Erguvanlarla başlamıştı bu büyük aşk bir caninin kurşunuyla yarım kaldı Salı sabahı Halaskargazi Caddesi’nde Hrant Dink’i uğurlamak için toplanan on binler, Türkiye ve Ermenistan’ın tüm kentlerinde ekran başında toplanan milyonlar, soluğunu tutup onun konuşmasını dinledi.
"Sevdiklerinden, çocuklarından, torunlarından, kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın sevgilim" diyordu Rakel Dink. Aşk mektubu gibi yazdığı veda konuşmasında eşi Hrant’ı anlattı, önyargıları sorguladı, bir arada yaşamanın önemini hatırlattı ve her sözcüğünde kaybettiği eşine sevgisini haykırdı. Gözyaşlarıyla dinledi milyonlar. Sözleri gazetelere manşet oldu. 35 yıllık bir aşktı dakikalara sığdırdığı. Ve roman olacak kadar etkileyiciydi her sayfası.
Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nden arkadaşıyla çıkıp kestirme yoldan Gedikpaşa’ya yürüyen genç adam, yanındakine döndü. "Bir yerlerden erguvan kokusu geliyor" dedi. "Yahu oğlum sallıyorsun, erguvanın kokusu olmaz ki" diye itiraz etti arkadaşı. Köşeyi döner dönmez, bir medresenin bahçesinde çiçeklerle süslenmiş cılız bir erguvan ağacıyla karşılaştılar. Genç adam ellerini kaldırıp "Bak işte erguvan, İstanbul’a bahar geldi" diye haykırdı. Koltuğunun altından düşüp kaldırıma saçılan kitapları toplamasına yardımcı olan arkadaşı, "Erguvan kokusunu duyan dünyadaki tek insan sensin herhalde" diye söylenmeye başladı. Ardından, medresenin duvarına tırmanıp çiçekli küçük bir dal kopardı. Yoldan çevirenlere koklattı. İstisnasız hepsi, koku duymadığını söyleyip yoluna devam etti. "Yahu ne yapayım, ben duyuyorum bir koku işte" diye diretti genç adam. İki arkadaş, yolun çatalına geldiklerinde birbirleriyle şakalaşarak ayrıldı. 1972 baharıydı. /_newsimages/2789551.jpg
Erguvanların kokusunu duyan adam, yokuşu bitirip Ermeni Yetimhanesi’nin bahçesine girdi. Top koşturan çocuklar "ahbarik, ahbarik" diye seslendi. "Ağabey" çocukların yanına koştu, birlikte top oynadılar. Ardından öksüzleri etüde soktu. Tam bu sırada Müdür Hrant Güzelyan’ın sesi geldi: "Hrant sana telefon var, patrikhaneden arıyorlar." Telefondaki görevli "Baba seni çağırıyor, çabuk buraya gel" deyip telefonu kapattı. Çağıran, Hrant Dink’in manevi baba kabul ettiği Ermeni Patriği Şinorhk Kalustyan’dı.
Sivaslı bir anne ve babanın ilk çocuğu olarak 1954’te Malatya’da doğmuştu Hrant Dink. Birkaç yıl arayla iki kardeşi daha olmuş, 1960’ta İstanbul’a göçmüşlerdi. Annesiyle babası ayrılmış, üç kardeş soğuk bir kış günü bu yetimhanenin kapısına bırakılmıştı.
Dink, İncirdibi İlkokulu’nda eğitime başlamış, ortaokulu Bezciyan’da okumuş, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank’ta yatılı tamamlamıştı. Yetimhaneye bırakıldıktan sonra aileden kimse gelmemişti ziyaretine. İlkokul üçüncü sınıftayken, bir gün yetimhanede Noel kutlaması yapılmıştı. Diğer çocuklara yakınları kucak dolusu hediye getirmişti. Dink Kardeşler’in ziyaretçisi yoktu. Birbirlerine sarılıp, bir köşede ağladıklarını gören dönemin Ermeni Patriği Şinorhk Kalustyan, yanına gelmiş, çocukları sevmişti. Hrant’ın kulağına eğilip "Bak oğlum sen büyüksün, davranışlarına dikkat etmelisin. Bundan sonra ben senin babanım, sen de kardeşlerine babalık yapacaksın" demişti.
DAĞLARIN TEPESİNDE RAKEL’LE İLK KARŞILAŞMA
Patriğin çağırdığı o gün bir solukta Patrikhane’ye gitti Dink. Patriğin kapısında şalvarlı, poşulu köylülerle karşılaştı. Odasına girdiğinde Patrik Kalustyan, bekleyenlerin Silopi’den geldiklerini anlattı. Tehcirde büyük bölümü ortadan kaybolan Ermeni Varto Aşireti’nin üyesiydiler. Dağda yaşıyor, Kürtçe konuşuyorlardı. Ermenice ve Türkçeleri üç beş sözcükten ibaretti. Önce Patrikhane’ye para kopartmak için geldikleri sanılmıştı. Buna çok alınan köylüler kemerlerinden çıkardıkları birkaç altını vermek istemiş, bu arada taleplerini dile getirmişlerdi: "Bize bir papaz verin. Köye götürelim. Bizi vaftiz etsin, nikahlarımızı kıysın. Sonra geri getirelim." Patrik, Hrant Dink’in papazla birlikte gitmesini istiyordu.
Ertesi sabah Kurtalan Ekspresi’yle yola koyuldular. Köylüler biraz mutsuzdu. 12 kişi İstanbul’a gelmiş, geri dönerken papazla birlikte İsa’nın son yemeğindeki havariler gibi 13 kişi olacaklarını hesaplamışlardı. Aralarına Hrant katılmış, 14’üncü olmuş, planlarını bozmuştu. Dört gün sonra Silopi’ye, ardından 30 kilometre ötedeki Hasana Köyü’ne ulaştılar. Buradan atlarla yola çıkıp, saatler sonra, akşam karanlığında sarp dağların tepesinde bir yaylaya ulaştılar. Hrant, "İnsanın yeryüzünde yaşadığı son nokta burası olmalı" diye düşündü.
500 hanelik köy gözyaşları içinde, diz çökerek karşıladı papazı. Meydanda dev bir ateş yakılmıştı. Tam altı gün sürdü vaftiz törenleri, nikahlar. Bu arada Hrant, öykülerini öğrendi. 1915’teki tehcir sırasında yola düşen varlıklı, kalabalık Varto aşireti yolda saldırıya uğramıştı. Mala Varto (Varto’nun Evi) adlı bu klan kafileden ayrılıp, Cudi’nin karlı yamaçlarına sığınmıştı. Beş aile, 25 yıl dünyadan tamamen kopuk yaşamıştı. Cumhuriyet’in kurulduğunu, 2. Dünya Savaşı’nın çıktığını, yıllar sonra aşiret reisi Cizre’ye indiğinde öğrenmişlerdi. Yine de yaşamları pek değişmemişti, hayvancılıkla geçinmeyi sürdürmüş, dışarıdan kız almamış, zamanla Kürtçe konuşmaya ve ibadetlerini bu dilde yapmaya başlamışlardı. Keldani, Süryani kiliselerine gidiyorlardı. Günün birinde Türkiye’de kendilerinden başka Ermenilerin yaşadığını öğrenip, İstanbul’a Patrikhane’ye gelmişlerdi.
Pazar ayini sırasında papaz köyde okuma yazma bilen sadece birkaç kişinin olduğunu görünce "Birkaç çocuk verin, İstanbul’a götürüp okullarımıza yerleştirelim" dedi. 15 kız, 10 çocuk seçildi. Hrant ve papaz çocuklarla İstanbul’a döndü. Çocuklar Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi’ne yerleştirildi. Hrant, Kürtçe’den başka lisan bilmeyen çocuklara Ermenice öğretmekle görevlendirildi. Aralarından biri de aşiret reisi Siyament Yağbasan’ın kızıydı. Yakup Peygamber’in karısından esinlenerek kızına Rakel adını koymuştu reis. Kuzu anlamına geliyordu isim. 1959 doğumlu Rakel, 13 yaşında ilk kez Cudi’den inmiş ve İstanbul’a gelmişti.
İŞTE ERGUVANLAR DEDİ GÖZ GÖZE GELDİLER
Çocuklar yetimhanede Türkçe ve Ermenice’yi öğrendi, sıra okula kayıt işlemine geldi. Rakel’in babası İstanbul’daydı, heyecanla kızının okuldaki ilk gününü görmek istemişti. Fakat yetkililer Rakel’in nüfus kayıtlarında Türk göründüğünü, Ermeni okuluna gidemeyeceğini söyledi. Ne yapacağını şaşırdı Yağbasan. Vazgeçti kızını okula vermekten. Diğer çocukların bazıları Türk okullarına yazılıp eğitimlerini sürdürdü. Okulsuz kalan Rakel’e, kış aylarında kaldığı Gedikpaşa Yetimhanesi’nin öğretmenleri kimya, matematik, fizik, coğrafya, yurttaşlık bilgisi dersleri verdi.
Hrant, bazen yetimhanedekileri alıp kenti gezdirmeye çıkarır, Türkçelerini sınamalarını isterdi. Rakel 15-16 yaşlarındaydı artık. Bir gün Boğaziçi vapuruna bindiler. Hrant, yolboyu semtleri tek tek anlattı çocuklara. Kıyıları, yalıları, Boğaziçi köylerinin tarihlerini, burada geçmiş hikayeleri anlatıyor, İstanbul’a dair şiirler okuyordu. Vapur Beykoz iskelesine yanaşırken Hrant birden kollarını iki yana açıp heyecanla "İşte bunlar erguvanlar" diye haykırmaya başladı. Sanki kanatlanıp erguvanlarla kaplı sırtlara doğru uçacak gibiydi. İşte Rakel, o anda aşık oldu bu genç adama. Kollarını indirip hayata döndüğünde göz göze geldiler. Hrant zaten bir müddettir, kendisine sevgiyle bakan bu bir çift gözü düşünüp duruyordu. İşte böyle başladı her şey...
Sonrasında Rakel’i gözünden uzaklaştırmadı Hrant. Hep yakınında olmasını istedi. 1974 yazında Rakel, Bayvertyan Ailesi’nin Yeşilköy’deki evine konuk olmuştu. Nubar Bayvertyan her yaz yetimhaneden bir çocuk alır, tatili üç çocuğuyla birlikte geçirmesini sağlardı. Hrant, o yaz neler çektiğini tam 23 yıl sonra, ailenin annesi Saterik Bayvertyan’la karşılaştığında anlatmıştı. Bir kilise bahçesinde Saterik Hanım yanına gelip "Agos’taki yazılarınızı okuyorum evladım, çok seviyorum" dediğinde gülmüştü. "Ben sizi yıllar öncesinden tanıyorum, hatırladınız mı" diye sorup devam etmişti anlatmaya. "O yaz Rakel’i almıştınız, haftalar boyunca evinizin etrafında dolaşıp durmuştum... Siz çocukları alıp yanınızda gezdirirken ben Rakel’le işaretleşir, mektuplar gönderir, uzaktan bakar dururdum..."
Bu arada Cudi’de hayat değişmeye başlamıştı. İstanbul’a gelen gençler geri dönmek istemiyordu. Aileler çaresiz kalmıştı. Bu sıralarda, bölgede karışıklıklar başlamış, Ermeni, Süryani ve Keldaniler kaosun ortasında kalmışlardı. Sonunda aşiret İstanbul’a göç etmeye karar verdi. Önce Reis Yağbasan geldi. Arkasından tüm aşiret peyderpey 60 yıl boyunca sığındıkları Cudi’deki yurtlarını terk edip İstanbul’u mesken tuttu. İstanbul’un Ermenileri, kardeşlerini bağrına bastı. Kiliselerde, okullarda, şirketlerde, atölyelerde iş verdiler onlara. Dinlerine, geleneklerine bağlı bu dürüst ve çalışkan insanlar, büyük şehrin rüzgarında uçup gitmemek için törelerine biraz daha fazla sarıldı. Çocuklarının yabancılarla, yani diğer Ermenilerle ilişkilerine sınır koydular, aşiret dışı evlilik yasağı sürüyordu.
ALTI DAİRE ALACAK BAŞLIK PARASI
Hrant, üniversitede zooloji okumuştu. Bu alanda iş yapması olanaksızdı. Ayrıca çok sevdiği kardeşlerinden kopup tek başına bir hayat kurmak istemiyordu. Onları topladı. Birlikte iş kurmaya karar verdiler. Ellerindeki üç beş kuruşu birleştirip Bakırköy’de küçük bir kırtasiyeci açtılar. 30 metrekarelik bir dükkanda, defter, kalem, kitap ve kaset satarak başladılar işe. Çok çalışıyorlardı. Elleri dardan kurtuldu biraz. Rakel 17 yaşını, Hrant 22’sini devirdiğinde artık ilişkilerini resmileştirmeye karar verdiler. Ama bu çoook zor bir işti. Çünkü töreler vardı...
Birkaç Ermeni büyüğüyle birlikte kız istemeye gittiler. "Hayır" deyip kestirip attı Siyament Yağbasan. Yılmayıp bir kez daha gittiler. Sonra bir kez daha. Biraz yumuşar gibi oldu müstakbel kayınbaba. "40 bin lira başlık isterim" dedi. Ellerindeki herşeyi toplasalar, dükkanı satsalar, hatta yıllarca çalışsalar ödeyemezlerdi bu parayı. İstenen başlık parasıyla Kurtuluş’ta altı daire alınırdı. Mümkün değildi yani. Kızını bir "yabancı"yla evlendirip kendi kurduğu töreyi yıkmak istemeyen Yağbasan, başlık parasını yüksek tutarak Hrant’ın yılıp bu işten caymasını istiyordu aslında. Yılmadı Hrant. Cemaat büyükleri araya girdi, pazarlık yapıldı, başlık 5 bin liraya indi. Ama bu da çok paraydı. Ne yapsın? Borç harç bulup başlığı denkleştirmeye koyuldu genç adam. O sıkıntılı günlerde bir arkadaşına yazdığı mektupta, "ne yapacağımı bilemiyorum, kayınbaba sürekli başlığı vermem için sıkıştırıp duruyor beni" diyordu. Cephenin diğer yanında mücadele veren Rakel ise birgün dayanamayıp babasına isyan bayrağını çekti ve "Eğer Hrant’la evlenmezsem hiç kimsenin eşi olmam, karalar giyer, ölene kadar kimseyle evlenmem" dedi.
Sonunda, Patrik duydu olanları. Yağbasan’ı yanına çağırıp, "Ben Hrant’ın babasıyım. O çocuk çok onurludur. Ne yapıp edip sana parayı denkleştirir. Ama yıllarca borç ödemek zorunda kalır. Sen kızını borç içinde kıvranan bir adamla mı evlendirmek istiyorsun? Başlığı ben vereceğim. Söyle ne kadar istiyorsun" dedi. Siyament Bey insafa geldi. "Siz istiyorsanız, ben de başlık almayacağım. Demek ki bu çocuk benim kuzumu çok seviyor" dedi. Ve Hrant’la Rakel, 23 Nisan 1977’de evlendiler.
Yuvasız kuşlar gibi yıllardır kentin içinde uçup duran bu iki gencin nihayet bir yuvası oldu. Rakel ve Hrant, bir yandan kendi yuvalarını kuruyor, diğer yandan yetimleri yuvaya kavuşturmaya çalışıyordu. O yıllarda ASALA eylemleri başlamış, Ermeni sözcüğü ile vatan haini yaftası yanyana anılmaya başlanmıştı. Hrant, mahkemeye başvurdu, Fırat ismini aldı. Genç çift, eski yuvaları olan Tuzla’daki yetimhanenin başına geçmiş, öksüz çocuklara kol kanat germişti. 1978’de doğan ilk kızlarına Rakel’in annesinin Kürtçe’den emanet alınmış ismini verdiler: Delal. Çünkü, onun da ilerde isminden dolayı başına bir iş gelmesini istemiyorlardı. Bir yıl sonra doğan oğullarına Ağrı’nın Ermenice adı olan Ararat’ı uygun buldular. 1986’da doğan üçüncü çocuklarına ise Sera adını verdiler.
BELÇİKA’YA GELİN ÇAĞRILARI İKNA EDEMEDİ
Bu arada Hrant kardeşleriyle birlikte ekmek parası peşinde koşuyor, diğer yandan Rakel’le cemaatin işleriyle, özellikle Tuzla Yetimhanesi’yle uğraşmaya devam ediyordu. 12 Eylül’den sonra bir gece yarısı evlerini basan güvenlik güçleri Hrant’ı da yanlarında götürdü. 38 gün boyunca işkence altında sorgulanan Hrant’ın hiçbir suçu olmadığı anlaşılınca serbest bırakıldı. Zor günlerdi o günler, çok zor.
Ülkedeki gelişmelerden etkilenen Varto Aşireti İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Bu sefer Siyament Bey, aşiret üyelerini toplayıp Belçika’ya yerleşmeyi uygun gördüğünü bildirdi. Çaresiz gidilecekti. Geride bir tek Rakel’i bırakıp yola çıktılar. Belçika’da birbirine yakın evlere yerleştiler, herbiri iş buldu. Kısa zamanda orada da tutunup yine ve yeniden bir hayat kurdular. Bu arada ikide bir Dink çiftine mektup yazıp Belçika’daki hayatı allayıp pullayarak onları da yanlarına almak için gayret sarf ettiler. Rakel, "Ben buradaki yetimleri bırakıp bir yere gitmem" dedi. Hrant, vatanından ayrılmak istemedi.
Rakel, kardeşlerinin düğünlerine, aşiretin önemli günlerine katılmak için arada bir Belçika’ya gidiyordu. Ama 12 Eylül’den sonra, hiçbir gerekçe göstermeden Hrant’ın pasaportuna tahdit konulduğundan, bu yolculukları çocuklarıyla birlikte, boynu bükük yapmak zorunda kalıyordu.
Hrant, yıllarca cemaatin politikadan uzak kalmasını savundu durdu. Hrant’ın yuvasından sonra en tutkun olduğu uğraş balıkçılıktı. Denizi olmayan bir yerde doğmasına rağmen, belki de "engin" anlamına gelen soyadının etkisiyle denizi çok seviyordu. Eskiden beri sık sık balığa çıktığı arkadaşı Avedis Hilkat, bir gün Kınalıada’ya muhtar olmaya karar verdiğinde, "Aman be Avadis, bu işlere bulaşma. Siyaset Ermenilere göre bir iş değil" diye itiraz etmişti. Ama, Apo için "Ermeni dölü" denmesi, Ermeniliğin bir küfür gibi kullanılması kanına dokunuyordu.
1990’ların başından itibaren, Ermenilere hakaret eden yazarlara, başlıklarında milletinin ismini bir küfür olarak kullanan gazetelere tekzipler göndermeye başladı. Bir yandan da cemaatin yayın organlarından biri olan Marmara gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Yazılarında Çutak takma ismini kullanıyordu. "Keman" anlamına gelen Çutak aslında Rakel’in ona taktığı lakaptı. İnce uzun olmasında, içli ve derin bir ruh taşımasından dolayı Rakel sevdiği adama taa ona gizlice aşık olduğu dönemden itibaren bu ismi takmıştı. Hrant da bu ismi çok seviyordu.
BİR ÇOCUĞUMUZ DAHA OLSUN ADINI AGOS KOYALIM
1995’in yazında Kınalıada’da Hrant, eşine dönerek, "Bir çocuğumuz daha olsun istiyorum" dedi. "Delirdin mi" diye çıkıştı Rakel. Hrant gülerek, "Evet, bir tane daha olsun. Adını da Agos koyarız" diye muzip muzip bakmaya başladı. "Sabanın toprakta açtığı iz" anlamına gelen Agos’un bir çocuk ismi için uygun olmadığını, artık yeni bir çocuk için yaşlarının geçtiğini anlatmaya çalıştı Rakel çaresiz bir şekilde. "Yok be bitanem" diye sözüne kaldığı yerden devam etti Hrant, "Bu aleme meramımızı daha iyi anlatabilmek için Türkçe ve Ermenice bir gazete çıkaralım, adını da Agos koyalım, toprağı yarıp tohum serpelim, belki bereketli olur büyür gider bizim çocuklarla birlikte" diye noktayı koydu. Rakel, gözünü kırpmadan, "İşte ona varım" dedi. 5 Nisan 1996’da Agos’un ilk sayısı çıktı. Evet, artık bir çocukları daha olmuştu.
Delal ve Ararat okullarını tamamlayıp iş hayatına atıldılar. 2003’te Karolin’le evlenen Ararat, bir yıl sonra aileye bir çocuk, Rakel ve Hrant’a bir torun kazandırdı. Agos adını verdikleri son çocuklarından dolayı çok sıkıntı çektiler. Ama onu diğer çocukları kadar çok sevdiler...
Hrant yok artık. Bundan sonraki bütün baharlarda İstanbul’daki erguvanların kokusunu artık hiç kimse duymayacak. Kalleş kurşun onları ayırsa da aşk devam ediyor. Bundan sonrasını zaten herkes biliyor...
Sen benim gönlümün generalisin Hrant
Denizli Piyade Alayı’nda kısa dönem erlik yaparken çavuşluk sınavından 100 almasına rağmen rütbe takılmamasına çok içerledi. Yıllar sonra dostlarına, o gece oturup sabaha kadar ağladığını söyleyecekti. Ertesi gün, eşine, can yoldaşına telefon açıp rütbesinin verilmediğini söylediğinde Rakel’in cevabı hazırdı: "Olsun. Vermesinler. Nasıl olsa sen benim gönlümün generalisin..."
RAKEL’DEN FELSEFE OTLANIYORUM
Birgün Rakel’e gelip, "Aslında ben felsefe okumak istiyordum ama hayvanları çok sevdiğimden zoolojiye girdim" dedi Hrant. Rakel gülerek, "oku o zaman, ne duruyorsun" cevabını verdi. İkinci üniversiteyi Okumaya başladı. Ders notlarını düzenlemesine yardımcı olan Rakel, ondan daha çok felsefe meraklısı çıktı. Bir gün, arkadaşlarına, "Rakel, çalıştığım konuları benden iyi biliyor. Aslında o felsefe okuyor ben de ondan otlanıyorum" demişti. Fakat üçüncü çocuğu da dünyaya gelince hayat biraz daha zorlaşmaya başladı. Hrant, üçüncü sınıfta felsefeye noktayı koydu. Askere gitti.
RAKEL DİNK’İN MEKTUBU
Hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim...
Çutağıma eş olmak bana verildi. Bugün çok acılı ve onurlu olarak buradayım. Ben, çocuklarım, ailem ve sizler çok acılıyız. Bu sessiz sevgi biraz olsun bize güç katıyor. Kederli bir sevinç yaşatıyor. İncil’den Yuhanna 15:13’te "hiç kimsede, insanların dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur" der. Sevgili dostlar, bugün bedenimin yarısını, sevgilimi, çocuklarımın babasını, sizin kardeşinizi uğurluyoruz. Sağdakine, soldakine, öndekine, arkadakine rahatsızlık saygısızlık vermeden, sloganlar pankartlar açmadan sessiz bir yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Bugün sessizlik ile büyük bir ses yükselteceğiz. Bugün derinliklerin ışığa yükseldiği günün başlangıcıdır.
Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim...
Kardeşlerim,
Onun doğruluğa olan sevgisi, şeffaflığa olan sevgisi, dostuna olan sevgisi onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. Diyorlar ki "O büyük bir adamdı." Size sorarım: "O büyük mü doğdu?" Hayır! O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi, o da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden! Fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup, gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. İnsan kendiliğinden büyük olmaz. İnsanı yaptıkları büyük yapar... Evet o büyük oldu, çünkü büyük düşündü, büyük söyledi. Bugün buraya gelerek hepiniz büyük düşündünüz. Sessizce büyük konuştunuz, siz de büyüksünüz. Bu günle kalmayın, bu kadarla yetinmeyin.
O, bugün Türkiye’de milat yaptı, sizler de mührü oldunuz. Onunla manşetler, onunla konuşmalar, yasaklar değişti. Onun için dokunulmazlar veya tabular yoktu. Kelamda dediği gibi yüreğinden taştı. Büyük bir bedel ödedi. Bedellerin ödendiği gelecekler Hrantları severek Hrantlara inanarak olur, nefretle, hakaretle, kanı kandan üstün tutarak olmaz. Bu yükseliş karşındakini kendin gibi görerek, kendin gibi sayarak, kendin sayarak olur.
Hisus’un (Hz. İsa) yardımıyla yarattığı ev cennetinden ayırdılar. Göksel ve ebedi cennete kanat açtırdılar. Gözleri daha yorulmadan, bedeni daha yaşlanmadan, daha hasta olmadan, sevdiklerine doymadan kanat açtırdılar göksel cennete.
Biz de geleceğiz sevgilim. Biz de geleceğiz o eşsiz cennete. Oraya yalnız ve yalnız sevgi girer. İnsanların ve meleklerin dillerinden üstün olan, peygamberlikten üstün olan, bütün sırları bilmekten üstün olan, dağları yerinden oynatacak imandan üstün olan, varını yoğunu sadaka vermekten üstün olan, bedenini yakılmaya teslim etmekten daha üstün olan, yalnız ve yalnız sevgi girecek o cennete. Orada gerçek sevgi ile, bir arada, ebediyen yaşayacağız. Kimseyi kıskanmayan sevgi, kimsenin malında gözü olmayan sevgi, kimseyi öldürmeyen sevgi, kimseyi aşağılamayan sevgi, kardeşini kendinden üstün tutan sevgi, kendi hakkından vazgeçen sevgi, kardeşinin hakkını arayan sevgi. Mesih’te bulunan sevgi. Ve bize dökülmüş olan sevgi.
Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.
Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisus’a borçluyum sevgilim. Onun da hakkını ona verelim sevgilim. Herkesin hakkını, herkese geri verelim sevgilim.
Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın. Burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın.
© Hürriyet 28 Ocak 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder