1991’de bağımsızlığını ilan edene dek, Türkiyeli Ermenilerin pek çoğu için Kaf dağının ardındaki ülke kadar uzak, soluk bir hayaldi Ermenistan. Havasını, suyunu, insanının hal ve tavrını bilmediğimiz bambaşka bir diyar, terra incognita’ydı. . .
Bu soluk hayali bir nebze olsun gerçek bir tabloya çevirenler, çalışmak üzere Ermenistan’dan İstanbul’a gelen göçmenler, İstanbul-Yerevan uçak seferleri, uydu antenleriyle izlenen Ermenistan kanalları ve 90’lı yıllarda oralara üniversite okumaya giden bir avuç genç oldu.
70 yıllık Sovyet rejiminin yıkılmasının ardından, bu ilk temaslarla Kaf dağının üzerinde gedikler açıldı. O gedikler sayesinde Ermenistan’da bize yabancı olan şeyler hakkında fikir sahibi olduk.
Yavaş yavaş, günlük yaşamın nasıl aktığına dair genel bir kanaat ve konuşulan dilin şifrelerine dair kulak dolgunluğu oluştu. O yakın, ama Türkiye’nin sınırı kapalı tutması nedeniyle uzağımıza düşmüş memlekette, Ermeni okullarında öğrenip hayatla bir türlü temas ettiremediğimiz Ermeniceden farklı, ilk duyuşta kulağımıza yabancı gelen bir dil konuşuluyordu. Zamanla, karşılıklı ilişki kurmak istediğimizde bu lehçe farklılığının pek sorun teşkil etmediğini gördük.
Ermenistan’da, tıpkı buradaki arabesk gibi, seçkinciler tarafından aşağılanan ‘rabiz’ müziğinin hâkim olduğunu öğrendik. Güzelliğin ve statünün takılan altın diş sayısıyla belirlendiğine inanamadık. Bizim ‘kednakhıntzor’ dediğimiz patatese Rusçadan alınma ‘kartofil’, minibüse ‘maşutni’ denmesine şaşırdık.
Fazlasıyla yüzeysel, küçük bilgi kırıntılarıydı bunlar. İlk temaslardı.
Ermenistan üzerindeki gölgeler
2000’in baharında, on günlük bir seyahat için Ermenistan’a gittim. 2002 yılbaşında bir kez daha, bu kez üç hafta için… Düzenli caddeleri ve güzel taş binalarıyla küçük bir Avrupa şehrini andıran Yerevan’ı sevdim; turistik güzergâhlardan uzak, konserve kutusu misali toplu konut mahallelerini de gözden kaçırmadan.
Fakirliği görmek için öyle uzun uzadıya gezmeye gerek yoktu. Komünizmden kapitalizme adım atılırken, kafeler, restoranlar, oteller yeni yeni açılıyor, sınıfsal çelişkiler giderek keskinleşiyor, Komünist Parti bürokrasisinin artıklarının önderliğinde yeni bir mafyatik-burjuva sınıfı doğuyordu.
2002’deki o ziyaretten bugüne Yerevan’ın giderek “modernleştiği”, yeni alışveriş ve iş merkezlerinin açıldığı haberlerini okuduk.
Nüfus göçler nedeniyle azalırken sokaklarda gezinen ciplerin sayısı artıyor, fakirlikle başa çıkmak için bir şey yapılmıyor, ekmek parası peşinde gurbet yollarına düşüp en ağır işlerde çalışan Ermenistanlılar ailelerine gönderecekleri 100 dolarları biriktirerek ömür tüketiyordu.
1988’de yaklaşık 25 bin kişinin öldüğü depremle sarsılan ülke, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bağımsızlığın ilanıyla dipsiz bir kuyunun içine düşmüştü. Bütün üretim faaliyeti bir anda bıçak gibi kesildi; fabrikalar, işyerleri kapandı. 1920’den beri Moskova’nın mutlak tahakkümü altındaki ülke kendi ayakları üzerinde durma deneyimine sahip değildi. Karabağ’daki savaş ülkenin tüm gücünü emerken, Türkiye’nin uyguladığı ambargo ekonomik darboğazı şiddetlendiriyordu.
Ülkede müthiş bir enerji sıkıntısı baş gösterdi. Halk, ısınmak için Yerevan çevresindeki çam ağaçlarından medet umar hale geldi. İktidar krizi gidermek için çareyi, güvenliği konusunda çok ciddi şüpheler bulunun Medzamor nükleer santralini faaliyete geçirmekte buldu. Siyasi güvenlik sorununun çözümü ise Rusya’nın gölgesine sığınmakta arandı.
Ülkede artık elektrik var, Karabağ’da yıllardır süren ateşkes herkese biraz olsun rahat nefes aldırdı ama istikrarsızlığın gölgesi Ermenistan’ın üzerinden hiç eksilmedi.
Bu arada ben de, Ermenistan’ı ve Ermenistanlıyı zihnimde ete kemiğe büründüren ve pek çok dostla tanışma imkânı bulduğum iki turistik seyahatin ardından ülkeyle ilgili her gelişmeyle ilgilenirken, Yerevan’daki gündelik siyasi çekişmelere kulak tıkıyor, bu konuda cahil kalmak için adeta özel bir çaba sarf ediyordum.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımda, bunun iki sebebi olduğunu anlıyorum:
• Türkiye’de zaten her daim ötekileştirilen Ermeni kimliğinin bir de Ermenistan’la ilişkilendirilmesini ve bu yüzden hırpalanmayı istemiyordum.
• Ermenistan’da siyasi yaşamın ne kadar hoyrat olduğunu, belden aşağı darbelerle yürüdüğünü görebiliyordum. Orman kanunlarının geçerli olduğu bir siyasi ortamı takip etmeye çalışmak ne kadar anlamlı olacaktı? Parlamentosu silahlı militanlarca basılıp başbakanın ve pek çok milletvekilinin öldürüldüğü bir ülke hakkında yorum yapabilmek, hele uzaktaki bir ‘yabancı’ için ne kadar mümkündü?
Oysa, geçtiğimiz Cumartesi sabahı Yerevan’dan gelen, ayrıntılarını Agos’un sayfalarında okuyacağınız şiddetli polis müdahalesinin aktarıldığı bir telefon ve iki yakın dostun tehlike altında olduğu bilgisi, yüzlerce kilometre uzaktaki beni, Ermenistan’daki siyasi mücadelenin tam ortasına oturttu. Fiziken evimde, telefonun, bilgisayarın başındaydım ama endişelerim kanatlanmış, Türkiye’nin yıllardır kapalı tuttuğu sınırı bir kanat çırpışıyla aşmış ve Yerevan’da, Fransız ve İtalyan konsolosluklarının önüne sığınan, yeni bir saldırıdan korkan kalabalığın arasına konuvermişti.
Şark vaatleri
Ermenistan’daki vahşi siyasi mücadele, David Cronenberg’in son filmi ‘Eastern Promises’ın (Şark Vaatleri) en çarpıcı sahnesini düşürüyor aklıma.
Londra’daki Rus mafyası içindeki bir çekişme nedeniyle, filmin başkahramanı Nikolay, hamamda iki hasmıyla karşı karşıya kalıyor ve üç kişi arasında bir can pazarı açılıyor.
Üç erkek, can alıp can vermek üzere kavgaya tutuşuyorlar. Bellerine sardıkları peştamallar ilk hamlede uçup gidiyor. Hamamın beyaz mermeri üzerinde, görülebilecek en vahşi, en anadan üryan mücadele başlıyor. Yönetmen, teri, kanı, kası, çıkan gözleri, sallanan cinsel organları ve kaba etleri gözümüzün içine sokuyor.
Beyazperdede, bir doğa belgeseli seyrediyormuş hissine kapılıyorsunuz. İşte insan, doğal ortamından uzakta, evrilmiş, incelmiş, güzelleşmiş ama en vahşi içgüdüleriyle hasmının canını almak için dövüşüyor.
13 Mart 2008, Rober Koptaş, Agos
Ermenistan : Terra Incognita
Labels: Çok Kültürlülük
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder