13.08.2009
Nezih Tavlaş’ın Ara Güler’in hayatını anlatan “Foto Muhabiri” adlı kitabı Fotografevi tarafından yayınlandı.
Nezih Tavlaş’ın, fotoğrafın efsane ismi Ara Güler’in hayatını anlatan bu kitabında sayfalar akarken alttan da Türkiye’nin 80 yıllık tarihi geçiyor. Kitap, savaşlar, darbeler, medeniyetler, facialar ve dünyanın kaderini değiştiren insanlar ardında koşuşan Ara Güler’in yaşam boyu karşılaştığı inanılması güç öyküleri akıcı bir üslupla sunuyor. Usta Ara Güler’in her zaman doğru yer ve doğru zamanda olabilmek için nasıl çalışıp didindiğinin ve nasıl bir bedel ödediğinin de tanığı bu sayfalar.. .
Dünya üzerinde fotoğraftaki gerçeklik akımının temsilcileri Alfred Stieglitz, Ansel Adams, Edward Weston, Henri Cartier Bresson ve Paul Strand’ın ardından Türkiye topraklarında yetişen Ara Güler büyük yankı uyandıran foto-röportajlarında, objektifinin odağına hep insanı oturttu. Ama insanı var olduğu gerçeklikten koparmadan aynı oranda da estetik bir biçimde fotoğraflayarak bu efsane isimlerin arasında hak ettiği yeri aldı. Kitabın her sayfasında, Ara Usta’nın hayata bakışındaki o müthiş “sense of humour” hissedilecek, beyinlerimize kazınan unutulmaz karelerinin de aslında hiçbir şekilde şans veya rastlantıyla oluşmadığı görülecek.
Ara Güler’in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olayları kronolojik bir sırayla anlatan 343 sayfalık “Foto Muhabiri” adlı kitabın sonunda Büyük Usta ile yapılan bir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar yer alıyor.
Kitaptan Bölümler
Yaktığı Nazım Hikmet Fotoğrafları
Sabahtan akşama kadar haberden habere koşturduğu günlerden birinde yazıişleri müdürü, Demokrat Parti hükümeti tarafından hazırlanan af kanunundan yararlanarak hapisten çıkan Nazım Hikmet’le röportaj yapması için Ara’yı görevlendirdi.
Yıllardır hapiste olduğu için çıktığında iş bulamayan Nazım Hikmet’e İpekçi ailesi sahip çıkmıştı. İhsan İpekçi, Topkapı Sarayı’nda Lale Devri adlı filmi çekiyordu ve Nazım Hikmet’e orada iş vermişti. Filmin rejisörü de Baha Gelenbevi’ydi
“Tarihi hatalar olmasın diye tarih araştırmacısı diye bir şeyler uyduruyorlar maaş versinler diye. Gittim baktım, Gelenbevi geldi tanıştırayım dedi. Nazım Hikmet’in elini sıktım, iki-üç kare de resmini çektim anladın mı. Fakat fazla durmadım çünkü etrafta çok polis vardı, ben foto muhabiri olduğum için kimin polis kimin ne halt olduğunu biliyorum, tanıyorum bütün polisleri, onun için hahu falan deyip birkaç resmini çekip oradan pır oldum abi. Çünkü bir Nazım Hikmet okumak bile suçtu abi.”
Genç muhabir Ara’nın yazı işlerine teslim ettiği bu fotoğraflar hiç yayınlanmadı. Ara da korkusundan yıllarca hiç kimseye Nazım Hikmet’in fotoğrafını çektiğini söyleyemedi.
Cezaevinden yeni çıkan Nazım Hikmet’in sağlık durumu iyi değildi. İktidar “Vatan hainliği tescilli” Nazım’ı askere almaya kararlıydı ve bu onun için “ölüm” demekti. Nazım Hikmet’in kız kardeşiyle evli ve o sırada askerliğini yapmakta olan Refik Erduran, bir sürat teknesi buldu. Nazım’ı Tarabya’dan alıp Boğaz’ı geçerek Karadeniz’de bir Rumen gemisine bindirip yurtdışına kaçmasına yardım etti. Haberin duyulmasından kısa bir süre sonra Nazım Hikmet vatandaşlıktan atıldı ve onunla herhangi bir şekilde ilişkisi olan, selam veren herkes hakkında soruşturma açıldı.
Amerikalı senatör McCarthy tarafından başlatılan “cadı avının” bütün dünyayı kasıp kavurduğu, herkesin sudan sebeplerle komünist ya da casus olmakla suçlandığı hatta Rosenbergler gibi idama gönderildiği günlerdi. Ara da “Küçük Amerika” olmayı kendine hedef edinmiş insanların iktidarda olduğu günlerde askere gidecekti. Elindeki Nazım Hikmet fotoğraflarını yakmak zorunda kaldı. Röportaja gittiğini bilip de soranlara da kendisindeki kopyaların kaybolduğunu söylüyordu:
“Ben yedek subaya giderken bütün Nazım Hikmet’leri, solcu kitapları yakmışımdır sobada. Türkiye böyle acayip devirler geçirmiştir.”
Arjantinli Generaller
1955 Şubat’ında Nezihe Araz’la “Ne röportajı yapalım?” diye aranırlarken, Ara’nın aklına simit röportajı yapmak geldi.
Büyük-küçük, ünlü-ünsüz herkes simit yiyordu. Sokak röportajlarını yapıp fotoğrafları çektikten sonra yaşadıkları kentin en büyük makamı İstanbul Valiliği’nin yolunu tuttular.
“Vali de olsa simit yer. Simitleri alıp Valiliğe gittik.”
Valilikte alışılmadık bir hareketlilik ve telaş vardı. Üstelik foto muhabirleri de gelmişti ki, bu Ara açısından hayra alamet bir durum değildi.
“Başka foto muhabirleri de var, kalabalık; bir halt var dedim anladın mı. Bir de baktım ki Adnan Menderes geldi, başkaları da var. Birtakım adamlara madalyon takıyorlar. Ne olduğunu bilmiyorum, sadece bakıyorum ama atlamayayım diye resim çekeyim dedim ne olur ne olmaz, belki önemli bir şeydir diye. Neyse resimleri çektim onlar gittiler.”
Ara Başbakan’ın madalya taktığı üniformalı bıyıklı insanların kim olduğunu sorma ihtiyacı bile duymadı. Törenin ardından elindeki simitlerle Vali Fahrettin Kerim Gökay’ın makamına geçti.
“Simidi de yedirdim Vali’ye, bitti döndüm geri gazeteye.”
Çektiği filmleri yıkanması için karanlık odaya teslim eden Ara’yı bir süre sonra Hikmet Feridun Es çağırdı.
“Hikmet Feridun’da duruyor resimler; ‘Nedir bunlar?’ dedi. Baktım baktım hatırlamadım. Uydurdum ‘Onlar Arjantin generalleri, Adnan Menderes Arjantin generallerine madalya taktı’ dedim. Tamam dedi gittim.”
Ertesi gün Hikmet Feridun Ara’yı tekrar çağırdı. Biraz kızgındı.
“Gel ‘Arjantin generalleri seni bekliyor’ diyor. Neymiş biliyor musun benim Arjantinli generaller zannettiğim adamlar; Kapalıçarşı yangınında yararlılık gösteren itfaiyecilermiş.”
Ara Güler ile Bülent Parlak’ın yaptığı röportajı okuyun. Usta harika biri…
Ara Güler: Evlat, 1928 yılında İstanbul’da doğmuşum. Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana tiyatro sevgisini katmıştır. O arada İstanbul Üniversitesine devam ettim. 1950’de sizler daha dünyada yokken, dünyada sizden habersizken gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Bir çok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil.
Bülent Parlak: Fotoğraf deyince sadece Türkiye’de değil, dünyada isim yapmış biriyle röportaj yapmak hem benim için, hem de dergideki diğer arkadaşlarım için güzel ve özel bir duygu. Sizi biraz tanısak Ara Bey nasıl olur?
Ara Güler: Evlat, 1928 yılında İstanbul’da doğmuşum. Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana tiyatro sevgisini katmıştır. O arada İstanbul Üniversitesine devam ettim. 1950’de sizler daha dünyada yokken, dünyada sizden habersizken gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Bir çok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil.
Önceleri hikaye de yazardım. Ama sonra fotoğrafla daha çok şey anlatabildiğimi gördüm. Benim fotoğraflarımda anlayanlar için tiyatro hala vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün. Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum.
Bülent Parlak: Sanatçılar genelde bu cümleyi kamuoyu ile paylaşmasalar da sizin “çektiklerim içinde en çok beğendiğim budur” dediğiniz bir fotoğraf var mı? Hangisini en çok seviyorsunuz çektiğiniz fotoğraflar arasında?
Ara Güler: İnsan her eserini sever ama özel olanı mutlaka vardır. Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var. Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının fotoğrafımı çok severim. Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada. Anlık bir olaydır. Bir saniye geç kalsam o fotoğrf olmazdı. Bir dakika, öylesine çok uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için. Bunu ancak bu işle uğraşan bilir.
Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir. Ben çekmeseydim olmayacaktı. Başka kimse de yok. Eski İstanbul’u çekmiş olmak İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var.
Bülent Parlak: Picasso’dan Hitchcock’a kadar çektiğiniz bir çok fotoğraf var. Bir arşiv oluşturma çalışmanız yok mu?
Ara Güler: Ölmeden bir gün önce hepsini yakmak lazım. Aksi takdirde bunları kiloyla satarlar. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın çok önemli arşivi var.
Aslında daha fazlası da var bende fotoğrafların. Magnum’a bakarsan benim yaptığım işi yapan bir dolu adam görürsün. İnternetle birlikte arşivler için çalışmalar arttı ve bunları da internet üzerinden insanlara sunuyorlar. İyi de ne kadarını koyabilirsin ki? Philip Jones Griffith mesela… Çok iyi bir foto muhabiridir. “İnternette arayın da bakalım ne kadar fotoğrafı var?” dedim yanımdakilere. Adamın o kadar çok fotoğrafı var ki, internette olan sadece devede kulak.. Benim bildiğim birçok fotoğrafını koymamışlar mesela oraya. İnternette sitelere koymazsan insanlar bilmiyor fotoğraflarını. Şimdi de bu çıktı. İnternette fotoğraf yayınlatmak, arşiv yapmak. Kompüterde ne kadar varsa o kadar çekmişsin zannediyorlar. Binlerce, sayamayacağımız kadar çok fotoğrafları var fotoğrafçıların ya hu.
Benim de çok ama kutularda duruyor. Bunların arşivlenmesi için hiçbir çalışmam yok benim..
Bülent Parlak: Peki bu fotğraflarınızın akibeti ne olacak Ara Bey?
Ara Güler: Bu fotoğrafların dökümünü çıkarmak gerekiyor. . Ama nasıl olacak bu bilemiyorum. Benim yerime yapacak birileri de yok, çünkü ne nerede bilen yok. Çektiğim fotoğraflar tarihlerine göre tasnif edilmedi ki.. Mesela, Hindistan ile ilgili çektiklerim bir kutudadır ama 12 kez gitmişimdir Hindistan’a! Bir dolu kutu vardır böyle. Hangisinin hangi tarihte çekildiğini, hangi kentte çekildiğini nereden bilebilecekler? Ben de başlarında duramam. Başlarında dursam fotoğraf çekmeye vakit kalmayacak. Arşivle uğraşılacağına fotoğraf çekmek daha iyi gibi geliyor bana. Bu arada tanınmış fotoğraflarımın hepsi yüksek çözünürlüklü olarak taranmıştır. Ancak onlar taranırken bir şeyi fark ettim. Meşhur denilen o karelerin önü ve arkası yoktur, tek karedir. Tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının filmi tozlanmıştı. Suyun altına sokup tozunu alayım dedim film eridi gitti. Allah’tan elimde baskısı vardı da röprodüksiyonunu yaptırdım. Hatta korkudan 20 kopya yaptırmışım. Ancak bu işlem sırasında netlik kayboluyor, siyah rengin tonu değişiyor. Neyse ki dijital teknoloji var ki sıfır kayıpla bu işlemi yaptırabildim. Bundan iki üç yıl önceki şartlarda olsaydık gitmişti fotoğraf!
Bülent Parlak: Siz aynı zamanda bir İstanbul tarihçisisiniz. Neler değişti İstanbul’da? Bir fotoğrafçı gözüyle ne dersiniz?
Ara Güler: Eski İstanbul’u ben bile bilmem. Ama bildiğim İstanbul’da mesela denize girmek diye bir şey vardı. Şimdi deniz çok kirlendi. Balık da çıkmıyor. Ben İstanbul çocuğuyum. Çocukluğumdan beri fotoğraf çekerim. Eskiden hatırlıyorum. Salacak’ta konakların bahçeleri vardı. Çok güzel, harika yerlerdi oralar.
Evlerin kapıları hala gözümün önünde. Gözümün önünden gitmiyor. Dün gibi hatırlıyorum sanki. Hepsi erguvanlarla, bin bir çeşit güllerle, çiçeklerle falan kaplıydı. Bu yeşillik arasından bir kedi geçerdi… Şimdi böyle şeyler yok. Otomobiller var her yerde. Sokak başında otoparkçılar var. Gidip bir yeri çekemezsin. Artık bu şehirde fotoğraf çekmek için kompozisyon bulmak çok zor.
Bülent Parlak: Ülkemizi baştan başa dolaştınız. Gitmediğiniz yer hemen hemen kalmadı sanırım. Doğuya, güneydoğuya defalarca gittiniz. Urfa, Antep, Nemrut… Buralardaki değişimi nasıl anlatırsınız?
Ara Güler: Çoğu şey orada da aynı. Maalesef hiçbir kentin bir özelliği kalmadı. En azından gördüğüm yerler için bunu söyleyebilirim. Önceleri Urfa’da bir takım sokaklara dalardım. Çok güzeldi. Birecik köprüsünün altında akan Fırat nehrinin ortasına ip yaparlardı. Her yerde sazlar vardı. Şimdi git Urfa’ya bak nasıl?
Çok tuhaf bir yer olmış orası. Urfa mıdır, değil midir, belli değil. Burası neresi? Dünyanın her yeri olabilir. Ne medeniyeti? Türk mü? Kürt mü? Roma mı? Ne? Her yer birbirine benziyor. Antalya ne hale geldi… Bina yığını. Başka kelime bulamıyorum. Bunlar hep para kazanma heveslerinden oldu. Bir kente turist girdi mi orada kent kalmaz. Turist, sadece kendi istediği dünyayı yaratıyor ve geldiği yere istediği yaşamı kuruyor. Dükkânı turist için, mağazası turist için, eşyası turist için. Kentleri turistlere satıyoruz biz.
Bülent Parlak: Kent ve insan arasındaki değişimlerden bahseder misiniz?
Ara Güler: Ne diyebilirim ki şimdi sana? Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice. Eskiden mahalle diye bir şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup… İnsanların bir arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi sokaklarda otomobil parkından başka bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu. Her taraf maden duvar. Herkes maden kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor.
Sadece insanları değil, hayvanları da yok ettik biz… Tavuklar, fabrikalarda suni olarak büyütülüp kesiliyor. Toprağa basmıyor, böcek yemiyor. Hormonla şişiriliyor. Sonra sen onun yumurtasını yiyorsun. Aslında yediğin yumurta değil. Artık insanlar da öyle yetişiyor. Yarın bir firma diyecek ki benim yeraltında çalışacak beş bin kişiye ihtiyacım var. Hemen üretilecek.
Bülent Parlak: Fotoğraflarını, portrelerini çektiğiniz bir sürü ünlü var. Bir anekdot anlatır mısınız?
Ara Güler: Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör falan olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Adam ne de olsa, korku sinemasının ustası, korkuya görsellik veren kişi; tabi ki tecrübeli. Çalışırken sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu.
Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç unutmuyorum akşam 5’te bitti.. Bana kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık sonra.
Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso’larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitckok isen ben de Ara Güler’im.” Diyorum.
Bülent Parlak: Son olarak size bir İstanbul ile ilgili soru sormak istiyorum. Günümüz İstanbul’u sizde hala o eski heyecanları oluşturuyor mu?
Ara Güler:İyi ki bu soruyu sordun evlat. Şu andaki İstanbul’u soruyorsan hayır, yaratmıyor. Ama benim şansım o eski günleri de yaşamış olmam. Bugün dahi İstanbul’un sokaklarında gezerken eskiyi hatırlayabiliyorum.
Çünkü eski günlerini iyi biliyorum İstanbul’un. Benim için önemli olan da bu zaten. “Bu sokakta Rum madam oturuyordu; güzel bir kadındı, camdan bakardı” diyebiliyorum. Ya da sokağın köşesini döndüğümde ‘Buradan tramvay geçerdi’ diye düşünebiliyorum.
Memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler.
Babam bir gün bana ‘Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun’ diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar… Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli ‘mantrası’ bu oldu.
İzdiham
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder