Bir Süsleme Şaheseri ve bir Efsane.. Hıncal Uluç

Van gölünün ortasında bir büyük ada var.. Gölün en büyük adası.. Üzerinde de bir kilise.. Kilisenin etrafında da badem ağaçları.. Bunlar hala duruyor.. Kiliseyi gezmek için minik tepeye tırmanırken, yol boyu sıralanan ağaçlardan çağlaları ellerimizle toplayıp nasıl lezzetle yedik..

Efendim vakti zamanında göl civarında yaşayanlar da, çağla, badem mevsiminde bu lezzeti toplamak için adaya gelirlermiş..

Gelenlerden bir Türk delikanlı ağaçların altında dolaşırken, adadaki Ermeni Kilisesinin baş keşişinin kızı Tamara'ya rastlamış.. Şimşekler karşılıklı çakmış, aşk ateşi ikisinin de gönlüne düşmüş.. Al sana bir Sarı Gelin efsanesi daha ..
Tabii, Müslüman Türkle, Hıristiyan Ermeni'nin aşkı göz önünde olur mu o devirde.. Geceleri gizlice buluşmaya karar vermişler..
Gece vakti adaya sandal yanaşsa dikkati çekmez mi?..
Delikanlı sahilden 4 kilometre yüzermiş adaya, buluşma geceleri..
Gece vakti adada ışık mışık yok. O karanlıkta delikanlı nereye yüzecek?..
Onu da çözmüşler.. Kız bir mum yakıp, penceresine koyar, delikanlı da yolunu muma göre bulurmuş..

Öte yandan.. Kız gelinlik çağında.. Anası ona uygun bir delikanlı bulmuş bile.. Gelinliğini de elleriyle dikmiş..

Artık bu delikanlı mı, yoksa kilisenin keşişlerinden biri mi, durumu fark edip baş keşişe haber vermiş.. Bir plan kurmuşlar.. Kız mumu yakıp sahile, delikanlıya işaret verince, gidip elinden mumu almışlar. Kızı da hapsetmişler. Genç keşiş mumu sandalın ucuna yerleştirip gölün açıklarına kürek çekmeğe başlamış. Delikanlı da muma yüzüyor ya.. Ama o gece bir türlü ulaşamıyor nedense.. Mecali kalmıyor, nefesi kalmıyor.. "Ah Tamar.. Ah Tamar" diye inleye inleye sulara gömülüyor sonunda..
Sabah cesedi ada sahiline vurunca, kız görüyor.. Çığlık çığlığa odasına koşuyor. Bembeyaz gelinliğini giyiyor ve öte yandaki uçurumun başına gidip "Ana.. Ana.. Bu beyaz gelinliği bana düğünüm için diktin, işte kefenim oldu" diye kendini sulara bırakıyor..

Adanın Ahtamar adı da, bu efsaneden geliyor..
Kilisenin hemen dibinde Recep Usta'nın enfes çaylarını içerek tırmanırken kesilen nefeslerimizi yenilerken gezi boyu yanımızdan ayrılmayan arkeolog bilim adamı dost Sinan Kılıç anlattı efsaneyi.. Sonra tezini bu kilise üzerine yazan genç, cici ve adı gibi güzel rehberimiz Eylem Güzel bu tarihi Ermeni Kilisesi'nin önce etrafını, sonra içini, tüm bezemeleri ve kabartmaları ayrı ayrı izah ederek bir anlattı ki, heyecanlı bir sinema filmi gibi neşeyle izledim..

Kilisenin duvarları, Tevrat'tan bu yana dinler tarihi.. Her şeyi resmetmiş zamanın ustaları taşa.. Aklınıza ne gelirse.. Yunus Peygamber'i balığın yutuşu, Davut'la Golyat'ın savaşı.. İbrahim Peygamber'in oğlunu kurban edişi..
Eylem de öyle güzel anlatıyordu ki öyküleri, vaktin nasıl geçtiğini anlamadık..
Süslemelerin sonuncusu elinde kadehiyle Abbasi Halifesi'ne ait..
Bre ne işi var?..
Şu işi var..

Bura zamanın (İsa'dan 900 yıl sonrası) Ermeni Krallığının Sarayı olarak inşa edilmiş. Saray yıllar içinde kaybolmuş, ama ayakta duran kilise manastıra çevrilmiş. İşte bu krallık, aslında iç işlerinde serbest, dış işlerinde halifeye bağlı bir vassallık. Sırtını Abbasi Halifesi'ne dayadığı için etraftaki irili ufaklı öbür krallıkların baskıların karşı koymuş, ayakta kalmış zaten.

Kiliseyi yaptıran Ermeni kralı da şükranlarını bu kabartma ile bildirmiş.
"Elinde şarap kadehi var diye, 'Bu Abbasi Halifesi olamaz. Başka biri' diyenler var" dedi Eylem..

" O şarap bildiğin şarap değil.. Şiirlerdeki Aşk Şarabı" dedim ben de.. "Bu ada Aşk Adası değil mi?.."

8.6.2008

Hiç yorum yok: