Prof. Dr. Orhan KILIÇ* Özet Osmanlı coğrafyasında farklı din ve milliyete mensup toplulukların yaşadığı malûmdur. Bunlardan biri de Ermenilerdir. Van eyaleti sınırları içerisinde bulunan Van, Bitlis, Erciş, Adilcevaz, Bargiri (Muradiye), Muş ve Hakkâri sancakları dahilinde de bir miktar Ermeni nüfus yaşamaktaydı. Osmanlı merkezî yönetiminin ve bölgedeki yöneticilerin Ermeni varlığına bakışı ve uygulamaları; ekonomik, idarî, adlî ve sosyal bakımdan Ermeni nüfusun hoşnutsuz olacağı bir düzeyde olmamıştır. Mabetlerini tamir edip genişletebilmişler, temsilcilerini seçebilmişler, Osmanlı-Safevi münasebetlerinin bölgede yarattığı huzursuz ortam sebebiyle çeşitli vergi muafiyetleri ile yaşadıkları yerleri terk edip gitmeleri önlenmiş ve Osmanlı hukuku karşısında Türk-Müslüman unsurdan farklı bir muameleye tâbi tutulmamışlardır. Yaklaşık iki asırlık bir süreç içerisinde, Van gölü çevresindeki Ermeni varlığının gerek yönetim, gerekse Türk-Müslüman unsur ile ilişkileri konusunda arşiv belgelerine yansıyan, her toplumda yaşanabilecek münferit birtakım adlî olaylar dışında, hiçbir olumsuz olaya rastlanmamaktadır. XX. yüzyılın başlarında Ermeni olayları içerisinde belki de en trajik olarak görülen Van’ın tamamen yakılması ve Ermeniler tarafından özellikle Zeve’de Türk-Müslüman unsurun toplu katliama tâbi tutulmalarının tarihî bir hesaplaşma sonucunda ortaya çıkmadığı ve bu olayların tarihî bir zemininin olmadığı sabittir. Bildiride, XVI–XVII. yüzyıllarda Van gölü çevresindeki Ermeni nüfusunun ne kadar olduğu ve bu nüfusun idarî, adlî, sosyal ve ekonomik statüleri Osmanlı belgelerinin ışığı altında ortaya konulacaktır. Giriş Ermenilerin Van gölü çevresindeki siyasî varlığı ile ilgili ilk bilgilere IX. yüzyılın ilk yarısından itibaren rastlanmaktadır. Bu yüzyılın ilk yarısında bölgede hakim unsur Abbasîler olmasına rağmen, Abbasî-Bizans ve Abbasî-Ermeni Prensleri mücadelesi görülür. 852 yılında Ermeniye diye anılan bölge Abbasî komutanlarından Boga el-Kebîr tarafından fethedilmiş, Ardzeruni Hanedanı’ndan Vaspurakan Prensi Aşut (Aşot) mukavemet edemeyeceğini anlayınca teslim olmak zorunda kalmış ve gönderildiği Semerra’da idam edilmiştir[1]. Van bölgesindeki Ermeni hanedanları, IX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, hakim devletlere bağlı olarak yarı bağımsız bir şekilde yaşamışlardır. Halife Mütevekkil 886 yılında Sacoğlu Afşın aracılığı ile Bagrat Hanedanı’ndan I. Aşut’a bir taç ile hilat gönderip ona Melik (Kral) ünvanını vermiş, bu durumu Bizans İmparatoru da kabul etmiştir. Ardzeruni Hanedanı’ndan Vaspurakan Prensleri de, Bagrat Hanedanı’na tâbi olmuşlardır. I. Aşut’tan sonra kral olan I. Sempat’ın, Bizanslılar ile işbirliğine girip Abbasî İslâm Devleti aleyhine çalışması sebebiyle, IX. yüzyılın sonlarında Sacoğlu Hanedanı’ndan Afşın, Van’ı ve Vatsan’ı işgal ederek buralara hadım kölelerini vali olarak tayin etmiştir. Afşın’dan sonra hanedanın başına geçen Sacoğlu Emir Yusuf (901-927), Van ve Vatsan’daki Grigoryan Ardzeruni Hanedanı’nı Bagrat Hanedanı aleyhine destekleyerek Grigor Darenik oğlu Gagık (Gagik)’a (904-936) bir taç ile Melik unvanını vererek Van gölü doğusu ve Kotur’a kadar yerlerde kendisine bağlı bir Ardzeruni Krallığı kurdurmuştur[2]. Vaspurakan Kralı Gagık’ın X. yüzyılda Vatsan şehrini tahkimatı, Aktamar adasını muhkem bir iç kale haline getirmesi ve bu adada bulunan Surp Haç Kilisesi’ni yaptırması devrin önemli olayları arasında zikredilebilir[3]. Van bölgesi X. yüzyılda Sacoğlu (Sacid) Hanedanı, Ardzurini Hanedanı’ndan Vaspurakan Ermeni Prensliği, Mervaniler ve Bizanslıların hakimiyetinde kalmıştır. Türklerin Bizansa doğru akınları başlayınca Vaspurakan Prensi Senekharim, Bizans imparatoru II. Basil (976-1025) ile anlaşarak Van’ı Bizansa terk etmiş ve tebaasının büyük bir kısmı[4] ile, kendisine tahsis edilen Sivas ve Kayseri’ye gitmiştir. Böylece Van’daki Vaspurakan Ermeni Prensliği’ne son verilmiştir. Van’ı işgal eden Bizans, civardaki Ermenilerin bir kısmını 1030 yılında Arap Numeyrî Hanedanı’nın elinden almış olduğu Urfa’ya yerleştirmiştir[5]. Ermeni tarihçi Matthieu bu tehcir olayını şöyle ifade etmektedir: İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti Ermenistan’ın en cesur evlâtlarını yurtlarından koparıp dağıttılar, milletimizi tahrip edip, Türklerin istilasını kolaylaştırdılar[6]. Bizanslılar Ermeniye’ye girdikten sonra Ermeni halka zulüm yapmış, ordularını dağıtmış, kumandanları ve ileri gelenlerini bölge dışına sürmüşler ve burada savunmasız bir halde kalan halkı ağır vergilere bağlamışlardır. Ani, Muş, Bitlis, Bayezit, Ardahan, Van, Malazgirt, Ahlat, Erciş, Bargiri (Muradiye) ve diğer birçok şehre Bizans askerleri yerleştirilmiş, dinî kurumları saldırıya uğramış, dinî reisleri ise yakalanarak Bizansa sürülmüşlerdir. Bizanslılar; Ermeniler ile aralarında mezhep ve ırk düşmanlığı olmasından dolayı bunları kin ve nefretle karşılamışlardır. Senekharim’in anlaşarak topraklarına soktuğu Bizanslılar da bölgede kalan Ermeni varlığını yok etmeye çalışıyorlardı. Bölge dışına gönderilen Ermeni reislerinden Gagık 1079 yılında Kayseri’de, Senekharim ve oğulları ise 1080 yılında Sivas’ta Bizanslıların ellerinde öldüler[7]. Bu gelişmeler sebebiyle, Selçukluların Anadolu’yu fetih ve yurt tutma faaliyetlerine başladıkları sırada Van gölü çevresinde hiçbir Ermeni siyasal kuruluşu kalmamıştı. Çağrı Bey’in 1018’de bölgeye yaptığı ilk akınlarından sonra, 1042-1043 yıllarında Ebulheyca Hezbânî yönetiminde olan ve Urmiye’de bulunan Türkmenlerin Van gölü havzasına akınlar yaparak Bizans generali Haçik kumandasındaki kuvvetleri mağlup ettiğini ve Haçik’in de bu çarpışmalar sırasında hayatını kaybettiğini görmekteyiz. 1045 yılında Tuğrul Bey’in emri doğrultusunda Mardin ve Diyarbakır yöresindeki Türkmen beylerinden Oğuzoğlu Mansur, Göktaş, Anasıoğlu, Boğa gibi beyler, Van gölü bölgesinde Bizans kuvvetlerini yenilgiye uğratmışlardır. 1048’de Tuğrul Bey’in amcası Musa Yabgu’nun oğlu Hasan’ın Van gölü havzasını istilaya başlaması Selçuklu kuvvetlerinin Zap Suyu yöresinde pusuya düşürülmesi ile başarısızlıkla sonuçlanmış ve Hasan Bey şehit edilmiştir[8]. Sultan Tuğrul, bir yandan gittikçe artan Türkmen nüfusu ve buna bağlı olarak Anadolu’yu yurt tutma zarureti, diğer yandan ise Bizans ile yapılan barıştan tam bir netice alınamaması üzerine Anadolu’nun fetih harekâtına girişmiş ve 1054 yılında bizzat kumanda ettiği büyük bir orduyla harekete geçerek Muradiye (Bargiri) ve Erciş’i feth etmiştir. Daha sonra Malazgirt’i kuşatan Sultan Tuğrul, burayı almaya muvaffak olamamıştır[9]. Van, 1064 yılında Sultan Alparslan’ın oğlu Melikşah tarafından etrafındaki birçok kale ve şehirlerle birlikte fethedilmiştir. Sultan Alparslan bu sefer sonunda buraların yönetimini sefere katılan vasal emirlere bırakmıştır. Van gölü bölgesi böylelikle Nahcivan emiri Sakaroğlu Ebû Dülef yönetimine geçmiş oluyordu[10]. Sultan Alparslan’ın 1071 Malazgirt zaferinden sonra ise, Türklerin bölgedeki hakimiyetleri tam olarak sağlanmıştır. Bölgede Selçuklu idaresi tesis edildikten sonra, Selçuklu sultanı Muhammed Tapar, 1100 yılında Diyarbakır Mervanileri emirlerinin elinde bulunan Ahlat ve yöresini halkın da isteği üzerine Selçuklu emirlerinden Sökmen’e vermiş ve 1100 yılından itibaren tarihte Sökmenliler veya Ahlatşahlar adıyla anılacak bu beylik, Malazgirt, Ahlat, Erciş, Adilcevaz, Eleşkirt, Van, Tatvan, Silvan ve Muş il ve ilçelerini içine alan bu bölgede hakimiyet tesis etmiştir[11]. 1207 yılında Ahlatşah hakimiyeti son bulmuş, Van gölü ve çevresi daha sonra sırasıyla, Eyyûbîler, Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevilerin idaresinde kalmıştır. 1534 ilkbaharında Van, 14 Haziran 1534’te ise Adilcevaz, Ahlat, Erciş ve Amuk (Amik) Osmanlılar tarafından ele geçirilmiştir. Osmanlı ordusunun bölgeden çekilmesinden sonra Şah Tahmasp, Erciş ve Van’ı 1536 yılı başlarında yeniden ele geçirmesine rağmen, Kanunî Sultan Süleyman’ın bizzat başında olduğu Osmanlı ordusu 1548 yılı yazında Van ve Erciş’i Safevilerden geri alarak kalıcı bir hakimiyet tesis etmişlerdir[12]. Van gölü ve çevresinin Türk hakimiyetine giriş sürecinde, bölgedeki Ermenilerin bazen Bizans askerleriyle birlikte Türklere karşı, bazen de Bizansın kendilerine uyguladığı ağır dinî, iktisadî ve ekonomik baskılar sebebiyle Türklerle birlikte hareket ederek Bizanslılara karşı oldukları görülür. Bölgede Türk hakimiyetinin kesin olarak sağlanmasından sonra ise, Türklerin fethettikleri bölgelerde gayrimüslimlere uyguladığı hoşgörülü ve adaletli yönetim politikasından faydalanma yoluna gitmişlerdir[13]. Bu durum Osmanlılar döneminde de devam etmiş ve Bizans istilası sırasında Van gölü ve çevresinde neredeyse yok olma durumuna gelen Ermeni varlığı Türklerin bölgede hakim unsur olması üzerine millî ve dinî benliklerini koruyarak yok olmaktan kurtulmuşlardır. Ermeniye tabirine gelince; yukarı iller, yukarı memleket anlamındaki Armenia’nın İslâmlarca kullanılan şeklidir. Van gölünün kuzeyi demek olup, zaman zaman daha geniş sahaları da içine alır. Bir coğrafî ad olup kavim ve halk ile ilgili bir anlamı yoktur. Çünkü Anadolu Selçukluları devrinde aynı bölge Ermen diyarı olarak anılmıştır[14]. XII. yüzyılda bu coğrafî bölgeye hakim olan ve kendilerini Şah-ı Ermen ve Ermen-Şahlar olarak adlandıran Ahlatşahlar veya Sökmenliler’in Ermeni bir kavim olmadığı da tarihî bir hakikattir. Zaten bu tabirin popüler bir hale gelmesine biraz da bu Beylik sebep olmuş, Ermen bölgesinin hakimi olduklarını ifade etmek için kendilerini Ermen-Şahlar olarak adlandırmışlardır[15]. Sökmenlilerin, bölgede konuşulan dillerden biri olan Farsça’nın tesirinde kalarak, kendilerini Şah-ı Ermen olarak ilân etmeleri, tarihî kaynaklara da bu şekilde geçmelerine vesile olmuştur[16]. XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Doğu Anadolu bölgesi ve dolayısıyla Van gölü ve çevresi de Turkomania (Türkmen Ülkesi) olarak anılmaya başlanmıştır. Marco Polo 1271 yılında Doğu Anadolu’yu Turkomania olarak ifade etmektedir. Aynı şekilde İbn Batûta ve İspanyol seyyah Clavio da Doğu Anadolu’yu Türkmenler’in Ülkesi olarak tarif etmişlerdir. İslâm yazarları XV. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu’yu artık Türkmaniyye olarak adlandırmaktadırlar. Meselâ Timur’un tarihçisi Şerefeddin Yezdî, Anadolu’yu Türkmen Ülkesi olarak vasıflandırır. Dede Korkut Oğuznameleri’nde Doğu Anadolu, Oğuz-Eli/Elleri adıyla geçmektedir[17]. Doğu Anadolu’nun Osmanlı hakimiyetine girmesinden sonra bölgede önce Erzurum daha sonra Van Beylerbeyliği kurulmuştur. Dolayısıyla Osmanlı kaynaklarında artık Van gölü ve çevresi ağırlıklı olarak Van beylerbeyliği olarak anılmıştır. Ancak tarihî alışkanlık devam etmiş olmalı ki bazen Osmanlı belgelerinde de İran ve komşu olan Osmanlı coğrafyası yukarı canib olarak ifade edilmekteydi[18]. Osmanlı döneminde Avrupa literatüründe özellikle de coğrafya kitaplarında Doğu Anadolu, Turkomania (Türkmen Ülkesi) olarak anılmaya devam etmiştir. XVIII. yüzyıl Avrupa coğrafya kitaplarında Erzurum ve Van bölgesi yine Turkomania (Türkmen Ülkesi) olarak gösterilmektedir[19]. 1- Van Gölü Çevresindeki Ermenilerin Nüfusu 1548 yılında Van beylerbeyliği kurularak Van gölü çevresindeki sancaklar bu beylerbeyiliğe dahil edilmiştir. Van beylerbeyliği, Osmanlı-İran sınırında bulunduğu için sancak sayısı Osmanlı-Safevi siyasî münasebetlerinin seyrine göre azalıp artabilmiştir. Bu sebeple XVI-XVIII. yüzyıllarda Van eyaletindeki sancak sayısı 13-34 arasında değişmiştir. Van, Adilcevaz, Bitlis, Erciş, Muş, Hakkari, Mahmûdî, Hizan, Bargiri, Kârkâr, Şırvî, Kisan, Espayrid, Kotur ve Ağakis bu hareketlilikten en az etkilenen sancaklardır[20]. Bu sebeple Van gölünü çevreleyen sancakların tamamının Van eyaleti sınırları içerisinde olduğunu söylemek mümkündür. Van gölünün batı ve güney batısında Bitlis, kuzey ve kuzey batısında Adilcevaz, kuzey doğusunda Erciş ve Bargiri, doğu ve güney-doğusunda Van sancakları yer alıyordu. Van gölü bugün Bitlis ve Van illeri ile çevrilidir. Bölgedeki önemli merkezlerden olan Ahlat Adilcevaz’a[21], Vatsan (Gevaş) Van sancağına, Tatvan Bitlis sancağına bağlı nahiye ve kaza merkezleri idi. XVI-XVII. yüzyıllarda Van gölü çevresindeki gayrimüslim nüfus arşiv kaynaklarına göre tamamen Ermenilerden oluşmaktadır. Evliya Çelebi Van ve Bitlis şehirlerinde gayrimüslim unsur olarak sadece Ermenilerin bulunduğunu, Rum, Yahudi, Frenk ve Kıptî’ye rastlanmadığını kaydetmektedir[22]. Evliya Çelebi’nin çağdaşı olan Jean-Babtiste Tavernier[23] ve XIX. yüzyılın sonlarında Van şehrini ziyaret eden H. F. B. Lynch’in[24] tespitleri de bu yöndedir. Bu durum Bitlis, Adilcevaz, Ahlat, Bargiri ve Erciş için de aynıdır[25]. XVI ve XVII. yüzyıllarda Van gölü çevresindeki nüfus tespitini yapmak için başvurulacak en önemli kaynak mufassal tahrir defterleridir. Van, Erciş ve Bargiri sancakları ile ilgili mufassal tahrir defterleri arşivlerde bulunmamaktadır. Bitlis ve Adilcevaz sancaklarına ait üç mufassal defter mevcuttur[26]. Ayrıca mufassalın icmali olan bir defter daha vardır. Defterlerin en eski olanı 1537, en yeni olanı ise 1556 tarihlidir. Mufassal defterlerin Van gölü ve çevresindeki Ermeni ve Müslüman nüfusu bütünüyle yansıtması bu haliyle mümkün değildir. Ancak inceleme, bölgemizdeki Ermeni nüfusun tespiti konusunda cizye rakamlarından elde edilen bilgilerle kabul edilebilir sonuçlara ulaşmak mümkündür. Ermeni halkın vermekle yükümlü olduğu cizye-i gebran veya harac vergileri ağırlıklı olarak Padişah hassı, kısmen de diğer hass gelirleri içerisinde yazılmışlardır. Bu vergilerin toplam miktarı kaydedildikten sonra her vergi mükellefi neferin kaç akçe vergi vereceği de ayrıca belirtilmiştir. Dolayısıyla vergi mükellefi Ermeni nüfus, bütün sancaklar için belirli dönemlerle sınırlı olsa bile, tespit edilebilmiştir. Bu verilere göre Van gölü ve çevresindeki Ermeni nüfusu şöyledir: Tablo- Van gölü çevresindeki Ermeni nüfusu (1537-1637) Yer Tarihi Vergi nüfusu Tahminî nüfus[27] Van eyaleti[28] 1611 23 000 nefer 84 331 Van-Erciş-Bargiri Van, Erciş, Bargiri Sancakları[29] 1605-1637 3 981 nefer 14 597 Van şehri[30] XVII. yüzyıl - 10 000-11 000 Vatsan şehri (15 köy ile birlikte)[31] 1609-1610 700 nefer 2 567 Bitlis Bitlis sancağı[32] 1540 5 065 hane 706 mücerred 26 031 Bitlis sancağı[33] 1609-1610 5 800 nefer 21 263 Bitlis sancağı[34] 1637 5 615 nefer 20 588 Bitlis şehri[35] 1537 937 nefer 3 435 Bitlis şehri[36] 1540 1 124 nefer 4 122 Adilcevaz Adilcevaz sancağı[37] 1548-1551 1 707 nefer 6 259 Adilcevaz sancağı[38] 1556 2 189 nefer 8 025 Adilcevaz sancağı[39] 1605 1 680 nefer 6 160 Adilcevaz şehri[40] 1540 210 hane 102 mücerred 1 152 Adilcevaz şehri[41] 1556 420 nefer 1 540 Ahlat şehri[42] 1537 67 nefer 245 Ahlat şehri[43] 1540 137 nefer 502 Ahlat şehri[44] 1556 212 nefer 782 Van eyaletine bağlı olan sancaklardan sadece Van, Bitlis, Erciş, Adilcavaz ve Bargiri sancakları Van gölüne kıyısı bulunan yerlerdir. Muş, Hakkari-Müküs (Bahçesaray), Bayezid, Hizan, Espayrid, Ağakis, Mahmûdî (Hoşab), Kârkâr, Şırvi (Şirvan), Kisan ve Kotur sancakları Van eyaleti bünyesinde süreklilik arz eden ve 1611 yılında da var olan sancaklardır. Bu sebeple 1611 yılında eyalette yaşayan yaklaşık 85 000 Ermeninin yarısının Van gölü çevresinde bulunmadığını söylemek mümkündür. Ulaştığımız rakamlar da bu durumu kanıtlamaktadır. Yukarıdaki tablo incelendiğinde XVII. yüzyılın başlarında Van, Erciş, Bitlis, Adilcevaz ve Bargiri sancaklarında yaşayan toplam Ermeni nüfusun yaklaşık 42 000 kişi olduğu görülecektir. Geri kalan nüfus Van gölüne kıyısı olmayan hatta bugün sınırlarımız dışında kalan yerlerde yaşıyorlardı. Meselâ Kotur sancağı bugün İran sınırları içerisindedir. Van gölüne kıyısı olamayan Muş sancağında ise 2 281 Ermeni, 6 134 Müslüman nüfusun yaşadığını biliyoruz[45]. Ermeni nüfusun en kalabalık olduğu sancak Bitlis’tir. Erciş ve Bargiri’de ise diğer sancaklara nazaran daha az sayıda Ermeni nüfusun yaşadığı söylenebilir. Van gölü çevresinde yaşayan yaklaşık 42 000 Ermeninin en az yarısının Van, Bitlis, Vatsan, Ahlat, Adilcevaz, Erciş ve Bargiri şehirlerinde toplandığını söylemek mümkündür. Van’da yaklaşık 10 000, Bitlis’te 4 000-5 000, Vatsan’da 2 500, Adilcevaz’da 1 500, Ahlat’ta 1 000 civarında Ermeni nüfusu vardır. Aktamar adasında bir miktar Ermeninin yaşadığı da bilinmektedir. Erciş ve Bargiri şehirlerine ait bilgilerimiz olmamakla birlikte, birkaç bin Ermeninin de buralarda yaşadığı tahmin edilebilir. Ermeni nüfusun Türk-Müslüman nüfus karşısındaki oranı konusunda şunları söylememiz bir fikir vermesi açısından faydalı olacaktır. XVII. yüzyılın ortalarında Van şehrinde 33 000, Van sancağında ise 85 000 civarında Müslüman nüfus vardır. Van şehrindeki Ermeni nüfus ise 11 000 civarındadır[46]. Ancak aşağıda izah edeceğimiz üzere, bölgedeki Müslüman nüfusun tespiti konusunda siyasî, ekonomik ve sosyal sebepleri göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Mufassal defterlerdeki yetersiz bilgiler ancak diğer bilgi ve belgelerle desteklenmesi durumunda objektif sonuçlara ulaşılması bakımından bir değer ifade edebilirler. Van ve Adilcevaz sancakları için bu hususları dikkate alarak yaptığımız çalışmalardan çıkarılan sonuçlara göre, XVI-XVII. yüzyıllarda Türk-Müslüman nüfus % 80, Ermeni nüfus ise % 20 civarındadır[47]. Van ve çevresindeki Ermeni nüfus XIX. yüzyılın sonlarına doğru nispeten artmıştır. 1882 yılından sonra siyasî bir varlık temini için Kafkasya’dan gizlice Ermeni muhacirler getirtilerek Van’a yerleştirilmiştir[48]. Bu durum batılı seyyahlar tarafından da teyit edilmektedir. XIX. yüzyılda şehri ziyaret eden seyyahlar sadece iki kilisenin varlığından bahsedip diğerlerinin şehir dışındaki yerlerde bulunduklarını belirtip, Van yöresindeki kiliselerin 1850’lerden sonra revaçta olduklarına dikkat çekmektedirler[49]. Bu muhaceret hareketi ve doğal nüfus artışının sonucunda Van ve Bitlis vilâyetlerindeki Ermeni nüfus zaman içerisinde fazlalaşmıştır. 1914 yılı resmî istatistiğine göre, Bitlis vilâyetinde 117 492, Van vilâyetinde ise 67 792 Ermeni yaşamaktadır. Aynı istatistiğe göre Bitlis vilâyetinde 309 999, Van vilâyetinde ise 179 380 Müslüman nüfus bulunmaktadır[50]. Buna göre 1914 yılında Van gölü çevresinde toplam 674 663 kişi yaşamaktadır. Bunların 185 284’ü Ermeni, 489 379’u ise Türk-Müslümandır. Toplam nüfus içerisinde Türk-Müslüman nüfusun oranı % 72.5, Ermeni nüfusun oranı ise % 27.5’tir. Bu oranlar XVI-XVII. yüzyıldaki tespitlerimizi teyit edici mahiyettedirler. 2- Van Gölü Çevresindeki Nüfusu Etkileyen Faktörler Van gölü çevresindeki nüfusu etkileyen en önemli unsur Osmanlı-Safevi mücadelesidir. Bu mücadele Van gölü çevresindeki yerleşim yerlerinin tamamında yaşayan Türk-Müslüman nüfusun aleyhine olmuş büyük oranda nüfus bu mücadeleler sırasında ya yer değiştirmiş ya da Safeviler tarafından katledilmişlerdir. Müslüman nüfusa yönelik bu fizikî baskıların Ermeni nüfusa da yapıldığına dair hiçbir emare yoktur. Bölgede yaşanan bu istikrarsız siyasî ortam, elbette ki Ermeni nüfusun da maddî ve manevî bir takım zararlara uğramasına ve huzursuz olmasına sebep olmuştur. Ancak ciddi bir Ermeni nüfusun bölgeden ayrılması veya katledilmeleri gibi bir durumu asla doğurmamıştır. Bu anlamda Osmanlı yönetiminin Ermeni nüfusu burada tutmak maksadıyla getirdiği büyük vergi muafiyetleri ve indirimleri söz konusudur. Bölgedeki siyasî karışıklıktan en çok etkilenen unsur Türk-Müslüman halk olduğu için Osmanlı merkezî idaresinin tam olarak yerleşmesi ve bölgenin istikrarlı bir huzur ortamına girmesine kadar, Müslüman halka bazı vergileri belli bir süre hiç ödememeleri gibi bir muafiyet getirilmiştir. Belli bir süre vergi mükellefi olmayan Müslüman nüfusun bu arada yapılan tahrirlerde sadece hububat ve sebze-meyve öşrü verebilecek kısmı defterlere kaydedilmiştir. Bu da doğal olarak Müslüman nüfusun az olduğu gibi bir sonucun çıkmasına sebep olmuştur. Her türlü vergiden muaf olan vakıf görevlilerinin de evkaf defterlerinden tespit edilip Müslüman nüfusa ilâve edilmesi gerekmesine rağmen, sadece mufassal tahrir defterlerindeki hane rakamları ile bir nüfus tespiti yapmak hiç de doğru olmayan bir takım sonuçları doğurmaktadır. Tımarlı sipahiler ve kalelerde görev yapan Türk-Müslüman unsuru da mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Dolayısıyla özellikle Van gölü çevresi gibi bir coğrafyanın iskân ve nüfus durumunun bölgede yaşanan siyasî ortam ve buna göre şekillenen iktisadî şartlar dikkate alınarak değerlendirilmesi şarttır. 1514 Çaldıran Savaşı’ndan sonra Van gölü çevresinde Osmanlı hakimiyeti tam olarak tesis edilmemiştir. Bundan dolayı, Bitlis’teki Şeref Han ailesi Osmanlı-Safevi nüfuz mücadelesinde hangi devletin idaresine girmesi konusunda başlangıçta tereddütlü davranmıştır. Bu sebeple 1535 Aralık ayında Bitlis hakimi Emir Şemseddin Bitlis’ten çıkarılarak Malatya ve Maraş sancakları kendisine verilerek bölgeden uzaklaştırılmıştır. Bu durumdan hoşnut olmayan Emir Şemseddin daha sonra aşireti halkının bir kısmı ile Safevi Devleti’ne iltica ederek Nahcivan hakimi olarak tayin edilmiştir. Emir Şemseddin Nahcivan’a giderken sadece aile efradını yanına almakla yetinmemiş Rojiki aşiretine mensup aşiret halkının yaklaşık 400 hanesini de beraberinde götürmüştür. Bu da Bitlis’ten önemli bir Müslüman nüfusun ayrılması anlamına geliyordu. 1578 Osmanlı-Safevi Harpleri sırasında o sırada Nahcivan hakimi olan Şeref Han, Bitlis’in tekrar kendisine ocaklık olarak verilmesi şartıyla Osmanlı Devleti’ne bağlı olmayı kabul ettiğini bildirmiş ve bu isteği uygun bulunarak Aralık 1578’de Bitlis’e gelerek 400 neferlik aşireti halkı ile Osmanlı saflarında yer almıştır[51]. Bitlis’le ilgili mufassal defterler Şeref Han ailesinin bölgede olmadığı zamanlara aittir. Bu sebeple Bitlis sancağında yaşayan Müslüman nüfusun ne kadar olduğu konusundaki en gerçekçi rakamlar ancak 1578 yılından sonra yapılmış olan bir tahririn sonuçları ile mümkün olabilecekti ki böyle bir defterden maalesef bugün için mahrumuz. Bitlis şehrinde Ermenilere ait olan mahalle sayısı 1540’ta 16 iken, 1655’te 11’e düşmüş; Müslüman mahalle sayısı ise 1540’da 11 iken 1655 tarihinde 17’ye yükselmiştir. Bu da bize şehirde Türk-Müslüman nüfusun lehine bir gelişme yaşandığını göstermektedir[52]. Bargiri (Muradiye) bölgesinde etkin bir aşiret olan Dünbli (Donbalı) Aşireti reisi Mansur Bey de, Şeref Han gibi Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirerek aşireti halkıyla aynı yıl Bargiri’ye gelmiştir. Dünbli Mansur Bey’e Bargiri sancağı ile birlikte İran’dan zapt olunan nahiyeler tevcih edilmiş ve çeşitli hediyelerle taltif olunmuştur[53]. Bu sebeple Bargiri sancağındaki Türk-Müslüman nüfus ile ilgili sağlıklı bir değerlendirmenin de ancak 1578 sonrası yapılabileceği aşikârdır. 1548 yılında Van ve Erciş’in yeniden Osmanlı hakimiyetine girmesinden sonra Van gölü çevresinde Osmanlı idaresi tam olarak sağlanmasına rağmen, siyasî huzursuzluk devam etmiş özellikle de Müslüman nüfusun azalması bakımından ciddi olaylar yaşanmıştır. 1552 yılında Van gölü çevresindeki önemli merkezler üzerine yürüyen Şah Tahmasb; Ahlat’ı muhasara ederek Türk-Müslüman halkı kaleyi terk edip gitmelerine müsaade edeceğini belirterek dışarı çıkmaya ikna etmiş ancak kale kapıları açıldıktan sonra dışarıya çıkan insanlar öldürülmüş ve kale tamamen yakılmıştır. Bu yıkım ve kırım hareketi aynen Bargiri ve Erciş’te de uygulanmış, Adilcevaz Kalesi ise Sinan Paşazade Mustafa Bey tarafından savunulduğu için Şah Tahmasb burayı ele geçirememiştir. Şah Tahmasb’ın bu harekatı 1553 yılı Ağustosu’nda bizzat Kanunî Sultan Süleyman’ın yeni bir İran seferine çıkmasına sebep olmuştur[54]. 1552 yılındaki bu yıkımın izlerini 1556 yılında yapılan tahrirde net olarak görmek mümkündür. 1540 yılında Ahlat şehrinde 500 civarında Ermeni, 800 civarında[55] Müslüman nüfus var iken[56], yani nüfus oranı muafları dikkate almadan bile % 60 oranında Müslümanların lehine iken, bu oran 1556 yılında neredeyse tersine dönmüştür. Van gölü çevresindeki Türk-Müslüman halkın azalmasına yol açan bir diğer olay, Şehzade Bayezid’in İran’a ilticasıdır. Bu olay sırasında Van gölü çevresindeki aşiret halkları ve Kanunî yönetiminden memnun olmayan bazı zümreler, gruplar halinde İran tarafına geçerek Bayezid kuvvetlerine katılmışlardır. Nitekim 1560 yılı baharında Van bölgesinden 300 kişilik bir kafile İran’a iltica edip Bayezid kuvvetlerine iltihak etmiş ve bu iltica hareketi 5’er 10’ar kişilik gruplar halinde devam etmiştir. Bu konuda Van beylerbeyine gönderilen 28 Nisan 1560 (2 Şaban 967) tarihli bir hükümle, isyan eden taifeye karışmış olanların yakalanarak idam edilmeleri istenmişti[57]. Bu durum Van gölü çevresinden İran’a Türk-Müslüman nüfus geçişinin olduğunu göstermesi ve nüfus hareketlerini etkileyen bir faktör olması açısından önemlidir. Osmanlı Devleti 1555 Amasya Anlaşması’ndan sonra İran ahvali ile barış zamanında da ilgili olmuştur. Bu ilgi sadece hudut güvenliğinin sağlanması amacını gütmemektedir. Zira İran’dan gelen Rafızîlik akımının Osmanlı Devleti bünyesindeki ehl-i sünnet zümrenin ibadet ve huzurunu zaafa uğratan ve onları küfür, şakilik ve katillik gibi kötü yollara iten sonuçları doğurduğu görülüyordu. Bunun yanı sıra, İran’dan gönderilen halife namındaki Şii misyonerlerin halk üzerinde tesirli olarak onları toplu halde İran’a hicret etmeye yönlendirmeleri ve nezir ve sadaka adıyla toplanan paraların gizlice düzenli bir teşkilât vasıtasıyla İran’a götürülmesi, Osmanlı Devleti’ni bazı tedbirleri almaya mecbur bırakmıştır[58]. Meselâ, Erzurum beylerbeyine gönderilen 9 Ağustos 1560 (17 Zilkade 967) ve 12 Ağustos 1560 (20 Zilkade 967) tarihli hükümler ile Amasya, Tokat ve Çorum leventlerinden olup İran’a kaçarken yakalanan 20 neferin haklarından gelinmesi emredilmiştir[59]. Bunun yanı sıra Diyarbakır müteferrikalarından Hüseyin, İran tarafına gitmek şüphesi ile yakalanmış ve Van’da hapsedilmiştir[60]. Van’da dirlik tasarruf eden bazı kimselerin İran’la anlaşıp Rafızîliği seçtikleri de tespit edilmiştir. Van beylerbeyine yazılan bir hükümle bunların isimlerini ihtiva eden bir defterin kendisine gönderildiği bildirilmiş ve bu hususu gizlice tahkik edip suçları sabit olursa birer bahane ile dirliklerinin alınması emredilmiştir[61]. İran’dan elçilik vazifesi ile gelen Şah Kulu Sultan’ın Osmanlı topraklarında bulunduğu sırada, nüzûr ve sadakat adı altında para topladığı ve Osmanlı topraklarındaki Kızılbaşlardan bu parayı toplayıp teslim edenlerin durumlarının araştırılıp suçu sabit olanlarının idam edilmeleri mahallî beylere emredilmiştir. İran’la münasebet kurduğu kesin olarak ispatlananlar, ya aileleriyle Kıbrıs’a sürgün edilmiş veyahut da hırsızlık, şakîlik ve diğer suçlar yüklenerek idam edilmişlerdir. Bu şekilde İran’la münasebeti olduğu ithamı altında kalıp durumları teftiş edilenlerin sayısının bir hayli kabarık olduğunu mühimme kayıtlarından öğrenmekteyiz[62]. 1574 yılında Saruhan Bey’in hakimi olduğu Hizo mıntıkasındaki Halidî cemaatinin İran tarafına göç ettiği tesbit edilmiştir. Van beylerbeyine gönderilen bir hükümle, bu zamana kadar vergilerini Osmanlı Devleti’ne veren bu cemaatin barışa aykırı olarak İran tarafına yerleşmesine müsaade edilmeyeceği bildirilerek, hudutta olan İran hakimine bu durumu hatırlatıp iadelerini sağlaması istenmiştir[63]. Bütün bu siyasî ve sosyal gelişmeler Van gölü çevresindeki Türk-Müslüman nüfusun objektif olarak tespiti konusunda ancak 1578 yılından sonraki verilerin geçerli olabileceğini göstermektedir. Bu tarihten sonra yapılacak nüfus hesaplamalarında da Müslüman vakıf görevliler ile askerîler mutlaka dikkate alınmalıdır. Çünkü bu bölgedeki kaleler hudutta olduğu için görev yapan asker sayısı iç bölgelere nazaran oldukça fazla idi. Meselâ XVI-XVII. yüzyıllarda Van şehrindeki idareci zümre, askerîler ve vakıf görevlilerinin sayısı tahminen 4 500 nefer olup bunun 3 200 neferi evlidir[64]. Bu zümrelerin sayısı Adilcevaz ve Ahlat şehirlerinde toplam en az 1 000 hanedir[65]. Bu bakımdan Van gölü çevresindeki şehirlerin adeta birer asker şehri görüntüsü verdiği söylenebilir. Bölgede siyasî istikrarın sağlanmasından sonra bir canlanma görülmüştür. Meselâ 1552 felâketinden sonra Adilcevaz ve Ahlat’ta yapılan tahrir sonuçlarına göre toplam köy sayısı 104 iken, 1605 tarihinde sadece dirlik sahibine bırakılan köy sayısı 160’a yükselmiştir. Yeniden ihya edilen veya kurulan bu köyler incelendiğinde büyük bir kısmının Müslümanlar tarafından iskân edildiği anlaşılmıştır[66]. 1604 yılında Şah Abbas’ın Van’ı kırk gün muhasara altında tutması da gerek Müslüman gerekse Ermeni nüfusun tedirgin olmasına ve bir kısmının geçici bir süre için bölgeyi terk etmesine sebep olmuştur. Çünkü yukarıdaki tabloda verdiğimiz 23 000 nefer Ermeninin Van eyaletinde bulunmadığını bizzat Ermeniler ifade ederek, Kızılbaş baskısı ile eyaletin harab, birçok insanın da bölge dışına çıktıklarını ifade ile ancak hepsinin yerli yerine gelmesi ile bu sayıya ulaşılabileceğini belirtmişler ve sadece mevcut olanlardan harac alınmasını istemişlerdir. Hatta haraclarının 100’er akçeye düşürülmesini teklif etmişler bu istekleri kabul edilmez ise kendilerinin de terk-i diyar edeceklerini belirtmişlerdir[67]. 3- Van Gölü Çevresindeki Ermenilerin Sosyo-Ekonomik Durumları ve Türk-Ermeni İlişkileri Van gölü çevresindeki Ermeni nüfusun şehir ve kasabalarda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Ermeni nüfusun bölgenin Osmanlı idaresine girmesinden sonra şehir ve kasabalarda yoğunlaştığına yerli ve yabancı araştırmacılar da dikkat çekmektedirler. Bunun en önemli sebebi şehir ve kasabalardaki müstahkem kalelerin emniyet içinde yaşamaya elverişli, sanat ve ticaret imkânlarının daha fazla olmasıdır[68]. Bölgedeki en önemli ticaret merkezi Van’dır. XVII. yüzyılın son çeyreğinde Van’ı ziyaret eden Tavernier, Van şehrinde ticaretin bir gelenek olduğundan bahseder[69]. Bu ticaretin büyük bir kısmı Ermeniler tarafından yapılmaktadır. Evliya Çelebi de Ermenilerin büyük kısmının ticaretle meşgul olduklarını ifade etmektedir[70]. Görgü tanıkları, XX. yüzyılın başlarında Van çarşılarında olan yaklaşık 1 000 kadar dükkânın % 80’inin Ermenilere ait olduğunu bütün ticaret ve sanatı ellerinde bulundurduklarını ifade etmektedirler[71]. Van şehrinde ticarî faaliyetlerin yapıldığı yerler Ulu Camii’nin kuzeyinden başlayarak güneye doğru Hüsrev Paşa Camii’nin olduğu bölgeye kadar uzanıyordu. Bu kısım şehrin merkezi olduğu için doğal olarak ticarî faaliyetler burada yapılıyordu. Ticaretin büyük kısmını elinde tutan Ermenilerden alış-veriş yapma konusunda Müslüman halkın bir önyargısı yoktur. Meselâ, 1616 yılında Van muhafazasında olan vezir Mehmed Paşa, Kulican adlı bir Ermeniden tanesi 25 kuruştan dört adet kadifeyi borçlanarak almakta bir sakınca görmemiştir[72]. Van şehrinde yaşayan Ermenilerin ticaret ve sanat işlerine yatkın olması onların bazı önemli devlet görevlerinde bulunmasına da sebep olmuştur. Özellikle mimarlık konusunda mahir olan Ermeniler resmî şehir mimarı olarak atanmışlardır. 14 Ocak 1556 tarihli bir buyruldu kaydından; Van mimarlığının önceden 20 akçe iken, daha sonra 15 akçe ile Selman adlı bir Ermeniye verildiğini ancak Van beylerbeyinin, adı geçen kişinin mimarlık ilminde mahir ve Van’da olan mîrî malına küllî hizmeti olduğundan dolayı 20 akçe ile sadaka olunması yolundaki arzı üzerine, yevmiyesinin 20 akçeye çıkarılarak mimarlığın tevcih edildiğini öğrenmekteyiz[73]. 1609-1610 tarihli mevacib defterleri kayıtlarına göre, Van Kalesi Merdan cemaati içerisinde günlük 17 akçe ulûfe alan Ermeni bir halife bulunmaktadır[74]. 1604-1605 yıllarında İstanbul’daki bir hassa halifesinin yevmiyesinin 5-17 akçe arasında değiştiğini[75] ve halifeliğin de mimarlıkta bir derece olduğunu düşünürsek bu kişinin ileri derecede bir mimar hatta eyalet mimarı olabilme ihtimali vardır. 1556 yılında Safeviler tarafından tamamen yıkılan Ahlat Kalesi’nin yerine daha güneyde yeni bir kale yapılması kararlaştırılmış ve kale mimarlığı hizmetine 1556 yılı sonlarında Diyarbakır mimarı olan bir Ermeni tayin edilerek, Diyarbakır’da aldığı 10 akçe ulufenin burada da kendisine verilmesi hususu Van beylerbeyine bildirilmişti[76]. Van eyaletinde eyalet merkezindeki mimar ve üstadların yanı sıra, eyalete bağlı sancaklarda da üstad mertebesinde Ermeni mimarların olduğuna rastlanmaktadır. Meselâ, 20 Aralık 1570 tarihinde Van beylerbeyine gönderilen bir hükümle, Hasankeyf sancakbeyi Alaüddevle’nin merkeze adam göndererek, Hasankeyf’de yapılması ferman olunan köprü için üstad istenmesi üzerine Muş’ta olan Minas adlı Ermeni üstadın köprünün inşasına ücreti karşılığında katılması emredilmiştir[77]. XVI-XVII. yüzyıllarda Van gölünde ticarî ve askerî amaçla kullanılan 50 civarında gemi vardı[78]. Van’da bir gemi tersanesi ve bu tersanede gemi yapımı ile meşgul olan mimarlar bulunuyordu[79]. XVI-XVII. yüzyılda gemi yapımı devletin izni ile gerçekleşiyor ancak yapılan gemilerin işletme hakkı yıllık belli bir miktar mukataa bedelini ödemek kaydıyla gemi işletmecilerine devredilebiliyordu. Meselâ, Padişah hassı içerisinde bulunan 3 geminin yıllık mukataa bedeli 1605 yılında 8 500 akçe idi[80]. Elimizde bir belge olmamakla birlikte bütün bu gemileri yapan mimarların ve kaptanların Ermeni olduğunu düşünüyoruz. Zira XX. yüzyılın başları ile bilgi veren görgü tanıklarının ifadeleri Van gölünde taşımacılık yapan irili ufaklı 400 gemi ve teknenin tamamının Ermenilere ait oldukları yönündedir[81]. Müslüman halk için gemicilik ve dolayısıyla balıkçılık bir gelenek değildir. XVII. yüzyıl seyyahı Tavernier, Van gölü ve Bend-i Mahi ırmağında Ermeniler için büyük bir balık geliri potansiyeli olduğunu söyleyerek bir ölçüde bu durumu doğrulamaktadır[82]. Bend-i Mahi nehri, Bargiri (Muradiye) dağlarından çıkıp Bargiri Kalesi yakınında Van gölüne dökülür. İşte bu mevkiide Bend-i Mahi denilen balık avlama yeri vardır. Mart ayından sonra balıklar büyük gruplar halinde Van gölünden nehre girip bir ay süreyle burada kalıyorlardı. Bir ay sonra balıklar geri dönmeye başladıkları sırada Van defterdarı tarafından görevlendirilen ağalarından birisi Bend-i Mahi denilen mevkiyi ağla kapatıyordu. Balıklar burada avlanıp tuzlandıktan sonra Acem ve Ermeni tüccarlara satılıyordu. Onlar da bu yüzlerce deve yükü tuzlanmış balıkları İran, Azebaycan ve Lahican taraflarına götürüp satıyorlardı. Balıkların satışından elde edilen gelirler Van gölü etrafındaki kale askerlerinin ulufe ödemeleri için kullanılmaktaydı[83]. Van ve çevresinde yaşayan Ermenilerden maddî zenginliğe sahip olanların zaman zaman devlete ait mukataa gelirlerini iltizama aldıklarına rastlanmaktadır. Meselâ 1616 yılında Van gümrüğü mukataasını Mirek adlı bir Ermeni vatandaşın iltizama aldığı tespit edilmektedir[84]. Bu mukataa bedelinin 1637 yılında 35 000 kuruş (2 800 000 akçe)[85] olduğunu düşünürsek ilgili şahsın zenginliğinin boyutu hakkında bir kanaat sahibi olabiliriz. Bu dönemde Van beylerbeyinin has geliri ise 1 100 000 akçe civarındaydı[86]. Van ve çevresindeki Ermenilerin ehil oldukları bir diğer faaliyetin bağcılık olduğu anlaşılmaktadır. Van şehrindeki bağ ve bahçeler surların dışındaki mezarlıklardan sonra başlayıp Edremit’e kadar uzanıyordu. Buradaki en önemli bağlardan birisi de Şirek (Şıyrek) Ermeni bağlarıdır[87]. Bu bağlardan alınan resm-i bağat vergisi 1571 tahririnde maktu olarak bağlanmış ve iltizama verilmişlerdir. 1611 Mart ayında Van şehri ve çevresindeki Müslüman ve Ermeniler Van divanına müracaat ederek; Kızılbaş saldırısı sebebiyle harap olan Van civarındaki bağlarının her yıl iltizama verildiğini ve mültezimlerinin kendilerinden fazla vergi ve hizmet istemeleri sebebiyle şikâyetçi olduklarını belirterek, bağların kendilerine aynı bedelle iltizama verilmesini talep etmişlerdir. Bu istek uygun görülerek 17 Aralık 1610 tarihinden geçerli olmak üzere iltizam bedelini nakden Van hazinesine ödemek kaydıyla bağları kendileri iltizama almışlardır[88]. Müslüman bağların iltizam bedeli 12 000, Ermeni bağlarının iltizam bedeli ise 24 000 akçedir. Van ve çevresinde her 100 kökten 6 akçe bağ resmi alınmaktadır. Bu durumda Müslümanlara ait olan bağlarda 200 000, Ermenilere ait olan bağlarda ise yaklaşık 400 000 kök bulunuyordu[89]. Osmanlı Devleti’nin fethettiği bölgelerdeki yerli Hıristiyanların bazılarını askerî amaçlı hizmetlerde kullanmışlar ve bunların silâh taşımalarına da müsaade etmişlerdir. Daha çok hudut kalelerinin ve derbendlerin muhafazası ile görevlendirilen bu askerler voynuk, martolos ve eflak gibi bazı sınıflara ayrılmışlar, bazen muharip asker bazen de inzibat görevlisi olarak kale, geçit ve derbendleri beklemişlerdir[90]. Martolosların sadece Rumeli’de bulunduğu yolunda bir kanaat vardır. Ancak Van’da da bu askerî sınıfın varlığına dair bilgilerimiz mevcuttur. 3 Şubat 1579 tarihinde Van beylerbeyine gönderilen hükümde, Göğercinlik Kalesi civarındaki İran gemilerini mağlup etmek için Van gölünde yapılması gereken kayıkların masrafı ve içlerine konacak martolosların ulufeleri için gerekli olan paranın Diyarbakır’dan verilmesi için emir verildiği belirtilmektedir[91]. Bu belgeden anlaşılacağı üzere Van Kalesi’nde bir miktar martolos görev yapıyordu. Van gölü çevresindeki yerli halkın gemicilik konusunda mahir olmamaları sebebiyle, özellikle askerî amaçlı gemilerde bu işe yatkın yerli Hıristiyanların kullanılması yadırganacak bir durum da değildir. Van şehrinde Müslüman halk tarafından Çifte Kilise diye adlandırılan Surp Petros ve Surp Paulos Kiliseleri’nden başka kiliseye tesadüf edilmemektedir. Kale burçlarının altında olan bu kiliselerden Surp Paulos 1875’ten sonra meydana gelen depremden sonra tamamen yıkılmış ve sadece Surp Petros Kilisesi ayakta kalabilmiştir. Gösterişsiz bir tarzda yapılan bu kiliselerin 960 yılında inşa edildiği ileri sürülmektedir[92]. Bu kiliseler diğer mahallelere nazaran Ermenilerin daha kalabalık olduğu Tebriz Kapısı mahallesinin Tebriz Kapısı girişinin kuzey tarafında idi. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan ve XVII. yüzyıla tarihlenen bir Van şehri resmi veya minyatürü vardır. Bu resim bizim tespitlerimize göre gerçeğe çok yakın olarak çizilmiştir. Resimde Çifte Kilise’nin yanı sıra Van şehrinde Ulu Cami mahallesinde iki, İskele Kapısı mahallesinde ise bir kilisenin olduğu görülmektedir. Ancak bunların çifte kiliseye göre çok küçük yapılar olduğu anlaşılmaktadır[93]. Van Kalesi’nin kuzey tarafındaki Varak dağının eteklerindeki Varak (Varag) Kilisesi (Yedi Kilise) Van ve çevresindeki en büyük kilise olarak nitelendirilebilir[94]. 11 Eylül 1655 tarihinde elçilik vazifesiyle İran’a giden Melek Ahmet Paşa ile birlikte bu kilisede bir gece konaklayan Evliya Çelebi, kilisenin kargir yapılı, kubbeli ve kale gibi demir kapısı olduğunu içinde 300’den fazla papazın bulunduğunu belirtmektedir. Her biri farklı işlerle meşgul papazların, kendileri ile birlikte olan 500 askeri anlatılamayacak derecede bir izzet ikram ile ağırladıklarını ve ayrılırlarken kendisine ve ağalara birer vaşak postu hediye ettiklerinden sitayişle bahsetmektedir[95]. Varak Kilisesi’nin mukataa geliri Serbayat Kilisesi ile birlikte yazılmıştır. Toplam 21 500 akçelik olan bu gelir dilimi 1630 yılında Keyvan adlı bir sipahinin tımar gelirleri içerisinde yer almaktadır[96]. 915-921 yılları arasında Aktamar adasında yapılan Aktamar (Ahtamar-Surp Haç) Kilisesi’ni şehir dışındaki önemli kiliseler içerisinde saymak gerekir[97]. 1655 yılında adaya uğrayan Evliya Çelebi, adanın tamamen Ermeniler tarafından meskûn olduğunu, Müslümanların sadece ziyaret maksadıyla adaya uğradığını ifade etmektedir. Ayrıca kilisede 200’den fazla rahip ve papazın bulunduğunu, bunların nefislerini terbiye için sadece siyah üzüm ve kuru bakla yemeleri sebebiyle çok zayıf olduklarını söylemektedir. Adadaki 300 civarındaki Ermeninin adeta dünyadan el etek çektiklerini ve terzilik yaparak gelen adaklarla hayatlarını idame ettirdiklerini belirtmektedir[98]. Aktamar adasındaki kilisenin yıllık 5 000 akçelik mahsülü olup 1631 yılında kâtib Hasan’ın zeamet gelirleri içerisindedir[99]. Az sayıda Ermeninin yaşadığı Çarpanak adasında da Limidafi adında küçük bir kilise bulunuyordu[100]. XVI-XVII. yüzyıllarda Van nahiyesine bağlı köylerde Serbayat, Yarkaya, Devin, Torun, Anavur, Kebûdin, Sihke, Surucvânk, Ark, Ada, Ertaş, Marunis, Erçek, Haburköm ve Şuşanis adında küçük köy kiliseleri mevcuttu[101]. Bitlis sancağında 1540 yılında 11 kilise mevcuttur. Bunlar Çilhac, Minazid, Çiltoma, Çil Yakub, Andocaniben, Severtan, Çörüş, Arfe, Saraç, Çaklu ve Aginiz Kiliseleri’dir[102]. 1605 yılında Çemeş ve Hudkân adındaki iki kilisenin daha Bitlis sancağında bulunduğu anlaşılmaktadır[103]. Bu kiliseler Bitlis sancağına bağlı köylerde bulunmaktaydı. Adilcevaz ve Ahlat şehirlerinde arşiv kaynaklarına geçen bir kiliseye rastlanmamıştır. Sadece 1556 tarihli mufassal defterde Cihanşah Mescidi’nin Kilisa mahallesinde bulunduğu kayıtlıdır[104]. Bu sebeple mahalleye adını veren bir kilisenin bu şehirde bulunduğunu düşünebiliriz. XVI ve XVII. yüzyıllarda Adilcevaz nahiyesine bağlı Elik köyünde Kethellübeş, Dekis, Koğos-ı Süfla ve Süpân-ı Ülya köylerinde Venk, Yakub köyünde ise köyün adıyla anılan kiliseler mevcuttur. Ahlat nahiyesine bağlı Zigak (Sarıkum) köyünde Abat, Matdovans ve Piravans köylerinde ise köylerin adıyla anılan 3 kiliseye rastlanmaktadır[105]. Ermenilerin kiliselerinde ibadetlerini rahatça yaptıkları bu konuda hiçbir sıkıntı çekmedikleri anlaşılmaktadır. Meselâ 1565 yılında Van şehrinde ve bazı köylerde toplanıp birtakım eşkıyalık hareketlerinde bulunan Ermenilere; kendilerine birçok kilise yapıldığı, faaliyette olanlarının tamirine izin verildiği ve asla zulüm ve baskı görmedikleri hatırlatılarak, bu tür kanunsuz işlere niçin kalkıştıkları sorulduğunda, cevap veremedikleri Van beylerbeyisi ve kadısı tarafından merkeze gönderilen mektubun içeriğinden anlaşılmaktadır[106]. Nitekim Vatsan nahiyesine bağlı Haburköm köyünde olan kilisenin bazı yerlerinin harab olmasından dolayı, 1582 yılında tamirinin yapılması konusunda izin verildiğini görüyoruz[107]. Eylül 1587 tarihinde Haleb, Van, Şam, Trablusşam beylerbeyileri ve kadıları ile, Niğbolu sancakbeyi ve Ahyolu kadısına gönderilen hükümlerle; İstanbul’da bir kilisenin camiye çevrilmesi sebebiyle, kendilerinin de oradaki kiliseleri camiye çevirmek istediklerinin haber alındığı belirtilerek, fetih sırasında Hıristiyanların elinde eski hallerinde bırakılan kiliselere hiçbir şekilde müdahale edilmemesi emredilmiştir[108]. Evliya Çelebi, Van’ı ziyaret ettiği 1655 tarihinde, Van şehrinde üç Ermeni, dokuz Türk-Müslüman mahallesi bulunduğunu belirtmektedir[109]. Van şehrindeki Ermeni mahallelerinin isimleri hakkında bir kayda tesadüf edemedik. Ancak, daha sonraki yıllar hakkında bilgi veren bazı kaynaklarda, Ermenilerin çoğunlukla Tebriz Kapısı mahallesi ile şehirdeki ticarî faaliyetlerin yoğun olduğu, Hüsrev Paşa Camii’nin kuzeyi ile Ulu Câmii arasındaki bölgede oturdukları ifade edilmektedir[110]. 1581 tarihinde, Van şehrinin ahaliye yetecek derecede geniş olmaması sebebiyle Ermenilerin surların dışında oturmaları emredilmiş ancak, Safevi korkusu ile surların dışında oturmak istemeyen Ermeniler merkeze bir arz göndererek, şehre İskele tarafından 1 600 zira’ ilâve olunursa bir sıkıntının kalmayacağı, yapılacak masrafın ise kendileri tarafından karşılanacağını bildirmişlerdir. Bunun üzerine şehre İskele tarafından 1 600 zira’[111] (yaklaşık 1 400 metre) ilâve edilmesi için Van beylerbeyine 16 Kasım 1581 tarihli bir hüküm gönderilerek çalışmalar başlatılmıştır[112]. Daha sonraki yıllarda şehrin batıya doğru genişlemesi ile birlikte, Tebriz Kapısı civarında oturan Ermeniler de bu yöne doğru genişlemiş olmalıdırlar ki, XIX. yüzyılda Tebriz Kapısı civarındaki Kızıl Camii Ermeni mahallesi içinde kalmıştır[113]. Bütün bu bilgiler bir araya getirildiğinde, Ermenilerin XVI ve XVII. yüzyılda, Tebriz Kapısı mahallesi, İskele Kapısı mahallesi, Ulu Camii mahallesi ve Orta Kapı mahallesi veya civarlarında oturdukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Emeniler, bu mahallelerde Müslümanlar ile karışık olarak oturmuş olduklarından dolayı sadece Ermeniler tarafından meskûn olan bir mahalle adına rastlanmadığını düşünüyoruz. Ermenilerin oturdukları ifade edilen mahallelerin içerisinde Van şehrinin en önemli Müslüman ibadet yerleri olarak bilinen Ulu Camii, Hüsrev Paşa Camisi ve Kızıl Cami’nin bulunması her iki toplumun birlikte iç içe yaşadıklarını göstermektedir. Van şehrindeki Müslüman ve Ermeni mezarlıkları şehir surlarının güney cephesinin dışında idi. Surların dışındaki hendeklerden sonra mezarlıklar başlamaktaydı. Müslüman ve Ermeni mezarlıkları, Mustafa Paşa Camii vakfı gelirleri içerisinde bulunan bir arsa ile ayrılıyorlardı[114]. 1540 yılında Bitlis şehrinde 16 Ermeni, 10 Müslüman mahallesi kaydedilmiştir. Ermenilerin oturdukları mahalleler şunlardır: Devşingir, Cani Bey-gir, Taş-gir, Mardir-gir, Şam-gir, Ribat-gir, Cacan-gir, Yahşi Bey-gir, Demürcü Karabet Muhtiyar, Hoca Can-gir, Yakub Minancı-gir, Makdim-gir, Nasreddin-gir, Emir Dolu-gir, Cemaat-i Pir Dinyat[115]. Evliya Çelebi’nin Bitlis’e uğradığı 1655 yılında durum değişmiş gözükmektedir. Evliya Çelebi tek tek isimlerini sayarak 17 Müslüman mahallesinin şehirde bulunduğunu, buna karşılık Arabî ve Yakûbî Ermeni mahallelerinin sayısının ise 11 olduğunu belirtmektedir[116]. Adilcevaz ve Ahlat şehirlerinde mufassal defterlerde mahalle kaydedilmemiş şehrin tamamındaki Müslümanlar ve Ermeniler ayrı ayrı mahalle belirtilmeden toplu olarak yazılmışlardır. Ancak Adilcevaz şehrinde Kilisa mahallesi adında bir mahallenin olduğunu biliyoruz. Bu addan hareketle bu mahallede Ermenilerin bulunduğunu düşünüyoruz. Ancak zikredilen mahallede Cihanşah Mescidi’nin de bulunduğunu[117] dikkate alırsak mahallenin tamamının Ermeni nüfus tarafından meskûn olmadığı, Müslümanların da bu mahallede bulundukları söylenebilir. Osmanlı şehirlerinde halk ile devlet arsındaki ilişkileri düzenlemekle görevli olan şehir kethüdası veya şehir emini olarak anılan görevliler bulunurdu. Şehir kethüdaları aynı zamanda mahalle kethüdalarının başı durumundaydı[118]. Kethüdaların en önemli görevi devlet ile halk arasındaki konularda halkı temsil etmeleriydi. Genellikle şehrin ileri gelenlerinden birisi halk tarafından kethüda veya şehir emini olarak seçilirdi[119]. Van gölü çevresinde şehir ve köylerde yaşayan Ermenilerin kendi kethüdalarını Müslümanlardan ayrı olarak seçtikleri ve bu kethüdaları vasıtasıyla temsil edildikleri anlaşılmaktadır. Ermenilerin mahalle ve köylerdeki temsilcilerine kethüda, ilgili sancaktaki veya kazadaki bütün gayrimüslimlerin temsilcisine ise melik deniliyordu. Kethüda veya melikler devletin resmî muhatabı olup, yararlı hizmetler yapmaları durumunda tımar tevcih edilerek ödüllendirilebiliyordu. Meselâ 1554 yılında Ahlat’taki Ermenilerin meliki olan Murat’a yararlığı ve yoldaşlıkta bulunması sebebiyle Adilcevaz sancakbeyinin mektubu üzerine tımar tevcih edilmiştir[120]. Ermenilerin kethüda tayini ilgili yerdeki sancakbeyi ve kadının arzı üzerine buyruldu ile gerçekleşiyordu. 1564 yılında Ahlat kadısına müracaat eden Ermeniler kethüdaları olan kişiden şikâyetçi olmuşlar ve onun yerine Behlül adlı kişinin kethüda olmasını talep etmişlerdir. Ahlat kadısı bu durumu merkeze bir mektup ile arz etmiş ve talep uygun bulunarak Behlül adlı Ermeninin kethüda tayin edilmesi konusunda buyruldu çıkmıştır[121]. Ermenilerin kethüda ve melik seçimi ve konusunda kanun ve bürokratik teamüllere uygun olarak yaptıkları tekliflerin merkezî yönetim tarafından kabul edildiği görülmektedir. Aksi bir davranışa ise izin verilmiyordu. 1565 yılında Van şehri ve çevre köylerdeki bazı Ermenilerin devletin izni ve onayı olmadan kendi başlarına melik ve kethüda tayin etmeleri ve kanunsuz davranışlar içerisine girmeleri, haklarında tahkikat açılmasına ve 16 kişinin hapsedilmeleri gibi istenilmeyen bir sonucun doğmasına sebep olmuştur[122]. 1616 yılında Van şehri Ermenileri Kulican adlı kişinin kendilerine melik olarak tayin edilmesini talep etmişlerdir. Bu istek üzerine Van beylerbeyine ve kadısına gönderilen bir hükümle, adı geçen kişinin melik olarak tayin edilmesinin halka faydası var ise eskiden yapıldığı gibi sicil sureti ve hüccet ile işlemi tamamlayıp hiçbir şekilde kimseden para talep edilmemesi emredilmiştir[123]. Bu belgeden anlaşılacağı üzere, Ermenilerin melik veya kethüda tayinlerinden ilgili yerdeki kadı veya beyin herhangi bir vergi talep etmesi söz konusu değildir. 1616 yılında Van şehri meliki olarak tayin edilen Kulican adlı Ermeni, Van eyaleti valisinin kendisinden borçlanarak alış-veriş yaptığı itibarlı bir tüccardı[124]. Bu örnek de şehrin ileri gelenlerinden birinin melik veya kethüda seçildiğini doğrulamaktadır. Van sancağına bağlı bazı köylerde kethüdaların bulunduğu yolunda da bilgilerimiz mevcuttur. 1577-1578 yıllarında Erçek nahiyesine bağlı Kirdevan köyünde Lale, Vatsan nahiyesine bağlı Kirevanis köyünde Yohanna, Engil köyünde Ohan ve Abayan köyünde Kirikor adlı kişiler köy kethüdası olarak görev yapıyorlardı[125]. XVI-XVII. yüzyıllarda Van gölü çevresinde yaşayan Ermenilerin devletin her bölgesinde olduğu gibi ödemekle mükellef oldukları bir takım özel vergileri vardı. Bunlar ispençe ve cizyedir. İspenç resmi çeşitli araştırmalarda farklı şekillerde tanımlanmıştır. Müslümanlardan alınan resm-i çifte eşdeğer olarak gayrimüslimlerden alınan bir vergi olarak tanımlandığı gibi[126], bennak resmine karşılık geldiği de ifade edilmiştir[127]. Bazı yerlerde, cizye ve ispençenin aynı verginin değişik zamanlardaki adları olduğu da ileri sürülmektedir[128]. XVI. yüzyılda bazı sancaklarda ise, her harâc-güzâr nefer başına yirmi beşer akça ispenç resmi alındığı görülmektedir[129]. XVII. yüzyıla ait bir kanun dergisinde zımmîden alınan baş vergisine ispençe derler şeklindeki kayıtlara da rastlanmaktadır[130]. Van, Bitlis ve Adilcevaz sancaklarında resm-i ispençe-i gebrân adı altında gayrimüslimlerden nefer başına genellikle 25’er akçe alındığı tesbit edilmektedir[131]. Ancak bazı köylerde 30 akçe resm-i ispençe alındığına da rastlanmaktadır. Meselâ, Vatsan nahiyesine bağlı Markis ve ve Melik köylerindeki gayrimüslim reayadan nefer başına 30’ar akçe resm-i ispençe alınmaktadır [132]. Cizye ve harac gayrimüslim halk içinde belli birtakım şartları taşıyan kimselerden kişi başına alınan vergidir. Bu vergi türüne halk arasında harac denildiği ve resmî vesikalarda da zaman zaman bu isimle zikredildiğine rastlanmaktadır[133]. Ancak cizyenin gayrimüslim nüfus üzerine askerî hizmet mukabelesinde tarh olunan bir vergi, bu askerî vazifenin ise harâc olarak adlandırıldığı da ifade edilmektedir. Bu durumda, cizye ödemekle mükellef gayrimüslim reayanın askerî vazifelerine harac, ellerindeki araziye ise haraciye denilmektedir[134]. Büluğ çağına ermiş, iş güç sahibi ve 300 akçelik malı olan her gayrimüslim, cizye vergisini ödemekle mükelleftir[135]. Cizye resmi Osmanlı Devleti’nin her yerinde ve her zaman aynı miktarda alınmamıştır. Meselâ, Kanunî zamanında 60-75 akçe arasında iken IV. Murat’ın saltanatının sonunda 333 akçeye kadar yükselmiştir[136]. Van gölü çevresindeki Ermenilerden alınan cizye vergisinin miktarı da çeşitli zamanlarda farklılık göstermiştir. Özellikle Safevi baskısının yoğun olarak yaşandığı yıllarda, cizye vergisinin azaltılarak alındığına rastlanmaktadır. Adilcevaz sancağında 1556 yılına kadar cizye vergisi nefer başına 35 akçe iken daha sonraki yıllarda 100 akçenin üzerinde toplanmaya başlanmıştır[137]. Van sancağında gayrimüslimlerden alınan cizyenin miktarı 1571 yılında 118 akçe civarındadır. Bu yıllarda Vatsan nahiyesine bağlı Eruh köyündeki 59 nefer gayrimüslimden maktu’ olarak 7 000 akçe resm-i cizye-i gebran alınmaktadır[138]. Bu durumda her nefer ortalama 118.6 akçe cizye vergisi ödemiş oluyordu. Eruh köyündeki cizye tahsilinin maktu’ olarak yapılması sebebiyle, bu miktarı bütün Van sancağı için geçerli kılmak zor olmakla birlikte, diğer yerlerde de aşağı yukarı bu civarda bir vergi alındığını söyleyebiliriz. 1609-1610 (1018) tarihli bir askerî muhasebe kaydında, Van ve çevresinin toplam cizye gelirinin 1608-1609 (H. 1017) yılında 489 626 akçe olduğu görülmektedir[139]. Aynı yıla ait bir başka muhasebe defterinde ise, toplam bir miktar verilmemekle beraber, Padişah hassı içindeki Van cizyesinin 1604-1606 yıllarındaki aynı yerlerden toplandığı belirtilmektedir[140]. Ancak aynı defterde Bitlis sancağı cizye gelirleri verilirken her neferden 112 akçe alındığı da kaydedilmiştir. Bu itibarla Van sancağında da 1608-1609 yılında muhtemelen her neferden 112 akçe civarında cizye vergisi alınıyordu. 1611 yılında Van eyaletindeki Ermeniler Van defterdarı Hamid’e müracaat ederek harâcımız yüzer akçe alınmaz ise cümlemiz firar ve terk-i diyâr itmek mukarrerdir eğer minvâl-i meşrûh üzre istimalet için yüzer akçe alınmağa ferman olunur ise ca-be-ca adamlar gönderüb perakende olanlarımızı yerli yerine getirtip eyâleti şen ve abâdân eylememiz mukarrerdir diyerek haraçlarının nefer başına 100’er akçeye indirilmesini talep etmişlerdir. Bu durum üzerine Van defterdarı Hamid, ordu-yı hümayuna mektûb göndererek, Kızılbaş baskısı ve kargaşası sebebiyle eyaletin harap bir halde olduğunu ve tekrar mamur bir hale getirmek için Ermenilerin istekleri doğrultusunda haraçların 100’er akçeye indirilmesi yolunda emr-i şerîf rica etmiştir. Bu isteğe binaen Van beylerbeyine, kadısına ve defterdarına maliye tarafından emr-i şerîf yazılması hususunda çıkan 21 Nisan 1611 (7 Safer 1020) tarihli bir tezkere ile, Van’da oturanların iki seneye dek yüzer akçe ve başka yerden gelenlerin üç seneye dek yüzer akçe vermesi ve zikrolunan tarihten sonra eskiden olageldiği üzre alınması karara bağlanmıştır[141]. Yukarıdaki tezkere kaydından da anlaşılacağı üzere, Van eyaletindeki Ermenilerin ödedikleri cizye miktarı nefer başına 100 akçenin biraz yukarısındadır. 1611 Nisanı’ndan sonraki 2-3 yıl için bu miktar 100 akçeye düşürülmüştür. Sonuç olarak, incelediğimiz dönemin büyük kısmında, Van eyaletindeki cizyenin nefer başına 100 akçenin üzerinde toplandığı ve bazı zaruretler neticesinde bu miktarın birkaç yıl 100 akçeye düşürüldüğünü söylemek mümkündür. Ermenilerin yaptıkları ticarî, ziraî ve diğer faaliyetleri ile ilgili ödedikleri vergiler konusunda Müslüman ahaliden farklı bir muameleye tâbi tutulmadıkları görülmektedir. 1552 yılında Ahlat ve Adilcevaz çevresindeki Müslümanların uğradıkları büyük maddî ve manevî zarar onların belli bir süre bazı vergilerden muaf tutulması ve bazı vergi indirimleri yapılmasına sebep olmuştur. 1556 yılı tahririne göre Müslüman halkın bir kısmı hububat öşrü ödememekte, hububat öşrü ödemeye muktedir olanlar ise 1/10 oranında bu vergiyi vermekteydiler. Ermeniler ise bu yıllarda hububat öşrünü 1/5 oranında ödemişlerdir. Aynı durum kovan vergisi için de geçerlidir. Bunun yanı sıra bağcılık faaliyetleri ile ilgili olarak hem Müslüman hem Ermeniler için ayrım yapılmadan uzun süreli bir muafiyet uygulaması yapılmıştır[142]. Ermenilerin vergilerini öderken haksızlığa uğramaması ve vergi toplamaya gelen görevlilerin kendilerinden fazla vergi almamaları konusunda devletin titiz davrandığı ve bu konudaki her türlü şikâyeti dikkatle araştırıp Ermeni vatandaşların hiçbir şekilde huzursuz edilmemesi yolunda çeşitli tedbirler aldığı görülmektedir. 1576 yılında Van Ermenilerinin isteği üzerine Van beylerbeyine gönderilen bir hükümle; Van’ın tahrir edilmesinin üzerinden 6 yıla yakın bir zaman geçtiği ve bu sırada harac ödemesi gerekenlerden bir kısmının öldüğü, bir kısmının başka yerlere gitmiş olabileceği, bir kısmının ise buralara yeni gelmiş olabileceği düşüncesiyle, sadece gayrimüslimleri Van tımar defterdarı eliyle tahrir ettirmesi emredilmiştir. Bu işin adaletle yapılması ve tahrir işine memur edilen Hüseyin’in de tahrir âdetidir diyerek kimseden para talep etmemesi özellikle vurgulanmıştır[143]. 1576 yılında tahririn tamamlanmasından sonra, harac toplamakla görevli olan kişilerin eski defterlere göre muamele yapmamaları ve yeni tahrir sonuçlarına göre tertip edilmiş cizye defterlerini esas almaları istenmiştir. Cizye gelirleri Padişah hassı içerisinde olduğu için Van beylerbeyliğinin bağlı bulunduğu Diyarbakır defterdarlığı bu konuda muhatap alınmıştır. Van, Bitlis, Muş, Adilcevaz ve Bargiri sancaklarında harac toplamaya gelen görevlilerin, ölü ve kayıpları defterden düşmeyip sadece yeni gelenleri yazıp ona göre tahsilata kalkıştıklarından yakınan bir grup Ermeni Van beylerbeyine bizzat müracaat etmişler, bu durum Van beylerbeyi Hüsrev Paşa tarafından bir mektup ile merkeze arz edilmiştir. Bunun üzerine 1577 yılında Diyarbakır beylerbeyi ve defterdarına gönderilen hükümlerle; harac toplamak için merkezden gönderilen veya kendileri tarafından oradan görevlendirilen kişilerin hiçbir şekilde halka baskı yapmamaları, yapan varsa adlarını yazıp bildirmeleri veya kendilerinin bu konuda en ufak bir ihmalleri olursa şiddetle cezalandırılacakları konusu dile getirilmiştir[144]. Van şehrinde bulunan Ermeni halk 1610 yılı Kasım ayında merkeze bir arz göndererek, muhafaza hizmetinde olan askerlere un ve arpa vermelerinin kendilerinden bir ferman ile istendiğini, ancak 1 000 kile unu verip hudutta bulunmaları ve fakir olmaları sebebiyle, arpa vermeye kudretlerinin yetmediğini bildirerek bundan böyle serhad gazileri için kendilerinden un, arpa ve zahire talep edilmemesini istemişlerdir. 28 Kasım 1610 tarihinde Van beylerbeyine ve kadısına gönderilen bir hükümle, Ermenilerin 1 000 kile unu verdikten sonra, kendilerinden arpa ve zahire istenmemesi, bu sebeple asla rencide edilmemeleri ve daima himaye edilmeleri emredilmiştir[145]. Van ve çevresinin 1604 yılından itibaren Safeviler tarafından baskı altında tutulması Van’ın muhafazası için birtakım tedbirlerin alınmasını gerektirmiştir. Devletin sınırdaki kaleleri tamir edip içlerine yeteri miktarda asker ve cephane koyarak tahkim ettiği bilinmektedir. Ancak alınması gereken en önemli tedbirlerden birisi de halkı burada tutmak ve göç etmelerini önlemektir. Van ve çevresinde yaşayan halkın 1604 yılından başlayıp 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın yapıldığı tarihe kadar yine huzursuz bir dönem geçirdiği görülür. Kızılbaş baskısının yanı sıra İran seferine gidip gelen orduların verdikleri maddî zarar da göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Bu yıllarda Celâlî hareketi denilen eşkıyalık faaliyetleri, oluşan enflasyona karşılık idareci sınıfın has gelirlerinin aynı kalması ve içine düştükleri maddî sıkıntı sebebiyle halktan usûlsüz vergi toplamaya kalkışmaları halkı tedirgin eden diğer unsurlar olarak ifade edilebilir. Belirttiğimiz bu olumsuz şartlar sadece Ermenileri değil, elbetteki Türk-Müslüman halkı da derinden etkiliyordu. Meselâ nezil zahiresi mükellefiyeti sadece gayrimüslim unsurlara ait değildi. Hatta yukarıda verdiğimiz örnekteki gibi bir hoşgörüye muhatap kalmadıklarını düşünüyoruz. Türk-Müslüman halkın bu zahireleri vermeme gibi bir teklifleri de zaten yoktu. 1611 yılında Ermeniler yine Kızılbaş baskısı ve mevcut yerlerinin harap olmasını söyleyip terk-i diyar edeceklerini ileri sürerek cizyelerinin 2-3 yıl süreyle 100 akçeye düşürülmesi tekliflerini kabul ettirmişlerdir[146]. Aynı yıl Müslümanlar ve Ermeniler birlikte Van Divanı’na müracaat ederek iltizama verilen bağ vergilerini aynı bedelle kendileri almayı teklif etmişler bu teklif de kabul edilerek 17 Aralık 1610 tarihinden geçerli olmak üzere bağları bizzat kendileri iltizama almışlardır[147]. 1636 Ağustosu’nda Van Kalesi’nin tamire muhtaç olan yerlerinin tamir edilmesi, etrafındaki hendeklerin genişletilmesi ve kalenin iki köşesinden göle kadar kanal açılıp hendeklerin su ile doldurulmasına karar verilmiştir. Bu işin kış mevsimi gelmeden bitirilmesi için Van eyaletinde olan Müslim-gayrimüslim halk el birliği ile çalışmışlardır[148]. 1615-1616 yıllarında devletin genelinde görülen bir idarî zaafiyet Van ve çevresinde de yaşanmaktadır. Bu yıllarda Van ve çevresindeki ahaliden vergilerini beylerbeyine vermek zorunda olan yani beylerbeyi reayası olanlar; beylerbeyilerin ve onlar adına vergi toplamaya çıkan subaşıların kendilerinden haksız yere vergi aldıklarını, vergi oranlarını kanunsuz olarak yükselttiklerini, vergi sistemi içerisinde yer almayan bazı vergiler uydurarak para talep ettiklerini, bu ve buna benzer daha birçok usûlsüz işler yaparak kendilerine zulüm ve baskı yaptıklarını merkeze gönderdikleri arzlarla bildirmişlerdir. Bu yıllarda Van beylerbeyi olup muhafaza hizmetinde bulunan vezir Mehmed Paşa’nın halka bu anlamda hiç de iyi davranmadığı gönderilen şikâyetlerin çokluğundan anlaşılmaktadır. Ermeniler ve Müslümanlar tarafından yapılan bu şikâyetler devlet tarafından Mehmed Paşa muhatap alınmadan, eski Van beylerbeylerinden olup emekli olan Hacı Mustafa Paşa ve Van kadısı tarafından takip edilerek gerekli soruşturma ve incelemeler yapıldıktan sonra Mehmed Paşa bu tür işlerden men edilmiş, kısa bir süre sonra da görevden alınmıştır[149]. İdarecilerin halka yaptıkları kanunsuz davranışlar karşısında Müslim-gayrimüslim halkın birlikte hareket ettiklerine dair bir başka örnek de şöyledir: Adilcevaz sancakbeyi Haydar Bey’in hukuka aykırı davranışlar içerisine girip halka zulüm ve baskı yaptığı Adilcevaz uleması ile Türk-Müslüman ve Ermeni halkın birlikte merkeze gönderdikleri arzlar ile duyurulmuştur. Bunun üzerine Erciş sancakbeyi Hasan ile Amid ve Bitlis kadılarına gönderilen 9 Mayıs 1560 tarihli bir hükümle, olayı etraflıca araştırıp bir rapor ile merkeze arz etmeleri istenmiştir[150]. Van şehrinde kale içinde oturan Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin Van Kalesi’ni ele geçirmesinden itibaren haraclarına bedel olarak kalenin burçlarına yağan karların süpürülmesi işini yüklenmişlerdir. Bu iş için her mahalleden birkaç süpürücü tayin edilmiştir. 1565 yılında bu hizmeti görmemek hususunda bir şekilde merkezden izin almışlar ve bu iş kale azeblerinin üzerine kalmıştır. Van beylerbeyi merkeze bir arz göndererek, birçok hizmeti yapmakla mükellef olan kale azeblerinin burçlara yağan karları da süpürmelerinin onların zor durumda kalmalarına sebep olacağı ve bu işin eskiden olduğu gibi yine Ermenilere yaptırılması konusundaki teklifi uygun görülerek kale burçlarına yağan karların Ermeniler tarafından süpürülmesi kararlaştırılmıştır[151]. XVI ve XVII. yüzyıllarda Ermenilerin başlangıçta uygun bulunmasına rağmen sonradan kabul görmeyen tek istekleri budur. Toplum hayatında her zaman ideal davranışların olmadığı, insanların zaman zaman kişisel veya toplu olarak bir takım kanunsuz işlere başvurdukları da bilinmektedir. Van gölü çevresindeki Türk ve Ermenilerin bazen ortak olarak kanunsuz bazı davranışlar sergilediklerine de rastlanmaktadır. Bu tür davranışlar ile ilgili birkaç örnek olayımız ise şöyledir. Van şehrinde ve yakın köylerde oturan Ermenilerden yaklaşık 20 kişilik bir grup, birkaç Müslümanla birlikte 1565 yılında eşkıyalık hareketlerinde bulunmuşlardır. Bunlar Van çevresindeki köylere adamlar göndererek tereke öşrü, bağ hakkı, bac-bâzâr, adet-i ağnam ve sair vergileri kaldırdık diye ahaliyi yoldan çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kendilerine tâbi olmayanları mahkeme ederek şehir içinde uygunsuz davranışlar sergilemişlerdir. Bunların elebaşı olan 13 kişinin haklarından gelinmesi konusunda 1565 yılında Van beylerbeyinin yazdığı mektuba cevaben, sadece elebaşların yakalanarak hak ve adaletle durumu araştırıp suçları sabit olursa haklarından gelinmesi emredilmiştir. HBu kişilerin bir kısmı İstanbul’da yakalanarak ele geçirilmiş ve bu tür hareketlere yeltenen daha başkaları var ise ve suçları da mahkeme sonucunda sabit olmuş ise hapsedilerek sicil suretlerinin merkeze gönderilmesi ve Müslümanların da şahitliklerine başvurup durumu doğru bir şekilde arz etmeleri Van beylerbeyi ve kadısından 10 Mayıs 1565 tarihli bir hüküm ile istenmiştir[152]. Bu olaydan sonra bir kısım Ermeniler merkeze giderek olayların Van beylerbeyi ve kadısının arz ettikleri gibi olmadığını ifade etmeleri üzerine, Diyarbakır beylerbeyine ve kadısına gönderilen 28 Eylül 1565 tarihli hükümle, olayı iyice araştırıp kimin haklı kimin haksız olduğunu bildirmeleri emredilmiştir[153]. 1560 yılında Filibe’de yankesicilik yaptıkları gerekçesiyle yakalanan 18 kişinin bir kısmı Haleb, Şam, Hama ve Kara Amid Müslümanları’ndan; bir kısmı ise Bitlis, Akşehir, Karahisar, Tokat ve Trabzon Ermenilerindendir[154]. Sonuç Van gölü çevresindeki Türkler ve Ermeniler birlikte yaşamayı; ortak savunma, ortak tavır belirleme, ortak üretme, ortak tüketme veya ortak menfaat üzerine bina etmişlerdir. Bu anlayış sebebiyle, Van gölü çevresinde yaşayan Ermeni halkın XVI-XVII. yüzyıllarda gerek devlet gerekse Türk-Müslüman nüfus ile yaşadığı hiçbir problem yoktur. İbadetlerini kendi dinî müesseselerinde hiçbir baskı altında kalmadan rahatça yapıyor, kiliselerini tamir edebiliyor hatta yenisine ihtiyaç varsa yeni kiliseler bina edebiliyorlardı. Türk-Müslüman halkın Ermeniler ile birlikte yaşama konusunda olumsuz bir tavır içerisine girdiklerine rastlanmamıştır. Adilcevaz’daki Kilise mahallesinde Cihanşah Mescidi’ne, Van’daki Ulu Camii mahallesinde kiliseye rastlamak mümkündü. Van şehrindeki Kızıl Cami’ye ibadete giden halk Ermeni evlerinin arasından, İskele Kapısı mahallesindeki Ermeniler ise birkaç Müslüman mahallesinden geçerek Çifte Kilise’ye gidebiliyorlardı. Aynı mevkideki mezarlıklara defnediliyorlardı. Türk-Müslüman halk Van gölünde ancak bir Ermeninin teknesi ile seyahat edebiliyordu. Bargiri ve Ahlat’taki Bend-i Mahi’lerde yakalanan balıklar tuzlanmış bir şekilde Ermeni bir tüccarın Van pazarındaki tezgâhına geliyor, buradan satın alınarak sofraları süsleyebiliyordu. Türkler; ayaklarına giydiği pabucunu, evine serdiği kilimini, eşine veya kız çocuğuna elbise diktirmek için kadife kumaşını ve mutfak eşyasını Ermeni tüccarlardan alıyordu. Şıyrek Ermeni bağlarının üzümünden yapılan şırayı afiyetle içiyor, Ermeni bir mimarın yaptığı köprüden geçiyor, onun bina ettiği kalede yaşıyor, Ermeni gümrük emini ile muhatap oluyordu. Van Kalesi’ndeki denizci azebler, martolos Ermenilerle birlikte Van gölünde devriye geziyordu. Çan sesinden Türk-Müslüman, ezan sesinden Ermeni rahatsız olmuyordu. Ortak yaşama ve savunma şuuru ile kalesini, surunu, kalesinin etrafındaki hendeğini el ele birlikte yapıyor veya onarıyorlardı. Daha da ilerisi eşkıyalığı ve yankesiciliği bile birlikte yapıyorlardı. Devlet-halk münasebetlerinde her iki toplum içlerinden seçtikleri kişiler vasıtasıyla haklarını savunuyorlardı. Beylerbeyini veya sancakbeyini birlikte merkeze şikâyet edebiliyor hatta görevden aldırabiliyorlardı. Mahkemede eşit şartlarda yargılanıyor, şahitlik yapabiliyor, suçlu ise aynı hapishanede birlikte yatıyor, aynı yere sürgün ediliyor, aynı suçtan aynı cezaya çarptırılıyorlardı. Van beylerbeyi Ermeni bir tüccardan borçlanarak alışveriş yapmakta beis görmüyordu. Türk-Müslüman halk Ermeni halkın servet sahibi olmasından rahatsızlık duymuyordu. Bu konuda hiçbir şikâyeti yoktu. [4] Yaklaşık 40 000 Ermeni ailesi. [27] Hane ve mücerredleri belirtilmeden sadece nefer olarak kaydedilen Ermeni mükelleflerin temayüle uygun olarak 2/3’ü evli, 1/3’ü bekâr kabul edilmiş; evli mükelleflerin 5 kişilik bir aileden oluşabileceği kabul edilerek 5 ile çarpılmış, çıkan rakama bekârlar ilâve edilerek tahminî bir nüfusa ulaşılmıştır. [55] Baş vergisinden muaf halk, vakıf görevlileri ve askerler hariç. [111] 75-90 cm. arasında değişen bir uzunluk ölçüsü birimidir. Çarşı zira’ı ve mimarî zira’ı olarak adlandırılan çeşitleri vardır.
Kaynak: © Erciyes Üniversitesi 2006
XVI-XVII. Yüzyillarda Van Gölü Çevresinde Ermeni Varlığı Ve Türk-Ermeni İlişkileri
* Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi; E-mail: okilic@firat.edu.tr; Tel: 0 424 237 00 00-3691.
[1] Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s.154.
[2] Azmi Süslü, Fahrettin Kırzıoğlu, Refet Yinanç, Yusuf Hallaçoğlu, Türk Tarihinde Ermeniler (Temel Kitap), Kars Kafkas Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Ankara 1995, s.68-69; Nejat Göyünç, “Van”, İslâm Ansiklopedisi, C. 13, MEB Yayını, İstanbul 1986, s.198.
[3] Göyünç, a.g.m., s.198.
[5] Göyünç, a.g.m., s.198; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklulur Dönemi (Başlangıçtan 1086’ya Kadar), Ankara 1988, s.20; Süslü, Kırzıoğlu…, a.g.e., s.79.
[6] Süslü, Kırzıoğlu…, a.g.e., s.79.
[7] Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Genişletilmiş 2. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul 1987, s.76-77.
[8] Sevim, Anadolu’nun Fethi, s.25-30.
[9] Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.I, Çeviren Fikret Işıltan, Ankara 1989, s.47; Sevim, a.g.e., s.33.
[10] Sevim, Anadolu’nun Fethi, s.42.
[11] Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s.86; Bahaeddin Ögel, Hakkı Dursun Yıldız, Fahrettin Kırzıoğlu, Mehmet Eröz, Bayram Kodaman, M. Abdulhalûk Çay, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, 2. Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1986, s.21.
[12] Van gölü çevresinin Osmanlı öncesi siyasî tarihi hakkında geniş bilgi için bkz. Orhan Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van, Van Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yayınları, Ankara 1997, s.1-18; Kılıç, XVI.Yüzyılda Adilcevaz ve Ahlat (1534-1605), Tamga Yayıncılık, Ankara 1999, s.1-12.
[13] Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Ankara 1990, s.5. Selçuklu-Ermeni ilişkileri için ayrıca bkz. Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, TTK Yayını, Ankara 1983.
[14] Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I, Ankara 1988, s.24-25. Ermeniyye tabirinin tarihî gelişimi hakkında geniş bilgi için bkz. Süslü, Kırzıoğlu…, a.g.e., s.11-14.
[15] Turan, s.84; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Çeviren Yıldız Moran, İstanbul 1979, s.63.
[16] Turan, s.87; Cahen, s.63.
[17] Halil Kemal Türközü, Türkmen Ülkesi (Doğu Anadolu) Adı ve Emperyalizmin Etkileri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1985, s.8.
[18] Meselâ, 8 Ekim 1567 tarihinde Van beylerbeyine yazılan hükümde; yukaru canib ahvali ve sahih ihbârı i’lâm etmesi ve gaflette bulunmaması isteniyordu. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme Defteri (MM), Defter No: 7, s.124, Hüküm No: 317.
[19] Türközü, a.g.e., s.8-9.
[20] Van eyaletinin XVI-XVIII. yüzyıllarda sancak bazındaki idarî taksimatı hakkında geniş bilgi için bkz. Kılıç, “Van Eyaletine Bağlı Sancaklar ve İdarî Statüleri (1558-1740)”, Osmanlı Araştırmaları (The Journal of Ottoman Studies) XXI, İstanbul 2001, s.189-210.
[21] Ahlat, 1540 ve öncesinde Bitlis sancağına bağlı bir nahiyedir. Bkz. Mehmet Öz, “XVI. Yüzyılda Bitlis Sancağı: Yönetim, Nüfus ve Vergilendirme”, IX. International Congress of Economic and Social History of Turkey, Dubrovnik-Croatia, 20-23 August 2002, s.34-35; Öz, “Otoman Provincial Administration in Eastern and Southeastern Anatolia: The Case of Bidlis in the Sixteenth Century”, International Journal of Turkish Studies, IX/1-2, Summer 2003, s.151-152.
[22] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdat No: 305, 1719-1720 (H. 1132), vr. 224/b, 257/a.
[23] Jean-Babtiste Tavernier, Les Six Voyages en Turqie, en Perse et Aus Indes, C. 1, Paris 1682.
[24] H. F. B. Lynch, Armenia Travels and Studies, Vol. II, London, New York and Bombay 1901, s.412.
[25] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.141-142; Emine Altunay, 1540 (H. 947) Tarihli Tahrir Defterine Göre Bitlis Sancağı, Basılmamış Yüksek Lisan Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Eğitimi Anabilim Dalı, Samsun 1994, s.38.
[26] Bu defterler şunlardır: BOA, TapuTahrir Defterleri (TTD), Defter No: 189, 413, 297; Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi (TKGMA), Kuyud-ı Kadime Defterleri (KKD), Defter No: 109.
[28] Van beylerbeyine ve defterdarına maliye tarafından emr-i şerîf yazılması için çıkan 21 Nisan 1611 (7 Safer 1020) tarihli bir tezkereden, Van defterdarının merkeze bir arz göndererek Van eyaleti reayasının hepsi yerli yerine geldiğinde defter mucebince 23 000’den fazla olduğunu, ancak Kızılbaş baskısı ile çoğunun buraları terk ettiğini bildirdiği tespit edilmektedir. BOA, Maliyeden Müdevver Defterleri (MAD), Defter No: 3260, s.99.
[29] BOA, Tapu Tahrir Defterleri (TTD), Defter No: 730, s.2. Bu sancakların toplam neferi Adilcevaz sancağı da dahil olmak üzere 5 661’dir. Ancak aynı defterdeki ispençe gelirlerinden Adilcevaz sancağındaki Ermeni vergi nüfusu 1 680 nefer olarak tespit edildiği için Adilcevaz sancağı zikredilen üç sancaktan ayrılmıştır. BOA, MAD, Defter No: 3443, s.142-143.
[30] Arşiv kaynakları ve seyahatnamelere dayalı olarak yapılan değerlendirmeler sonucu ulaşılan tahminî nüfustur. Bkz. Kılıç, Van, s.256.
[31] BOA, MAD, Defter No: 4659, s.11.
[32] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 10/b-98/b; Altunay, a.g.t., s.36-55.
[33] BOA, MAD, Defter No: 4659, s.9. Toplam cizye geliri 649 600 akçe olup nefer başına 112 akçe haraç alınmaktadır. Bu durumda 5 800 nefer Ermeni vergi mükellefi vardır.
[34] BOA, MAD, Defter No: 3443, s.143.
[35] BOA, TTD, Defter No: 189, s.1; Altunay, a.g.t., s.34.
[36] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 2/b-9/b.
[37] BOA, TTD, Defter No: 297, s.3.
[38] BOA, TTD, Defter No: 297, s.3.
[39] BOA, TTD, Defter No: 730, s.44. Bu tarihte Adilcevaz sancağının toplam ispençe geliri 42 000 akçe olarak kaydedilmiştir. Hiçbir artış olmadığını dikkate alarak her haraç-güzâr neferden 25’er akçe ispençe alındığını farzederek 1 680 neferlik bir vergi nüfusuna ulaşılmıştır.
[40] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 110/b.
[41] BOA, TTD, Defter No: 297, s.7, 11.
[42] BOA, TTD, Defter No: 189, s.14. Bu tarihte Ahlat’taki Müslüman nefer sayısı 94’tür.
[43] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 91/b.
[44] BOA, TTD, Defter No: 297, s.27.
[45] Süslü, Kırzıoğlu…, Türk Tarihinde Ermeniler, s.109.
[46] Kılıç, Van, s.255-257.
[47] Kılıç, Van, s.253-257; Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.136-149.
[48] Van Tarihi ve Kürtler Hakkında Tetebbuat, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul 1928, s.92.
[49] Walter Bachman, Kirchen und Moscheen in Armenien und Kurdistan, Leipzig 1913, s.31-33; Lynch, a.g.e., s.80.
[50] Süslü, Kırzıoğlu…, Türk Tarihinde Ermeniler, s.114-115.
[51] Kılıç, Van, s.17, 73-74. Şeref Han’a gönderilen 17 Mart 1578 (8 Muharrem 986) tarihli bir hüküm ile, Bitlis’in kendisine inayet olunduğu, hiç beklemeden Kızılbaş ile alâkasını kesip evlâd, ahfad ve tevabi’i ile sancağına dahil olması istenmişti. Bkz. BOA, MM, Defter No: 32, Hüküm No: 185.
[52] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 2/b-9/b; Altunay, a.g.t., s.34; Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 224/b.
[53] Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri I (1578-1590), İstanbul 1962, s.65-66.
[54] Kılıç, Van, s.21-22; Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.140-141.
[56] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 91/b.
[57] BOA, TTD, Defter No: 3, s.351, Hüküm No: 1039.
[58] Kütükoğlu, a.g.e., s.7.
[59] BOA, TTD, Defter No: 3, Hüküm No: 1422; Defter No: 4, Hüküm No: 1175 (Zikreden Kütükoğlu, a.g.e., s.8.).
[60] Van beylerbeyine gönderilen 4 Haziran 1560 (10 Ramazan 967) tarihli hüküm. BOA, TTD, Defter No: 3, 409/1221.
[61] Van beylerbeyine gönderilen 6 Mart 1566 (14 Şa’ban 973) tarihli hüküm. BOA, TTD, Defter No: 5, 429/1142.
[62] Kütükoğlu, a.g.e., s.9. Bu sırada Van’dan da Kıbrıs’a sürgünler olmalıdır ki, Kıbrıs beylerbeyine gönderilen 3 Kasım 1579 (13 Ramazan 987) tarihli bir hükümde, Van’dan Kıbrıs’a sürgün edilen 14 kişiden 11’inin iklimle uyuşmayarak, ölmüş olmalarından dolayı sağ kalan 3 kişinin serbest bırakılması istenmiştir. Bkz. BOA, TTD, Defter No: 40, 246/568.
[63] Van beylerbeyine gönderilen 19 Haziran 1574 (28 Safer 982) tarihli hüküm. BOA, TTD, Defter No: 26, 29/78.
[64] Kılıç, Van, 254.
[65] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.147.
[66] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.147.
[67] BOA, MAD, Defter No: 3260, s.99.
[68] Göyünç, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, İstanbul 1983, s.49.
[69] Tavernier, a.g.e., s.307.
[70] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 257/a.
[71] Hüseyin Çelik, “1915 Görgü Tanıklarınca Van ve Çevresinde Ermeni Olayları”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, MEB Yayını, Yıl 4, S. 38, Ankara Nisan 2003, s.9-10.
[72] BOA, TTD, Defter No: 81, s.93.
[73] BOA, TTD, Defter No: 2, s.2, Hüküm No: 13.
[74] BOA, MAD, Defter No: 4822, s.2; Defter No: 6440, s.2-3; Defter No: 7425, s.56-58.
[75] Şerafettin Turan, “Osmanlı Teşkilâtında Hassa Mimarları”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 1, S. 1, Ankara 1963, s.202.
[76] BOA, Kepeci Tasnifi, Defter No: 215, s.152.
[77] BOA, TTD, Defter No: 14, s.590, Hüküm No: 841.
[78] Evliya Çelebi de Van gölünde 50 civarında gemi olduğunu ve kaleden kaleye tüccarları taşıdığını söylemektedir. Bkz. Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 238/a.
[79] Kılıç, Van, s.285-286.
[80] BOA, TTD, Defter No: 730, s.2.
[81] Çelik, a.g.e., s.10.
[82] Tavernier, a,g.e., s.307.
[83] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 237/b.
[84] BOA, TTD, Defter No: 81, s.60.
[85] BOA, MAD, Defter No: 3443, s.143.
[86] Kılıç, Van, s.153.
[87] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 259/a.
[88] BOA, MAD, Defter No: 3260, s.71.
[89] Kılıç, Van, s.278.
[90] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1983, s.410; Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bulgarlar ve Voynuklar, TTK Yayını, Ankara 1986, s.8-9. Martoloslar hakkında geniş bilgi için ayrıca bkz. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul 1990.
[91] BOA, TTD, Defter No: 32, s.303, Hüküm No: 554.
[92] Bachman, a.g.e., s.31-33.
[93] TKSMA, Belge No: E. 9487. (Van şehri resmi)
[94] Lynch, a.g.e., s.112-116; Bachman, a.g.e., s.33-40.
[95] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 285/b.
[96] BOA, Ruznamçe 501.
[97] Bkz. Hrand D. Andreasyan, “Aktamar Kilisesi”, İÜEFTD, C. XVI, S. 21, İstanbul 1961, s.77.
[98] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 281/a.
[99] BOA, Ruznamçe 501.
[100] Tavernier, a.g.e., s.308.
[101] BOA, TTD, Defter No: 730, s.4, 12, 14, 19; Ruznamçe 206, s.278; Ruznamçe 501; Ruznamçe 85; DBŞM 167, s.18-21; A. DVN., Dosya No: 4, Belge No: 13; TKGMA, KKD, Defter No: 343, vr. 1/b, 30/a;
[102] Altunay, a.g.t., s.115.
[103] Kılıç, 730 Numaralı Van, Adilcevaz, Muş ve Bitlis Livaları Tımar İcmal Defteri (I. Ahmet Dönemi), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ 1989, s.264.
[104] BOA, TTD, Defter No: 297, s.69.
[105] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.234-235; BOA, TTD, Defter No: 297, s.30, 46; Defter No: 730, s.56.
[106] BOA, TTD, Defter No: 6, s.513, Hüküm No: 1120-1121.
[107] BOA, A. DVN, Dosya No: 4, Belge No: 13.
[108] BOA, TTD, Defter No: 62, s.95, Hüküm No: 209.
[109] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, v. 257/a.
[110] Van Tarihi ve Kürdler Hakkında Tetebbuat, s.92 ; Lynch, a.g.e., s.80 (Van planı).
[112] BOA, TTD, Defter No: 46, 226/493.
[113] Van Tarihi ve Kürdler Hakkında Tetebbuat, s.92.
[114] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 259/a; VGMA, Anadolu Sadis No: 592, s.249, Sıra No: 183.
[115] TKGMA, KKD, Defter No: 109, vr. 2/b-9/b; Altunay, a.g.t., s.34.
[116] Evliya Çelebi, Seyahatname 3-4, vr. 224/b.
[117] BOA, TTD, Defter No: 297, s.69; TKGMA, KKD, Defter No: 202, vr. 53/a.
[118] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. 2, 2. Baskı, Ankara 1979, s.41.
[119] XIX. yüzyılda kethüdaların kadının huzurunda yapılan bir seçimle şehrin ileri gelenlerince seçildiği belirtilmektedir. Bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, TTK Yayını, Ankara 1991, s.41.
[120] BOA, Kepeci Tasnifi Ruus, Defter No: 211, s.77.
[121] BOA, Kepeci Tasnifi Ruus, Defter No: 219, s.66.
[122] BOA, TTD, Defter No: 6, s.513, Hüküm No: 1120.
[123] BOA, TTD, Defter No: 81, s.88/3.
[124] BOA, TTD, Defter No: 81, s.93.
[125] TKGMA, KKD, Defter No: 202, vr. 1-27.
[126] Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Reayadan Alınan Vergi ve Resimler”, AÜDTCF Dergisi, C. V, Ankara 1947, s.507.
[127] Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu”, Belleten, C. XXIII, S. 92, TTK Yayını, Ankara 1959, s.604.
[128] Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s.115.
[129] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı, TTK Yayını, Ankara 1989, s.132.
[130] Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, C. LV, S. 213, Ankara 1991, s.386.
[131] Kılıç, Van, s.295-296; Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.214-215; Altunay, a.g.t., s.82. Bu verginin genellikle bütün Anadolu sancaklarında 25’er akçe olarak alındığı görülmektedir. Bkz. Ünal, a.g.e., s.132-133; Ahmet Nezihi Turan, XVI. Asırda Ruha (Urfa) Sancağı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümü, Ankara 1993, s.12; Yediyıldız, a.g.e., s.115. Ancak XVI. yüzyılda Macaristan’da resm-i kapu adı ile iki taksitte 50 akçe olarak tahsil edildiğine de rastlanmaktadır. Bkz. Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler”, s.387.
[132] KKD, Defter No: 202, v. 1/b-10/b.
[133] Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Ödedikleri Vergiler”, s.371.
[134] Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, Kısım 1, Dersaadet 1328, s.21-23.
[135] Çağatay, a.g.e., s.493-494.
[136] Ünal, a.g.e., s.133.
[137] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.218.
[138] TKGMA, KKD, Defter No: 202, vr. 32/a.
[139] BOA, MAD, Defter No: 16366, s.110.
[140] BOA, MAD, Defter No: 4659, s.9.
[141] BOA, MAD, Defter No: 3260, s.99.
[142] Kılıç, Adilcevaz ve Ahlat, s.208-211.
[143] BOA, TTD, Defter No: 27, s.250, Hüküm No: 579.
[144] BOA, TTD, Defter No: 29, s.218, Hüküm No: 501; Defter No: 31, s.174, Hüküm No: 392.
[145] BOA, TTD, Defter No: 79, s.412, Hüküm No: 1030.
[146] BOA, MAD, Defter No: 3260, s.99.
[147] BOA, MAD, Defter No: 3260, s.77.
[148] BOA, TTD, Defter No: 86, s.26.
[149] BOA, TTD, Defter No: 81, s.43, 44, 45, 143, 144; Kılıç, Van, s.150-154.
[150] BOA, TTD, Defter No: 3, Hüküm No: 1095.
[151] BOA, TTD, Defter No: 6, s.464, Hüküm No: 1003; s.475, Hüküm No: 1029.
[152] BOA, TTD, Defter No: 6, s.331, Hüküm No: 698; s.513, Hüküm No: 1120.
[153] BOA, TTD, Defter No: 5, s.123, Hüküm No: 286.
[154] BOA, TTD, Defter No: 3, Hüküm No: 1101.
Labels: Erciyes Üniversitesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder