'a bakıp "Van! Van!" diye iç geçiriyor, sınırın öte tarafına duyulan özleme nazire. Ama burada mizahın sınırı var, kimse "hassas tarih" üzerine şakalaşmıyor. Soykırım iddialarının Türkiye tarafından tanınmaması meseleyi Ermeniler için hep taze ve ciddi tutuyor.
Uzaktaki bir dağa ve malum tartışmalı tarihe kederle bakan bir ülke, acının ucunu bırakırsa kendini ve kimliğini kaybedeceğini düşünüyor...

Sayılarla Ermenistan

  • Yüzölçümü: 30 bin kilometrekare.
  • Nüfus: 2.976.372
  • Yaş ortalaması: 28.
  • Nüfusu yüzde 1 azalıyor.
  • Büyüme oranı: Yüzde 13.9
  • Kişi başına düşen GSMH: 1120 dolar (Dünya Bankası, 2005)
  • Sektörlerin üretime katkı payları: Tarım yüzde 19.8, endüstri yüzde 41, hizmet sektörü yüzde 39.2.
  • İşsizlik oranı: 2004 verilerine göre yüzde 31.6.
  • Nüfusun yüzde 43'ü yoksulluk sınırının altında.
  • 1 dolar = 457 dram.
  • Bir öğretmen yaklaşık 100 dolar maaş alıyor.
  •  
    'Soykırım'la yatıp kalkmıyoruz

    Onlarca insanla konuştum Ermenistan'da, iki hadise dışında "Soykırımı tanıyor musun?" diye soran olmadı. Konu açıldı ama her seferinde "Böyle bir şey olmasa ne iyi olur" tonunda konuşuldu


     


    Patlayan şampanya köpüklenirken bu küçük hoş geldin partisinin tatsız laf sokuşturmalarıyla bölüneceğini düşünmemiştik elbette. Fakat yüzümüze "Hadi bakalım! Ne diyeceksiniz" gibi bir meydan okumayla bakarak müzeyi dolaştıran hanım (ismi lazım değil) tam kadeh kaldırırken "Türkler de 'şerefe' diyerek içiyor, değil mi" diye sorup çaktı "ucuz golü"nü:
    "Ee, tabii. Her millet kendinde eksik olana içermiş."
    İtiraf edeyim fotomuhabiri arkadaşım Yurttaş daha hızlı tepki verdi. Ben böyle çıkışları ciddiye alamadığım için sinirlenemedim bile. Müze Müdürü Bagrasyan Lavrenti durumu yumuşatmaya çalıştı ve sonra başladı 4 bin yıl öncesinden anlatmaya. Tahmin edebileceğiniz üzere uzun hikâye malum meseleyle sona erdi:
    "Soykırım için özür dileseniz, ne olur?" diye yumuşak sordu Lavrenti, şahsen benim özür dilemem gerekiyormuş gibi bir tonda.
    Suçluluk hissetmem gerekiyordu sanki. Sadece müze müdürü değil, aynı günün gecesinde "Cheers" adlı bir mekânda, uzun saçlı "rocker" işletmeci de "Soykırımı tanımıyorsanız lütfen burayı terk edin" derken aynı suçluluğu hissetmemi bekliyordu.

    Che ve dağların mülkiyeti
    Adam, "Ararat"ın resmini gösteriyor, "Orası bizim, sizin değil" diye çıkışırken Ağrı Dağı'nı o gece ona vermem gerekiyormuş gibi davranıyordu. Hemen yanındaki Che Guevara resmini göstererek sordum ben de:
    "Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın resmini asıp sonra da o dağ senin-benim diye tartışmak komik değil mi?"
    Kabul etti, güldü.
    Onlarca insanla konuştum Ermenistan'da, bu iki hadise dışında biri bile "Soykırımı tanıyor musun?" diye sormadı. Konu açıldı ama her seferinde "Böyle bir şey olmasa ne iyi olur" tonunda konuşuldu.
    İki ülkede de o ülkelerin hassasiyetlerinin arasından kendine yol bulmaya çalışan diyalog yanlısı, sınırların açılması taraftarı insanlar var elbette. Ermenistan'da bu işin öncülüğünü yapan da "Açık Diyalog Merkezi." Yöneticisi Lilith Bleyan, tatsız deneyimlerimizi anlatınca gülmeye başladı:
    "Böyle insanlar var tabii. Soykırımdan başka hiçbir şey konuşamazlar. Ama bu ülkenin çoğunluğu böyle değil. Burada soykırımla yatıp soykırımla kalkmıyoruz elbette."
    Bleyan, iki halkın da psikolojik engelleri aşıp konuşmasından yana. Bleyan'a göre konuşma da soykırımla başlamamalı:

    Makul zemin nerede?
    "Başka birçok şey var konuşabileceğimiz. Ama soykırımla başlayınca başka hiçbir şey konuşamaz hale geliyoruz."
    Bleyan'ın eşi Vahe Hovhannisyan da Devlet Başkanı Koçaryan'ın danışmanı. Hovhannisyan'ın "STK'lar ve Devrimler" adlı da bir kitabı var. Bleyan ve eşi, Ermenistan'ın diyalog yanlısı yeni kuşağını temsil ediyorlar ve ikisi de kendileri gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunun altını çiziyorlar:
    "Devrimci Ermenistan Partisi'dir bu konuyu merkeze alan ve aldıkları oy yüzde 6. Giderek da azalıyor. Gerisini siz düşünün."
    Lilith Bleyan özellikle belirtiyor:
    "Artık yavaş yavaş soykırım meselesinde o dönemdeki Ermeni politikacıların da suçu olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Bu görüş, Ermenilerin Türklere karşı duyduğu sempatiyle yaygınlık kazanabilir."

    'Kırlangıçlar' geri dönmeyecek

    Akın akın çocuklar çıkıyor tepeye, otobüslerle. Halk arasındaki ismiyle "Kırlangıç Yuvası"na bir okul gezisi daha. 24 Nisan haftası boyunca kırmızı laleler atacaklar onların "Soykırım Müzesi", bizim ise "Sözde Soykırım Müzesi" dediğimiz anıta, hiç sönmeyen bir ateşin kenarına.
    İçeri girip son derece rahatsız edici fotoğraflar ve tarihi belgelerle dolu müzeyi gezecekler. Bütün Ermenistan yapılarının taşı olan tüf taşı üzerine kazınmış "Batı Ermenistan" diye Türkiye'yi gösteren haritaya bakacaklar. Bir kez daha beslenecek bir hayal, bir nesil daha kaderlerini bir acılı hikâyenin ipliğiyle örecek.

    Yeni hayatlara başlamak
    Belki bir nesil daha kendisini acılı hikâyeler üzerinden tarif edecek. Acı bir şey yaşandığını herkes kabul edecek ama "soykırım" sözcüğü siyaset masalarında çekiştirilecek. Bütün o acı hikâyeler bir kez daha o masalarda malzeme olacak.
    Hayata devam etmek için, yeni hayatlara başlamak için acılarımızın ne kadarını unutmalıyız? Geçmişin acılarını nereye koymalıyız? Kapalı sınırlarıyla "toprağa kilitli" Ermenistan şimdi bu soruyu soruyor kendine.
    Kimilerinin tek hazinesi o acı hikâyeleri, yapıştıkça yapışıyorlar. Kimileri ise insanlık tarihinin zaten hep kanlı bir destan olduğunu biliyor, Ermenistan'ın geleceğinin geçmişine takılıp kalmasını istemiyor. Kimileri için ilişkinin olmazsa olmazı "soykırımın tanınması", kimileri için hakikaten de sadece "duygusal bir mesele."

    Bizim için de çok tanıdık bir soru
    Ama her iki ülke de birbirinin saldırısından şüphelenip planlar yaparken, bir yüzyıl önce yaşadığımız bir acı, masalarda pazarlık konusu olmaya devam ediyor.
    "Acımızın peşini bırakırsak ihanet etmiş olur muyuz geçmiş nesillere?"
    Bizim için de çok tanıdık olan bu soruyu soruyor Ermenistan kendine.

    Ermeni gençlerin toprak çelişkisi

    Natalya: Yüz yıl kabul etmedilerse yüz yıl daha kabul etmezler.
    Armen: Ama o yüzyıl boyunca bizim bağımsız bir devletimiz yoktu. Bu, fark yaratır.
    Natalya: Onlar soykırımı kabul etmeden bizim ilişki kurmamız insanî olur mu?
    Hovhannes: Ama biz çocuklarımız için güzel bir gelecek istemiyor muyuz? Bunun yolu Türkiye ile ilişki kurmak.
    Gaya aralarına giriyor:
    "Sizinle konuşurken, bizim ağır bir sorumluluğumuz var. Eğer soykırım meselesini bir kenara bırakalım dersek kendimizi ihanet etmiş gibi hissetmemiz gerekiyor."

    10 yaşında düşmanlık
    Hepsi üniversite öğrencisi, hepsi dört dil biliyor. Çok iyi bir eğitimden geçmişler ve tıpkı buradaki gençler gibi işsiz kalacaklarından korkuyorlar. Çünkü sınırları kapalı, çünkü taşıdıkları ağır bir yük var. Ben sorunca Natalya anlatıyor:
    "Ne zaman mı öğrendik? Ben kendimi bildim bileli biliyorum soykırım meselesini. Kardeşlerim 'Türkler bize saldırınca ne yapacağız' konulu bir oyun oynadılar yıllarca."
    Anlattıklarına göre hepsi 10 yaşındayken, müfredat gereği öğrenmeye başlıyorlar soykırım meselesini. Ama uluslararası ilişkiler okuyan Gaya ekliyor:
    "Başlangıçta Türkleri düşman olarak öğreniyoruz ama ardından halkların düşman olamayacağını anlıyoruz hepimiz."

    'Çatışma ışığı karartıyor'
    Türkçe de öğrenen, Ankara siyasetini yakından takip eden Hovhannes bir diplomat gibi yaklaşıyor olaya:
    "Bizim sınıra yakın bölgelerinizin, Türkiye'nin Batı'sına göre daha az gelişmiş olduğunu biliyoruz. Eğer sınır açılırsa o bölgelerin kalkınacağını düşünüyoruz. Avrupa'da da problemli ülkeler var ama sınırı kapatmıyorlar. Biz genç bir ülkeyiz ama kapalı sınırlar, çatışmalar tünelin sonundaki ışığı karartıyor bizim için."
    Arkadaşı Hovsef atılıyor:
    "Sınır açılınca kimse kimseye saldıracak değil. Türkiye toprak isteriz diye tedirgin. Toprak isteyen varsa delirmiş olmalı."
    İşte o anda buluşmanın başından beri konuşmayan Aram ve Gor konuşuyor:
    "Evet, biz topraklarımızı geri alacağız. Türkiye 'Soykırım var' demezse masaya oturulmaz."
    Aram ve Gor, diğer gençlerin "Öff be!" gibisinden, yarı alaycı tepkisiyle karşılaşıyor. Hovhannes kulağıma eğilip gülerek söylüyor:
    "İşte bizim de 'bozkurtlar'ımız var!"

    Diaspora-Ermenistan tartışması canlı canlı:
    Biz değil, siz suçlusunuz!

    "Benim için Ermenistan turistik bir yer. Niye yatırım yapayım? Para kaybetmek için mi? Burada müthiş yolsuzluk var."
    Paris'te yaşayan, İstanbullu (!) Arto Bülent Kilimli, hali vakti yerinde bir halı tüccarı. Düzgün Türkçesi ile söyledikleri, Türkoloji okumuş televizyon muhabiri Haygaram Nahabedyan'ı sinirlendiriyor:
    "Siz diasporadakiler de ayrıcalık istiyorsunuz yatırım yaparken!"
    "Buradakiler kapitalizmin acemisi. İş yapmayı bilmiyorlar" diye devam ediyor Arto, "Hem zaten ben kendimi buradan ziyade Türkiye'ye ait hissediyorum."
    O anda işte asıl mesele başlıyor. Ermeni meselesini "tuzu kuru" diaspora geriyor Haygaram'a göre. Arto'ya göre tam tersine.

    'Biz Türkiye'ye aitiz'
    Bir tüccar maharetiyle Arto bağlıyor konuyu:
    "Biz Türkiye'ye aitiz. Ama bunu bilmeyenlerden çıkıyor mesele!"
    Erivan'a birkaç oyun, birkaç müze için gelen Arto biletleri gösteriyor:
    "Nasıl buraya ait olayım? Bak, gideceğiz oyuna. Dillerini bile anlamıyorum. Başka bir Ermenice konuşuyorlar burada."
    Tuhaf bir karikatür gibi: Ermeniler, bir tek Türkçe anlaşabiliyorlar...

    Ermeniler ve Ararat

    İncil'de "Ararat" adıyla geçen Ağrı Dağı, çeşitli dini kaynaklarda Ermenilerin ruhsal evi olarak gösterilir. Ermenistan'ın sembolü olan dağdan, İncil'de (Eski Ahit) Nuh'un gemisinin oturduğu zirve olarak söz edilmiştir. Yaradılış 8:3: "Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı. Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu." 1950'lerde havadan çekilen fotoğraflarda dağdaki gemiye benzeyen şekiller Nuh'un gemisinin kalıntısı olarak yorumlanmış, buna "Ararat Anomalisi" denmiştir.
    Sınır kapısı sinir kapısı!

    Genç cumhuriyet Ermenistan, odasına kapatılmış delikanlı gibi. Kendilerini en yakın hissettikleri Türkiye'nin sınırı açmaması, diplomatik bir sorun olmanın ötesinde tek tek insanların gündelik hayatını, hatta psikolojisini etkileyen bir mesele


     

    - Türkiye'deki kuş gribi Ermenistan'a işlemez.
    - Niyeymiş o?
    - Çünkü, sınır kapalı!
    Ortadoğu'da şakalar ekseriyetle dertlerden üretilir. "Bir zamanlar denizlerden denizlere bir ülkeydik" efkârıyla yaşayan Ermenistan'ın bugün en büyük derdi denize çıkışının olmaması, her sınırda bir sinir ucunun durması.
    Genç bir cumhuriyet olarak Ermenistan, odasına kapatılmış bir delikanlı gibi. Küresel dünya "Bütün sınırları kaldırdık" diye onlara televizyonlardan dil çıkarırken Ermenilerin yerlerinden kıpırdamasına izin yok. Ama kapalı sınırlar içinde onları en çok dertlendiren Türkiye sınırı.
    Kendilerini en yakın hissettikleri Türkiye'nin sınırı açmaması, uluslararası diplomatik sorun olmanın ötesinde insanların gündelik hayatını, hatta ruh dünyasını etkileyen bir mesele. "Kapalı" kalmak, "toprağa kilitli" kalmak Ermenistan'da, abartmadan söylüyorum, her Ermeni gencinin evlilik dahil tüm gelecek planlarını etkileyen bir sorun.

    Terk edilmiş ülke
    Sınırlar dışında, denizlere nazır, hatta çoğu kez lebiderya yaşayan diaspora Ermenilerinin de Erivan'a çoğu kez sadece turistik amaçlı geldikleri düşünülürse Ermenistan her bakımdan "terk edilmiş" bir ülke. Hele 1991'deki bağımsızlık ilanından beri nüfusunun dörtte birinin ekonomik göç sebebiyle ülke dışına çıkmak zorunda kaldığı düşünülürse...
    Erivan'da, sosyalist ölçülerde yapılan dev binalar, geniş geniş caddeler insanlara bol geliyor sanki. İstanbul için "Bu kadar insanı taşımıyor" deriz ya bazen, Erivan'da da insanlar şehri taşıyamıyor bir bakıma. Ne trafik sıkışıyor ne kimse çarpışıyor.

    Gurbet yorgunları
    Gidip gelenler ise... Atatürk Havalimanı'nda her cuma, sabaha karşı, havalimanının kafeleri kapalıyken ve kimse bir yere gitmiyorken siyah, deri ceketli adamlar (Ermeni erkeklerinin niye hep siyah deri ceket giydiğine ilişkin sırrı ileriki günlerde öğreneğiz!), gurbet yorgunu olarak uçağa biniyorlar. Ülkelerindeki aileleri için çalışan erkekler, kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırının üzerinden uçup evlerine gidiyorlar. Onları, ellerinde büyük büyük poşetlerle kadın grupları izliyor. Köhne uçaklar bir kamyon havalanır gibi kalkıyor ve uçakta hostesler yarım saette bir bayram şekeri ikram ediyor.
    Eğer Ermenistanlı değilseniz, vizeyi kapıda, hiç sorun çıkmadan 10 dakikada, 30 dolar karşılığı alıyorsunuz. Kapalı sınırdan bu kadar kolay geçiyorsunuz. Yani sınır parası olana kapalı değil ama Ermenistan'ın yüzde 46'sının yoksulluk sınırı altında yaşadığı düşünülürse...

    Ortadoğulu dirayeti
    Ermenistan, büyük oranda kapalı sınırlardan kaynaklanan yoksulluğunu diğer eski Sovyet ülkelerinden farklı yaşıyor. Her şeyini pervasızca satışa çıkarmış bir ülke değil. Ortadoğulu bir dirayeti de var insanların, dik duruyorlar.
    Aslında onlar, dışarıdan müthiş güzel görünen ama içleri dökülen binaları, bu estetik harikalarını, o güzel taştan şehri her gün sırtlarında taşıyorlar.
    Ermeniler, sınırların kapalı kaldığı her gün, içleri köhnese de yüzleri sağlam kalan taş binalara benziyorlar. Üstelik erkekler çalışmaya uzaklara gittiğinden beri bu yükü ekseri kadınlar sırtlanıyorlar.

    'Ya aç kalacaktık ya kocasız!'

    Alla 44, Rozanna 32 yaşında. İkisi de öğretmen. Alla 14 yıldır, Rozanna 1 yıldır eşinden ayrı, çocuklarıyla yaşıyorlar. Bu ayrılık boşanma değil, yoksulluk ayrılığı

    İyi öğretmenlere has, o asalet çağrıştıran yüzü ve duruşuyla böyle söyledi matematik ve tiyatro öğretmeni, 44 yaşındaki Alla:
    "Bir ülkenin ergenlik dönemi sorunları bunlar. Ama bir halk olarak bir yetişkin gibi ayakta durmak istiyorsak bunun bir bedeli var. Bu acılar çekilecek. Bunu baştan beri biliyorduk. Ama bu kadar uzun süreceğini düşünmemiştik."

    14 yıldır eşi uzaklarda
    Alla, on dört yıldır eşi olmadan yaşıyor iki çocuğuyla. Ermenistan'da, sayıları belli olmayan ama çok olduklarını herkesin söylediği "kocasız kadınlar"dan biri o da. Evliliğini on dört yıldır eşiyle yılda bir iki kez görüşerek ve uzun telefon konuşmalarıyla sürdürüyor.
    Kadınlar yaşamlarını, bağımsızlık sürecinin "mecburi kahramanları" oldukları bu dönemde kendi kaderiyle ülkesinin kaderini birleştirerek anlamlandırabilir ancak. Yoksa çok zor tabii. Çünkü:

    Postmodern azizeler
    "Eşim matematik mühendisiydi. Şimdi Rusya'da çiçek satıyor! Bu zor. Ama daha zoru, bu zor hayat içinde her zaman güzel ve güçlü olmak mecburiyeti. Çünkü çocuklar bu zorlukları hissettirmemek için çabalıyor bütün kadınlar."
    Azizelere benzediklerini söylüyorum. Alla ve meslektaşı 32 yaşındaki Rozanna'nın gözleri doluyor. Asalet ve dirayet yerini kedere bırakıyor. Alla gözünün kenarına asılı kalan bir gözyaşı ile anlatıyor:
    "Fiziksel ve ekonomik sorunları çözdük. Ama insanî ilişkiler... Bir özel gün geçirmeden evlilik de zor, bir aile olarak kalmak da."
    Rozanna'nın eşi de Amerika'da. Kendisi gibi eşi de basketbol hocası iken şimdi oralarda mobilya satmaya çalışıyor. İki çocuğuyla henüz bir yıldır uzakta eşinden. Hasret konusunda kendinden daha kıdemli olan Alla'ya bakarak konuşuyor hep. Ve ikisinin anlattıkları tek bir cümlede birleşiyor:
    "Sınırlar açılmadıkça bu hasretin sonu görünmüyor."
    Anna ve Rozanna, neredeyse her aileden bir kişinin yurtdışında çalıştığı Ermenistan'ın gözyaşlarını kendi gözlerine gömüyor. Ders zili çalıyor, ikisi de makyajlarını tazeleyip hayata devam ediyor.

    Açıl susam açıl!

    "Her sabah İsa'ya yalvarıyorum sınırların açılması için!"
    Kendiliğinden gülen bir yüzü var Anait'in. Etine dolgun, güçlü bir kadın; "hükümet gibi" derler ya, öyle. Ama sesi yumuşacık. Türkiye'den gelen konfeksiyon ürünlerinin satıldığı çarşıda, Laleli'den getirdiği giysilerin ortasında konuşurken, Türkçe konuşmayı tercih ediyor:

    İlk yolculuktaki sürpriz
    "Biz tekiz şimdi. Komşu ne zaman sınır açacak biz de, siz de iyi olacak. Türkiye'den gelen ticaretle ekonomi dönüyor. Ne zaman 'Sınır kapalı kalacak' diyorlar, biz mahvoluyoruz."
    Anait, en eski "tüccarlardan" biri. 1993'te başlamış Türkiye'ye gidip gelmeye. Önce araba parçaları getirmiş Türkiye'ye. Otobüsle Gürcistan'a, oradan Ardahan'a gelmiş. İlk gelişini hiç unutmuyor:
    "Korkuyorum. Türkler nasıl, bilmiyorum. Belki saldırırlar mı? Ama otobüs bozuldu Ardahan'da. Otobüsün içi hep kadın. Türk geldi, hepimize karpuz, peynir verdi. Otobüsü tamir ettirdi. Para da istemedi. 'Malları satın. Dönerken verirsiniz' dedi. Şimdi burada malların yüzde 90'ı Türkiye'den geliyor."

    Marmaris'te iş hayali
    Anait "93'te 100 kişi varsa, şimdi bir milyondur" diyor. Türkiye'ye gidip gelenlerden söz ediyor. "Türkiye'nin bütün malları iyi" diyor ve bu yaz, şimdi işsiz olan oğluyla Marmaris'e gidip bir otelde çalışmanın hayalini kuruyor. Anait, her sabah sınır açılsın diye dua eden kadınların ve erkeklerin hissettiklerini anlatıyor:
    "Çok iyi olacak çok. Size de bize de!"

    Bütün Ermenistan tüccar değil!

    Ekonomi analisti Aram Safaryan, işadamları için diplomatik ilişki ve sınır açısından sorun olmadığını, asıl sıkıntıyı yoksul halkın çektiğini söylüyor

    "Diplomatik ilişki yok, sınır kapalı. Ama işadamları için her şey açık! Mesele şu ki bütün Ermenistan tüccar değil!"
    Ekonomi analisti Aram Safaryan, Ermenistan 2. Kanalı'nda "Konuşma Hakkı" ile "Politik Diyaloglar" programlarının da yapımcısı ve sunucusu. Yerinde duramayan Safaryan, "Her yıl 120 milyon dolarlık ticaret oluyor iki ülke arasında. Ermenistan 1 miyon dolarlık ihracat yapıyor, 119 milyon dolarlık ithalat! Türkiye bu durumun değişmesini niye istesin ki! Ama benim ülkemin yüzde 49'u yoksulluk sınırının altında yaşıyor bu arada" diyor.

    Türkiye için seçenek
    Safaryan, Türkiye ile Ermenistan'ın doğrudan ilişki kurması gerektiğini söylüyor:
    "Ne ABD ne de Avrupa Birliği Ermenistan'la Türkiye'yi bir araya getirebilir. Türkiye, buraya Türkiye'deki Ermeni toplumu gibi bakıyor. Ama burası, yeni, bağımsız bir ülke. Türkiye, AB için ABD'nin desteğini aramaktan vazgeçse ve Ortadoğu'yu domine etme seçeneğini düşünse AB'ye daha çabuk girecek.
    Burası Türkiye'nin ucuz mallar pazarı olmamalı. Türkiye'de kimsenin giymediği giysileri Ermenistan giymemeli. Bu görmezden gelinen ve devam eden ticaretle ticaret pazarında küçük yatırımlar için yer kalmadı."

    'Türkiye yatırım yapsın'
    Küçük yatırımlar için yer kalmamasına rağmen büyük yatırımlar için çok yer olduğunu söylüyor Safaryan:
    "Ermenistan'ın yüksek teknoloji yatırımları için bütçesinden ayırdığı pay yıllık 50 milyon dolar. Türkiye buraya, ABD'deki gibi bir Silikon Vadisi kurabilir. Enerji alanında büyük yatırımlar yapabilir. Ama diplomatik ilişkiler kurulmadığı sürece bütün bu kaynaklar boşa gidiyor."
    Safaryan Ermenistan'daki pimapenlerin yüzde 80'inin, kâğıdın, selülozdan yapılan malların neredeyse tamamının ve çikolatanın Türkiye'den geldiğini anlatıyor. Buna karşın malum, diplomatik ilişki kurulmuyor. Safaryan soykırım meselesiyle ilgili bir "formül" geliştirilmesi gerektiğini düşünüyor:
    "Türkiye, bir zamanlar o topraklarda yaşamış Ermeniler için yaşama hakkı tanımalı. O insanların atalarından kalan toprakları istememesi koşuluyla orada yaşama hakkı olmalı bu insanların."

    'On beş gün sonra dönerler'
    O toprakların onların terk ettikleri günkü gibi olmadığını söylüyorum. Safaryan cevap veriyor:
    "Şimdi yasak olduğu için bu kadar güzel hayaller kuruluyor tabii. Gitseler eskiden yaşadıkları yerlere, on beş gün sonra geri dönerler zaten! Ama düşmanlık sayfasının kapatılması Ermenilerin mantalitesinde de bir devrim yaratır. Böylece ortak tarihimizi, o tarihten geri kalan varlıklarımızı koruyabiliriz."
    Bizim ruhumuz var küçük hanım!

    Ermenistan'ın en yaşlı kadın şairi Gabudikyan, yaşanan sıkıntıları sıralayıp 'Bu ülke, dört yıl mum ışığında yaşadı. Giysileriyle yatıp kalktı bütün halk' diyor ve devam ediyor: Ancak ruhu olan halklar bulanık zamanları atlatabilirler. Bizim ruhumuz ve sizinki küçük hanım, çok dalgalandı. Ama biliyorsunuz, hiç değilse iki halkın da bir ruhu var


     

    "Siz çok zor bir zamanda geldiniz küçük hanım. Bu ülke bütün bir yaşama sistemini değiştirdi. Ardından çok canımızı yakan Karabağ savaşı geldi. Sonra 1988'deki deprem... Elli bin kişi öldü, ülkenin yarısı yıkıldı. Kapalı sınırlar yüzünden yardım gecikti. Bağımsızlık ilan edildiği gün, bütün bu sıkıntıların on beş yıl süreceğini kimse düşünmemişti.
    Biz küçük hanım, dört yıl elektriksiz yaşadık. Bu ülke, dört yıl mum ışığında yaşadı. Giysileriyle yatıp kalktı bütün halk. Ülkenin dörtte biri göç etti.
    Siz küçük hanım, işte böyle şeyler yaşamış bir halkın ruhunu anlamaya çalışıyorsunuz."
    Yeni geçirdiği kalp krizinin tereddüdü, halkına dair kederine yenik düşüyor; Ermenistan'ın 84 yaşındaki en yaşlı kadın şairi, ulusal simge Silva Gabudikyan, Ararat marka konyağı bir dikişte bitiriyor. Boğaz yangınının ezdiği sesiyle gülüyor:

    'Sadece acıyla yaşamıyoruz'
    "Demek Ermenistan'ın ruhunu anlamak istiyorsunuz. O zaman size dört bin yıllık bir hikâye anlatmam gerek. O yüzden acele edip konyağımızı içmeliyiz."
    Silva, olur da konyak biter diye kırmızı şarabı da hazırlamış. Yağmur cama vururken, uzaklara dalıp dalıp anlatıyor ülkesini. Bir anıt kadar eski bir şair olarak, bu ülke, bu halk üzerine şiirler yazmış bir geçmiş nesiller mirası olarak konuşuyor:
    "Ancak ruhu olan halklar bulanık zamanları atlatabilirler. Bizim ruhumuz ve sizinki küçük hanım, çok dalgalandı. Ama biliyorsunuz, hiç değilse iki halkın da bir ruhu var."
    Konyaktan küçük bir yudum daha alıp delici bir bakışla sorguya başlıyor bu kez:
    "Köylere gittiniz mi?"
    Bir hafta boyunca durmayan yağmuru gösteriyorum camdan. Müstehzi gülüp devam ediyor:
    "Bir gün giderseniz çobanlar, süt sağan kızlar göreceksiniz. Adlarını sorduğunuzda size 'Ophelia' ya da 'Hamlet' diyecekler.
    Biliyorum, siz soykırımla ilgili sorular sormaya geldiniz buralara. Ama biz, acı ile yaşamıyoruz sadece. Dünyanın, insanlık tarihinin iyiliklerini de önemsiyoruz burada. Burası iki yüz yıl önce Shakespeare çevirmiş, okumuş bir ülke!"

    'Zenginler için iyi'
    Ülkenin bağımsızlık ilanı, serbest piyasa ekonomisine geçiş ve kapalı sınırlarla sarsılan ruhunu soruyorum Silva'ya. Merak ediyorum, o mu daha iyi bir Ermenistan'da yaşadı, yoksa şimdi fotoğraflarına baktığı torunları mı daha iyi bir hayat yaşıyor acaba?
    "Van'dan göçenlerin acısını, Stalin döneminin zulmünü yaşadık biz. Ama İkinci Dünya Savaşı zaferinin coşkusuyla sıkıntılarımızı unuttuk. Şimdiki nesil Sovyet döneminin iyi yanlarını göremedi. Zengin çocukları için iyi bir sistem bu elbette ama biliyorsunuz küçük hanım, burası fakir bir ülke."
    Peki ya Ararat? Ermeniler niye bağlı bu dağa bu kadar çok?
    "O, biz ulaşamadıkça güzelleşen bir dağ. Japonların Fujiyama'sı gibi bizim Ararat'ımız. Ararat, sizin için bir yükseklik bizim için bir derinlik meselesi!"

    'Nâzım'ı gördünüz mü?'
    Gabudikyan kendisine verilen devlet nişanını hükümette yapılan yolsuzluklar nedeniyle iade edecek kadar politik hâlâ. Kenara çekilmiş bir "ihtiyar" değil yani. Ama konu göçe gelince ihtiyarlıyor gerçekten:
    "Son elli yıldır propaganda buydu, bütün dünya Ermenilerini bu topraklarda yaşamaya çağırıyorduk. Astrofiziğin dünyadaki kurucusu, ulusumuzun onuru ve onurumuzun simgesi Victor Hampartsumyan vardır. Biz bu topraklara, 'Öyle bir yer ki yıldızlar Hampartsumyan'ın dilinde konuşur' derdik. Ama şimdi gidiyorlar. Durmadan gidiyorlar..."
    Uzun bir yudum konyaktan... Ve ardından, yarım bırakıp konyağı, heyecanla, gözlerinde ışıklarla:
    "Nâzım Hikmet'i gördünüz mü?"
    Gülmeye başlıyorum, şaka yaptığını düşünerek. Kederleniyor:
    "Kusura bakmayın. Bu, psikolojik bir şey. İnsan ne kadar ihtiyar olduğunu fark etmiyor. Sanıyorsun ki gördüklerini herkes gördü."

    'Hadi, eyvallah!'
    Sonra fotomuhabiri arkadaşım Yurttaş'a dönüyor ve ona söylüyor:
    "Sen Nâzım'a benziyorsun!"
    Flörtçü bir bakışı var şimdi Silva'nın, çünkü Nâzım'ı, saçlarını, gözlerini, boyunu posunu anlatıyor. Bir gün Tiflis'te nasıl şerefine kadeh kaldırdığını, "Sovyetler'in en lirik ve en güzel şairine!" diye kendisine seslendiğini...
    Duvardaki gençlik fotoğrafı canlanıyor sanki, Nâzım her buluşmalarında yaptığı gibi yanağından öpüyor. İşte o anda, son yudum için kaldırıyor konyak kadehini ve Türkçe söylüyor:
    "Hadi, eyvallah!"
    Paranın ve gücün tanrılaştığı yeni bir sisteme ağır ağır ayak uydurmaya çalışan Ermenistan'ın komünizm hatıraları, Silva'nın yüzünde her gün biraz daha ihtiyarlıyor.

    Sosyalizm bir yalan mıydı?

    Ne olursa olsun, geçmişi bir anda kaldırıp atmak, yaşanmış olanla dalga geçmek, "Bütün o yaşananlar topyekûn yalan mıydı, yanlış mıydı?" dedirtir, kendinden şüpheye düşürür insanı. Hele koca bir ülke böyle bir hesaplaşmadan geçerse...
    Sovyetler'in dağılmasıyla birlikte 1991' -deki bağımsızlık ilanının ardından yıllarca tapılan "orak-çekiç" matrak bir restoranın logosu olursa, kahramanlıklarla alınan madalyalar üç kuruşa pazara düşerse, üniversite mezunları evsiz kalırsa, her şey bedavayken bir anda suya bile para verilirse, garsonlar profesörlerden çok kazanırsa...

    Artık her şey para
    Herhalde sosyalizmde aklı kalır insanın. Kimsenin açık açık söylemediği ama herkesin aklının bir köşesinden mutlaka geçirdiği bir şey bu Ermenistan'da. Hele de eğitim söz konusu olduğunda. Çünkü eskisi gibi üniversite öğrencilerine maaş verilmiyor Ermenistan'da, ne kitaplar, ne okulda yenen öğünler, ne de tiyatro bedava artık. Ve şimdi bilmiyor kimse, nereye gitti "karşı devrimcileri" Kremlin'e bildiren onca sivil polis!
    Daha bunlarla hesaplaşamamışken o Sovyetik taş binalar bir bir satılıyor şimdi dünya markalarına. İçlerinde tamamlanmamış bir hesaplaşmayla dışlarına marka giysiler giyiyor Ermenistan. "Pek yakında burada" ilanlarıyla değişiyor başkentin yüzü. Ama içi?

    Gençlik hatırası gibi
    "Kırmızı Pazar"lar var hâlâ. Sovyet döneminden kalma beyaz önlüklerini takan kadınlar, ellerine alıp süpürgeleri, tıpkı sosyalist dönemde yaptıkları gibi, yaşadıkları sokakları temizliyorlar.
    Bahar geldiğinde, tatlı bir gençlik hatırası gibi belki, komünist ideallerini hatırlayıp, senin-benim olana değil, "bizim" olana, kimseye ait olmayana daha güzel, daha temiz olması için gözleri gibi bakıyorlar. Şimdi onlar, yeni evlerini kurarken, eski, tuhaf evlerinden neyi saklayıp neyi atacaklarına karar vermeye çalışan, her bir parçada dalıp giden insanlara benziyorlar.

    SSCB basit bir lokanta

    "Sovyet mikro-çipleri dünyanın en büyük mikro-çipleridir!"
    Porsche galerisinin yanındaki CCCP (SSCB) Lokantası'nda "borş çorbası"nı içerken göreceğiniz onlarca komik slogandan biri bu. Sosyalist dönemin, daha doğrusu Kremlin yönetiminin ilkel propaganda teknikleriyle dalga geçen sloganlar çeşit çeşit:
    "Sovyet emziklerini ömür boyu kullanabilirsiniz!"
    Televizyoncu arkadaşımız Haygaram Nahabedyan sloganları tercüme ederken aklına Brejnev fıkraları geliyor:
    "Sofia (Sophia) Loren SSCB'ye geliyor. Burası gerçek. Fıkra buradan sonra başlıyor. Brejnev soruyor: Bir isteğiniz var mı Bayan Loren?
    Sofia cevap veriyor: Sınırları açsanız ne iyi olur.
    Brejnev, Sofia'ya yaklaşıp flört ederek soruyor: Ne o Sofia, baş başa mı kalmak istiyorsun?"

    Ermenistan için korku krallığına benzeyen Demir Perde Dönemi artık sadece bir lokantanın "konsepti."
    Öyle ki lokantanın bir odasında bir zindan, içinde de siyasi mahkûm var.
    Daha neler: Lenin heykelleri, "Stalin'e mektup yazın" köşesi, eski paralar, gizli evrak formatında mönüler, eski kimlik cüzdanlarında gelen hesaplar...
    Fıkraları bile unutulan bir dönem, artık Ermenistan için komik(!) bir hatıra fotoğrafına fon oluşturuyor.


    Yüz kişilik 1 Mayıs!



    1 Mayıs kutlamalarını "Nasılsa bir iki saat sürer" diye on beş dakika gecikince, kaçırıyorduk. Zira trajikomik tören sadece yarım saat sürdü. Göğüsleri madalya dolu üniformalı adamlar, artık kimsenin kendilerinden korkmadığı Erivan sokaklarına, ilk Sovyet Ermenistan'ı başkanı Miyasnikyan'ın heykeli önünde bağırıyor, megafondan ses çıkmıyor, çıkan ses de çöp arabalarının gürültüsünde duyulmaz oluyordu.
    Yüz kişilik tören dağılırken Bapian Annik'le konuştuk. 84 yaşındaki Bapian "Ruhen çok doyurucu" dediği törenden çıkarken "işçi kahramanı" olduğunu söyledi hemen. Bir fabrikada kırk yıldan fazla çalışarak kahraman olmuştu.
    Kaç kere sordum göğsündeki madalyaların sokakta satılmasından ne hissettiğini. Bu soruyu... Bir türlü duymadı!

    Bir Talat Paşa yorumu
    Yazı dizisinin klişesinde el sıkıştığım Arşak Sarkisyan İstanbul'dan geldiğimi duyunca hemen Azericeye geçti:
    "Talat Paşa, Yahudiydi. Türklerle Ermenilerin arasını bozdular. Türkler soykırım yapmazlardı. Ama jöntürklerin hepsi Yahudi idi."
    İşçi Bayramı'nda, nüfusunun yarısı yoksulluk sınırının altında yaşayan Ermenistan artık sınıfla ilgili bir simge değil, eski mecburi sosyalist törenleri görüyordu sadece. Şehir, hâlâ ulusal tatil olan 1 Mayıs'ın tadını çıkarıyordu evlerde.
    'Devlet yoktu tiyatro vardı'

    Devlet Tiyatrosu yöneticisi ve özel bir tiyatro sahibi Armen Elbakyan, Ermenistan'da bugünün Don Kişot'unun gündelik hayatın kaosuna, serbest pazar ekonomisinin yel değirmenlerine karşı savaştığını anlatıyor. Tiyatronun tarih boyunca Ermeni kimliğini koruduğunu söylüyor


     

    "Kendi komedyeninin dilini kesen rejimlere denir totaliter diye. İşte o zalimlerle aynı sofraya oturmayacaksın!"
    Sovyet döneminde kukla tiyatrosu, mecburi olarak getirilen öğrencilerle dolsa da, şimdi yarısı yoksulluk sınırı altında yaşayan ülkede her hafta sonu salonun yarısı boş kalsa da Armen Elbakyan böylesini tercih ediyor:
    "Şimdi gelenler benim için daha kıymetli" diyor, "Hiç değilse isteyerek geldiklerini biliyorum."
    Heykellerle dolu, caz festivalleri düzenlenen, nüfusu yaklaşık Bakırköy kadar olsa da çok sayıda tiyatrosu olan Erivan şimdi televizyon ekranlarından dışarı fışkıran kapitalist değerlerin sel baskınına uğruyor. Elbakyan şöyle diyor:

    Ortam çamurlu
    "Özgürlük bazen kudurmuş bir ırmak gibi akar. O zaman su, çamur da getirir. Şimdi, sanat açısından kabul edilemez olan sadece anlık değere sahip eserler, ucuz komediler çıkmaya başladı ortaya. Ama ben insanlığın derin bilgisine inanıyorum. Yeni çağ peygamberlerinin köpüğü söndüğünde su temizlenecek ve geriye iyi olanlar kalacak."
    Geriye hep tiyatronun kaldığını anlatıyor Elbakyan:
    "Devlet olmuş halklar bunu anlayamaz. Devlet olmayan halklarda tiyatro dili ve kimliği korur. Çünkü felsefi bir kategori olarak tiyatro, çağının kahramanını bulmaya çalışır. O kahraman daimi sorunla hesaplaşır. O dönem için 'Niye yaşıyorum?' sorusunu sorar. İzleyenlerle birlikte katarsis yaratarak o günkü hayatın sorusunu cevaplar."

    Ermeni oyun sever
    Elbakyan'ın tiyatrosunda şimdi Don Kişot oynanıyor. Klasik işler üzerinden bugünkü sorunları anlamak için. Peki Ermenistan'da Don Kişot bugün hangi değirmenlere saldırıyor, kimlerin değirmenlerine?
    "Düşman bütün zamanlarda bellidir. Düşman, kötü olandır. 21. yüzyılın kahramanını bulmaya çalışıyoruz hepimiz. Şimdi Ermenistan'da biz bu gündelik hayatla nasıl başa çıkacağımızı bulmaya çalışıyoruz. Bizim Don Kişot'umuz bu kaosta, bu geçiş döneminde ayakta kalmaya çalışıyor."
    Elbakyan son bir cümle söylüyor, halkına ve halkının ruhuna dair:
    "Ermeni halkının iki tarafı vardır: Oyunu sever. İnsan ilişkilerindeki oyunu da sever. Ama asıl sevdiği şeffaf bir derinliktir."
    Şeffaf olmayan derinliklerin ne demek olduğunu bilenler Elbakyan'ın söylediğinin ne kıymetli olduğunu anlayacaktır.

    Şiir sorar: Kim görmüş böyle bir Ortadoğu şehri?

    Heykeller, muktedirlerin en sevdikleri oyuncaklardır. Peki bir halk, 4 bin yıllık tarihinde bu dünyanın Sultan Süleyman'a kalmayacağını öğrenmiş ve "sakinlemişse" kimin heykelini diker?
    Devrimden önce su satan çocuğun heykelini: Bir daha hiçbir çocuk çalışmak zorunda kalmasın diye yemin eder gibi.
    Bir zamanlar kızlara bedava çay veren ihtiyarın: Kızlar hep bu şehrin sokaklarında neşeyle dolaşsın diye.

    Ünlü kompozitörlerin heykellerini: Neşeleri hiç eksik olmasın diye.
    Ve belki bir bina yapılırken kesip ısınmak için yakmak zorunda kaldıkları bir ihtiyar ağacın anıtını bile dikebilir küçük bir teşekkür yazısıyla ağaca: "Ermeni ailelerinin ısınmasını sağladığın için sana minettarız!"
    Erivan bir açık hava müzesi gibi. Heykeller bir kenara her binanın üzerinde, siyah mermer tabakalara kazınmış yazılar görüyorsunuz. O binada hangi sanatçının, hangi kahramanın, hangi filozofun yaşadığını yazan mermer tabakalar. Şimdi reklam panolarının şımarık renkleriyle bölünse de şehir, hâlâ kızıl - kahverengi ve taş. Her an şehrin yoksulluğunu anımsatan dilenciler yaklaşsa da yanınıza Erivan, bunca yoksulluk varken Botero'nun yaptığı bir siyah kedi heykelini alıp şehrin meydanlarından birine dikecek kadar başka türlü. Yeni yapılan ve dev Ermenistan Ana (Mayr Hayastan) heykelinin olduğu tepeye çıkan uzun yürüyen merdivenlerin içi de heykellerle dolu. Bu merdivenlerin bittiği alt noktada ise Erivan'ı planlayan Aleksandr Tamanyan'ın, dev opera binasına bakan heykeli var. Heykelin altında Ermenistan'ın Nâzım Hikmet'i sayılabilecek Şair Çaretz'in sorusu:
    "Kim görmüş böyle bir Ortadoğu şehri?"

    İki kalas bir heves üzerine kimlik

    "Elbakyan'ın yöneticiliğini yaptığı kukla tiyatrosunun gişesi salonun içinde, koltuklar eski, sahne küçücük. Ama yine de hafta sonları çocuklarla doluyor salon. Büyükler için de kukla tiyatrosu yapan tiyatro Erivan'daki tiyatrolardan yalnızca biri. Elbakyan, dört bin yıllık tarihleri boyunca Ermenilerin hep tiyatroyla yaşadığını, değişen yeni koşullarda bu sevginin kalıcı olacağını söylüyor.

    Kadınlar her yerde

    Ermenistan, her ne kadar Ortadoğulu "erkek adam" imgeleriyle bölünse de bir kadın cumhuriyeti. Sokaklar geceleri yalnız başına olan bir kadın için son derece güvenli. Konuştuğum kadın örgütü temsilcileri ve kadın gazetecilerin söylediklerine bakılırsa Ermenistan her ne kadar tutucu bir toplum olsa da sokaklarda taciz pek rastlanan bir durum değil. Bilhassa gazetecilikte olmak üzere birçok sektörde kadınlar çoğunluğa geçmiş durumda. Bunun bir nedeni kadınların erkeklere oranla daha az ücretle çalışmaya rıza göstermeleri. Ama daha önemlisi, kadınların söylediklerine bakılırsa, kadınların erkeklere göre yeni koşullara uyum göstermede daha hızlı ve başarılı olması.

    Çocuklara özel kafe
    Erivan'ın sokaklarında çok sayıda kafe var. Belki Sovyet dönemindeki sansür ve siyasi baskıdan ötürü, belki de gelenekten gelen bir şey ama bu kafelerin hemen hepsi oda oda bölünmüş halde. Yani bir kafeye gittiğinizde konuşacağınız kişiyle kesinlikle baş başa kalıyorsunuz, ne kimse sizi görüyor ne de siz kimseyi. Ama "çocuk kafeleri" hariç. Erivan'da çocukların doğum günleri ve eğlenceleri için ayrıca çocuk bar'ları denen kafeler var. Tatlıların, simli, dev pastaların satıldığı yerler, Hansel ve Gretel masalındaki pasta ev gibi leziz. Otobüslerde büyüklerin çocuklara yer verdiği düşünülürse çocukların eğlencesine gösterilen bu özen daha iyi anlaşılabilir.
    Çarşılarda ise yine kadınlar çoğunlukta. Sovyet döneminde sağlık ocağıyla, oteliyle şehir dışından gelen pazarcılara hizmet veren dev semt çarşıları şimdi tek tek özelleştiriliyor. Sona kalan birkaç tanesinde de mahsun satıcılar alıcı bekliyor bütün gün. Özelleştirmenin henüz uzanamadığı tek şey "bulbulak" denen çeşmeler. Şimdilik hava ve su bedava!

    Hediyelikten ucuz orijinal resim!
    Vaktiyle, ressamlar kendilerine bedava verilen atölyelerinde çalışıyorlarmış Ermenistan'da. Gelen bir Kültür Bakanlığı görevlisi ressamın çalışmakta olduğunu tespit ettiği sürece hiç sorun yokmuş. Hatta yazları çalışmalarınızı Soçi'de veya başka bir yazlık mekanda sürdürmek isterseniz hükümete bir dilekçe yazıyormuşsunuz, hazır oluyormuş yazlık atölyeniz anında. Ama şimdi...
    Araba parçalarından, eski müzik aletlerine her şeyin satıldığı Vernisaj pazarının devamında onlarca ressam resimlerini çok ucuza satmaya çalışıyorlar. Bir eski madalya fiyatına gidiyor orijinal resimler. Üstelik bu büyük pazardan şehrin bir başka noktasında bir tane daha var. Bu yüzden hafta sonları dev bir açık hava galerisine dönüşüyor Erivan. Ve ressamlar pazarlığı hiç beceremiyor.
    Sokaklardaki sürpriz

    Bir şehir ancak yürüyerek anlaşılır. Bir halkı siyasetçilerinden ziyade sokakları anlatır. Her ayrıntı bir ipucudur. Erivan sokaklarında bu çok daha iyi görülüyor. Bir taksi şoförü binaların ve heykellerin tarihlerini anlatabilir. Taksici mastırlı biri olursa, avuç açan dilenci istediğini İngilizce ya da Fransızca söylerse şaşırmayın


     

    Eğer bir gün giderseniz Ermenistan'a, ilk günlerde "Belki bir kıyafet yönetmeliği filan var" diyeceksiniz. Çünkü bütün adamların siyah deri ceket giydiğini göreceksiniz. Bu, kimilerine göre Sovyet döneminden kalma bir gelenek, kimilerine göre de geçiş döneminin belirsizliğinde herkesin birbirini korkutmaya çalışmasından kaynaklanıyor erkeklerin siyah giymesi.
    Sonra öğreneceksiniz ki, tıpkı Türkiye'deki "erkek adam" anlayışı gibi, orada da bir maçoluk var bu maçoluğun kaldıramadığı tek şey mavi! Mavi, Ermenistan'da homoseksüelliğin göstergesi.
    Hani sert görüneyim diye bıyığınız varsa dikkat. Çünkü bu da sizin İranlı zannedilmenize neden olacak.

    Dinin ve kiliselerin sırrı
    Kadınların hayli cüretkâr, daracık pantolonlarına da şaşırabilirsiniz. Ama "moda" kavramının kısmen yeni bir şey olduğu düşünülürse Ermeni kadınlarının henüz deneme aşamasında olduğunu anlayabilirsiniz.
    Fakat bu deneme son zamanlarda kiliseyi kızdırmış durumda. Hatta Ermeni kadınlar minicik eteklerle geldikleri için kiliselerde uyarı almaya başlamışlar. Dinin ulusal kimlikteki yeri, Sovyet döneminde bütün kiliseler yıkılırken, Ermeni kilisesinin ayakta kalmasından anlaşılabilir.
    Ermenistan'da göreceğiniz tarihi kiliselerin hep binalar arasına sıkışmış olmasını da böyle anlamlandırabilirsiniz. Ermeniler kimlikleriyle birlikte dinlerini koruyabilmek için Sovyet döneminde tarihi kiliselerin etrafına kamuflaj amaçlı yüksek binalar yapmışlar.
    Kilise yoğunluğuna rağmen İranlıların 1765'te yaptığı Mavi Cami hala duruyor. Bugünlerde restorasyonu yapılan caminin sakin bahçesi ise Ermenistan'ın Nâzım Hikmet'i sayılan Yerişe Çaretz'in anılarıyla dolu.
    Çünkü Çaretz, söylenenlere bakılırsa şiirlerini, firuze renkli kubbeli camiinin güvercinlerle dolu bahçesinde, bir ağacın altına oturup yazıyordu.

    Mastırlı taksiciler
    Ermenistan'da bütün bu tarihi bilgileri edinmek için çoğu kez çok müstesna bir rehbere ihtiyacınız yok. Size herhangi bir taksi şoförü de anlatabilir binaların ve heykellerin tarihlerini. Şaşırmayınız, taksi şoförleri mastır dereceli olabilir, dilenciler Fransızca, İngilizce dilenebilir.
    Her iki evden birinde piyano olduğu söylenir. Fakat dikkat! Taksiciyle konuşurken bir kural ihlali olursa trafik polisleri gelebilir. Korkmanıza gerek yok, onlara Erivan'da "1000 dram" denir. Hepsinin günahına girmeyelim ama trafik polislerinin rüşvet aldığı söylenir.
    Yola devam ettiğinize göre şoför size tıp fakültesinin doktorlarıyla olduğu kadar komedyenleriyle ünlü olduğunu söyleyebilir.
    Vaktiniz yetmeyecektir muhakkak müzelere, yolda Ararat konyağı içilebilir. Dünyanın en ucuz ama en güzel konyağı olması muhtemeldir. 50 gramı yaklaşık 4 YTL'ye satılır. Fakat garsonların, tıpkı sizin gibi masalarda oturmasına, biraz geç gelmelerine şaşırmayın ve sinirlenmeyin. Çünkü bu halk kapitalizmin hızına daha yeni yeni alışmaktadır.

    Bizi konuşturmuyorlar Ahbercan!*

    Öğrenmenin hayretiyle yazılanlar yanında, sayıları az da olsa, gelen öfkeli mektuplar şöyle diyor birkaç gündür:
    "Tam da bu zamanda, Fransa'da sözde soykırıma ilişkin, bizim aleyhimize bir yasa tasarısı görüşülürken siz nasıl Ermenistan halkını sempatik gösteren bir yazı dizisi hazırlarsınız? Tam da bu zamanda..."
    Evet, tam da bu zamanda. Çünkü, üzerine kavgalar ettiğimiz tarihi bir mesele, Avrupa masalarında pazarlık konusu, kanlı bir koz olarak olarak kullanılırken, bahsi geçen insanların yaşadığı ülkenin nasıl bir yer olduğunu, nasıl yaşadıklarını, bizlerin söz ettiği insanların kimler olduğunu görmeliydi herkes.
    Yazı dizisini okuyan herkesin itiraf ettiği üzere, "gözümüzün önüne tek bir görüntüsü bile gelmeyen" bu ülke ve insanları hakkında fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmak gerekiyordu.
    Şimdiye kadar sınır boylarında görüp de hiç bakmadığımız ışıkların içinde yaşayan insanları göstermekti niyet. Bundan sonra bakıp da görmemek demek... Neyse, kısmet!

    Tıkalı damarlar açılmalı
    Topik (İstanbul'da hâlâ yenen bir Ermeni mezesi) ile soykırım meselesi arasına sıkıştırdığımız ortak kaderimiz için yeni bir damar açmak gerekiyordu çünkü. Bu iki tıkalı damar arasında yeni bir damar açmak, konuşabilmek için üçüncü bir dil yaratmak için yeni sözcükler, yeni bilgiler eklememiz gerekiyordu dilimize.
    Gelen öfkeli mektuplarda ihtimal verilmeyen o ihtimalde ısrar etmek lazımdı: Belki Ermenistan'dan da bir gazeteci gelir, Türkiye üzerine buna benzer yazılar yazar ve Ağrı'nın öte yakasından bu çabaya katkıda bulunabilir ihtimaline inanmak gerekiyordu.
    Buna inanmamak, insanlığın daha iyi bir hayat yaratabileceğine inanmamak demekti.
    Buna akılcı bir biçimde inanabilmek için de Ermenistan'ı anlamak gerekiyordu.
    Bir halkı anlamanın bir sınırı var mıdır? Var ise eğer, Ermenileri anlamanın sınırı, onların Ararat, bizim Ağrı dediğimiz dağın eteklerindedir. Yazı dizisi başladığı günden beri bir sorunun cevabı netleşmedi:

    Ağrı'ya bakmak bir ibadet
    Ermeniler neden kendilerini, kendilerine ait olmayan bir dağa ait hissediyordu?
    İncil'de adı geçiyordu Ararat'ın, Nuh efsanesinin başladığı yerdi, insanlığın yeniden türediği noktaydı, Ağrı oradan bambaşka görünüyordu... Bunların hiçbiri gerçekten açıklamıyor değil mi? Uzaklardaki diaspora evlerinin duvarlarındaki Ağrı resmini, ne zaman "Ararat" dense Ermenistan'da yaptığım konuşmalarda seslerin yükselişini... Açıklamıyor.
    Bunu anlamak için, dört bin yıllık tarihi boyunca fetih yollarının kavşağında durmuş bir halkın toprağa, hayata, zamana tutunma direncini anlamak gerekiyor. "Dağ orada durdukça biz buradayız" diyor belki Ermeniler. Hayatta kalışa dair bir ibadet Ararat'a bakmak onlar için. Ama bu bilgi onların omurgasına nakşedildiği için bu cümleyi kurmaya gerek duymadan, daha baştan biliyor hepsi: Onlar kendilerini Ararat'a ait hissediyorlar.
    Biz de şimdi biliyoruz artık: Bir halkın kalbi bizim elimizde. Peki biz o kalbi avucumuzda sıkıştıracak kadar merhametsiz miyiz?
    Konuşmaya gönül indirmeyecek kadar mı mağrur? Bu yazı dizisi işte bu soruyu herkesin kendisine sorması için yazıldı.

    Hayaletlerin sesleri
    Kimse konuşmadığı için sadece hayaletlerin sesleri var şimdi. Öfkeli, yaralı hayaletlerin sesleri duyuluyor sadece. Ama biz konuşursak, ölüm ve öfke susacak, hayat ve hakikat konuşacak. Ermenistan'da kavgalar, ekseri, "Ahbercan!" diyerek, birbirine sarılmakla bitiyor. Sınırlar açılsa ve konuşma başlasa, biz "Ahbercan!" demeyi öğrenirsek, hayaletlerin kavgası bitecek. Eğer biz konuşursak Anadolu'nun efkârını hiç bilmeden iki halk adına ve iki halktan daha çok konuşan uzaklardaki adamlar, yasa tasarıları, susacak.
    *Kardeşim!

    Ermenistan'daki Anadolu

    Biraz dışarı çıkıp nehrin ötesindeki mahalleye bakın. Sorun birine oranın neresi olduğunu, söyleyecektir:
    Yeni Malatya!
    Sonra devam edecektir: Yeni Sivas, Yeni İzmir...
    Sovyet döneminde yıllarca hapis yatmış, sinema yapması yasaklanınca geri kalan bütün sanatları yapmış Parajanov'ın müzesine gidin. Ermenilerin esprili, zengin bilinçaltını görmek için Parajanov'un yaptıklarına bakın. Ama sakın şaşırmayın geçtiğiniz yerlerin elektriklerini söndürürse bir ihtiyar. Çünkü bu memleket, yoksulluğunu kültürel zenginliğiyle saklar. Ama o kadar da saklı değildir.

    Bir Ermeni şakası
    Ermenilerin kendileri üzerine yaptığı şaka şöyledir:
    Kalabalıkta bir Ermeniyi nasıl ayırt edersin?
    Bekle. O gelip söyler zaten!
    Birbirimiz ve kendimizle ilgili şakalara gülebilmek için işte, biraz anlamak gerekli.


    Kilise 'mini'ye kızdı


    Dar pantolon, mini etek, Ermeni kadınlarının gözdesi. Burada moda kavramı yeni ve Ermeni kadınlar modayı deneme aşamasında. Ancak bu deneme kiliseyi kızdırmış ve mini etekle kiliseye gelenler uyarılmaya başlanmış. Çünkü Ermenistan'da dinin ulusal kimlikte çok önemli yeri var.


    BİTTİ
     
     
     
     
     
     
    Kaynak: Milliyet
    14-19 Mayıs 2006

    Hiç yorum yok: