Genç girişimci gazeteci Karin Karakaşlı ile Van Gölü kıyısındaki "Ahtamar Manastırı" projesi üzerine söyleştik.
Ahtamar, Anadolu ve Kafkasya coğrafyasının uzun yıllar birlikte yaşamış iki kadim komşu ülkesi Ermenistan ve Türkiye`nin kültürel tarihine mal olmuş, yaşayan ortak bir efsanedir. Her iki ülkenin en büyük göllerini geçen zaman içinde adeta ilan edilmemiş bir şekilde kardeşleştiren Ahtamar, bugün Türkiye`de Van gölü kıyısındaki aynı adlı ada üzerinde yer alan tarihi `Surp Khaç Manastırı` , Ermenistan`da ise Sevan gölü kıyısında elindeki meşalesiyle sütunlaştırılmış `Tamar` figürü`yle her iki komşu ülkenin tarihinde ve bu gününde yaşamaya devam ediyor. . .
İstanbul Ticaret Odası`nın 1998 yılında Kültür Bakanlığı onayına sunduğu restorasyon projesinden hareketle bir araya gelen genç ve girişimci kardeşlerimiz den Karin Karakaşlı ile Ahtamar çalışması üzerine söyleştik.
Önce seni tanıyarak başlayalım Karin. Gazetecilik ve yazarlık yaşamında neleri amaçladın, neler yaptın?
1972 İstanbul doğumluyum. Boğaziçi Mütercim tercümanlıktan mezun olduktan sonra bir süre yazılı ve sözlü çevirmen olarak çalıştım.1996 yılında Agos gazetesinde 4. sayıdan itibaren görev aldım. Hali hazırda kültür sayfaları editörü olarak çalışıyorum. Bu arada üniversite döneminden bu yana, çocukluktan beri başlayan yazıya olan ilgimi bir ölçüde öyküye dönüştürerek daha profesyonel bir aşamaya geldiğimi söyleyebilirim. Gençlik kitabevinin düzenlediği öykü yarışmalarına iki yıl üst üste katıldım, ödüllerim oldu. Bunun sonrasında Varlık dergisinin `Yaşar Nabi Nayır` ödülünü aldım öykü dalında ve ilk öykü kitabım, 1999 yılında `Varlık` yayınlarından `Başka Dillerin Şarkıları` adıyla çıktı ve yine bu yıl `Ay Denizle Buluşunca` adlı bir çocuk romanım `Bu` yayınevinden çıktı.
Tüm bu anlattıklarının yanı sıra bir Ahtamar çalışman var senin. Nedir Ahtamarın geçmişi ve hikayesi, biraz bunu anlatırmısın?
Ahtamar, çok zengin Anadolu topraklarının geneli için olduğu gibi Ermeni toplumu içinde özel öneme sahip Van gölünde 10. yüzyıldan beri bulunan bir ada Manastırıdır. Fakat ne yazık ki bu tarihi Manastır yıllar boyu kendi kaderine terk edilmiş. Oysa burası bir zamanlar efsanelere konu olmuş bir bölge olarak, Manastır Keşişi`nin kızı Tamar`ın, sevgilisini beklediği bir yer olarak bilinir. İşte bu mutsuz aşk`ta, her gece fener sallayarak kendisine gelen sevgilisine yol gösterirmiş Tamar. Ancak baba, bu gelişmeleri fark edince, rivayet o dur ki feneri fırtınalı bir gecede yanlış ve girdaplı bir yola tutarak genci iri dalgaların arasına sürükler ve genç aşık `Ah! Tamara` diye-diye azgın dalgaların arasında boğularak yaşamını yitirir. Bu efsanelerin çeşitlemeleri var ama burada asıl önemli olan, efsanelere konu olan böylesine bir bölgenin orada bakımsızlığa ve ilgisizliğe terk edilmiş olması...
Nasıl oluştu bu çalışma, neyi amaçlıyorsun beklentilerin neler?
Ahtamar`a sadece tarihi bir yer olarak bakmamak lazım, özellikle böyle bir dönemde Diaspora Ermenileri ile Türk toplumunu yakınlaştıracak çok hoş bir projeye dönüştürülebilir bu bölge. Birkaç Türk ve Ermeni genç kız bir araya geldik ve sadece bu projenin basında biraz daha ilgi ile karşılanmasını sağlamak için çalışıyoruz. Projenin aslı, İstanbul Ticaret Odasına ait. Her tür ayrıntısıyla hazırlanmış ve 3 yıl önce sunulmuş bir proje olarak Kültür Bakanlığı’nın onayını bekliyor. Bu onay gelir gelmez biz de gençler olarak aramıza katılacak her kesimden insanlarla beraber, orada bir Gençlik Kampı gibi bir organizasyonla bir tuğla da biz koyduk demek istiyoruz.
Neden Ahtamar?
Burasının seçilmesinin bizim için önemli bir noktası var. Bilindiği gibi sadece tarihi bir alanın restorasyonu değil bu. Aynı zamanda, doğduğu toprakların uzaklarında kalmış, araya nostaljilerin girdiği toplumların yani Diaspora Ermenileriyle Türkiye`nin yakınlaşmasını ve bir ölçüde ruhların restorasyonunu sağlamak. Bu projenin esas hedeflerinden birini de ben böyle söyleyebilirim. Heyecan duyuyoruz hepimiz, zira artık bu tür şeylerin yani iki toplumu birbirine yakınlaştıran diyaloğu artırıcı girişimlerin haberlerini yapmak, bu faaliyetlerin içinde olmak istiyoruz. Evet hepimizin de gençler olarak buna özlemi var. Ya Ani ve diğerleri? Ani ve diğer bölgelerde de Ermenilere dair pek çok tarihi eser var.
Diğer pek çok Anadolu kavimleri gibi Ermenilerde bu topraklarda izler bırakmışlardır. Anadolu bu açıdan hiçbir ülke ile kıyaslanmayacak zenginliğe sahiptir. Bu topraklar eğer bize bu zenginlikleri sunmuşsa, o zenginlikleri sahiplenmek kuşkusuz bizim yaşamımızı zenginleştirecektir. Bunu başkaları için yada başkaları takdir etsin diye değil, bizzat biz daha insana yaraşır bir yaşamımız olsun diye yapmak durumundayız zira bu tarihi yapılara yada başka kültürlerin eserlerine sahip çıkma anlayışı, aynı zamanda o kültürleri nostaljik açıdan merak etmenin ötesinde bu gün için onlarla birlikte yaşamanın da temel felsefesini oluşturacaktır. Bir Ermeni uygarlığının bir yapısına önem veren bir kişi, aynı zamanda Ermeni kültürüne en az bir Ermeni kadar hatta o sırada bir Ermeni`den daha çok katkıda bulunmuş olur ve bu gün de biz bir arada yaşarken, bunu layıkıyle gerçekleştirmiş oluruz.
O zaman içi boşaltılmış Hoşgörü kavramlarından veya Mozaik söylemlerinden söz etmeye gerek kalmaz. Biz birbirimizin farklılığını kabul etmiş, o farklılıkların farkında ve onları zenginlik addederek korumaya, geliştirmeye yönelik bir yaşam kurmuş oluruz. Bugün Ani`de ve diğer bölgelerimizde Ermenilere ve pek çok Anadolu uygarlıklarına ait eserler var, önemli olan restore edeyim derken daha da yıkmamak. Bu tip tartışmalar gündeme gelebiliyor çünkü. Gerçekten aslına uygun ve temiz bir anlayışla oraya gitmek, sadece bu günü güzelleştirmek, sadece kendimizi güzelleştirmek ve sadece kendimiz için sahaya çıkmak... Bu kadarı da zaten daha yaşanılır bir hayat için yeterli olacaktır.
Kaynak: © İstanbul İletişim ve Tanıtım Hizmetleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder