Birkaç yıl önce ABD’de bir mağaza yetkilisiyle sohbet ederken “Nerelisiniz?” diye sordu. “Türkiye’denim” deyince “Gelin size bir sarılayım. Memleketimi çok özledim” dedi. “Siz nerelisiniz?” dedim. “Ben ABD doğumluyum fakat babam Diyarbakır’dan buraya göç etmiş” dedi ve sonunda da Ermeni olduğunu söyledi.
Hayatımda en çok etkilendiğim olaylardan biridir bu.
Çünkü hep şöyle düşünürüz: Bu ülkeyi en çok biz seviyoruz. Kimse bizim kadar sevmiyor.
. . .
Son zamanlarda yurtdışı seyahatlerimde bir şey dikkatimi çekiyor: Türkiye’den göç etmiş, gittiği ülkede kariyer yapmış, kendisine hayat kurmuş, çocuklarını iyi okullarda okutmuş, yani Türkiye’den hiçbir beklentisi olmayan insanlar şöyle diyor: “Sabah kalkınca ilk olarak ya sosyal medyaya ya da Türk TV’lerine bakıyoruz. Çünkü çok merak ediyoruz ülkemiz nereye gidiyor? Ne olacak bu ülkenin hali?”
Bu insanların birçoğu Türkiye’ye dönmeyi bile düşünmüyor. Çünkü düzenlerini oralarda kurmuşlar. Ama yine de merak etmekten, endişe duymaktan kurtulamıyorlar.
Bir başka örnek: Uzun yıllar Kürt siyasi hareketinde bulunmuş, hatta dört kardeşini dağda kaybetmiş bir okurumla konuşuyordum. Şöyle dedi: “Irak Kürdistanı kurulduğunda oraya gittim. Kürdistan bayrağını görünce çok mutlu oldum ve gururlandım. Fakat üç gün sonra şöyle demeye başladım: ‘Biz burada yaşayamayız ki. Burası bizim ülkemiz değil ki. Biz Türkiye kültürüyle yoğrulmuşuz. Türkiye’den kopamayız ki.’”
Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Ermeni, solcu, Atatürkçü… Her kesimden insanlar benzer bir duyguyu yaşıyor. Doğduğu, yaşadığı, aidiyet hissettiği ülke hakkında endişe duyuyor. Türkiye’deki yıkımlara, ölümlere, suçlara, kargaşaya üzülüyor. Türkiye’nin barış, özgürlük, bolluk ülkesi olmasını diliyor, umut ediyor.
Tüm bunları niçin anlattım?
Ülkedeki çatışmalar, kavgalar, yoksulluk, ayrımcılık, eğitim sisteminin berbat durumu, baskılar, dışlayıcı, ötekileştirici siyaset ve daha birçok sorun hepimizin huzurunu kaçırıyor ve ağız tadını bozuyor.
Karamsarlığa düşüyoruz. Umudumuzu kaybediyoruz. Derin bir endişeyle tüm olup biteni dizi film izler gibi izliyoruz.
Acaba yarın ne olacak? Acaba ülke nereye gidecek? Acaba kötülük daha ne kadar baskın olmaya devam edecek? Acaba çocuğum eve sağ salim dönecek mi? Acaba yarın karnımı doyuracak bir lokma ekmek bulabilecek miyim?
Bu gibi sorularla hayatımız kararıyor. Karamsarlığa düşüyoruz. Çünkü sahnede elinde mikrofon olan, sesi en çok çıkan insanlar, her kesimin en kötüleri.
El birliğiyle bu ülkeyi kötülerin elinden kurtarabiliriz
Bu ülkede her inançtan, her etnik kökenden, her ideolojiden iyi insanlar da var. Hem de tahmin ettiğimizden çok fazla. Kıymet görmese de işini iyi yapmaktan geri durmayan, kendi bulunduğu alanda ayrımcılığı ortadan kaldıran milyonlar var bu ülkede. Beraber yaşamayı, sorunları beraber çözmeyi, çoğulcu, özgürlükçü, demokrat, hukuktan yana ve barışçı, aynı zamanda başarılı olmayı yani liyakati en önemli değer kabul eden insanlar var ve onlar çoğunlukta.
İşte her kesimin erdemli, çalışkan, namuslu, dürüst, inanç, mezhep veya etnik köken gibi ideolojik kimlikleri öne almayan, bu ülkenin vatandaşı olma ortak paydasını yeterli gören insanların sesini yükseltmesi, “Ben de varım!” demesi gerek.
Şöyle düşünün: Büyük bir deprem oldu ve ağır bir enkazın altındayız. Bir kişi meydana çıktı ve şöyle seslendi: “Ben buradayım. Var mı başka sağ kalan? Sağ kalanlar toparlanalım ve bir şeyler yapalım. Herkes elinden geleni yapsın ve bu ülkeyi yeniden inşa edelim!” Kim bu çağrıyı yapan kişinin etnik kimliğine, inancına, ideolojisine bakar ki?
Yapabiliriz. El birliğiyle bu ülkeyi kötülerin elinden kurtarabiliriz.
Yaşadığımız bunca felaket, bunca huzursuzluk, bunca sıkıntı, hatta tahribattan sonra tek amacı bu ülkeye huzur getirmek olan insanlar olarak çoğulcu, eşit, özgür ve yaşanabilir bir ülke yapabiliriz.
“Nasıl?” dediğinizi duyar gibiyim.
Siyasetçi değilim. Size, “Haydi, el verin beraber yapalım” diyecek durumda da değilim. Ama aramızdaki temiz insanları görünce umudum artıyor ve “Hep beraber bu ülkeyi düzeltebiliriz” diyorum.
İnanıyorum, çünkü dünya değer üretenlerin kazandığı bir istikamette yol alıyor. Umutluyum, çünkü etnik ve inanca dayalı birliktelikler, kimlikler giderek değerini yitiriyor ve insanlık ortak paydası genişliyor. İnanıyorum, çünkü insan, doğası gereği özgürlüğe, onura, mutluluğa yöneliyor.
O fotoğrafta insanı görenler kazanacak
İçimizdeki bu fanatikler, kavgacılar, kendi gibi olandan başka kimseye değer vermeyenler dünyayı tersine çeviremeyeceklerine göre… Bu insanların kötülükle, ayrımcılıkla, kavgayla, çatışmayla alacakları yol olmadığına göre..
Nobel ödülü alan ve ABD’de yaşayan Türkiye kökenli çok kıymetli Aziz Sancar’ın Kürt mü, Arap mı, yoksa Türk mü olduğuyla ilgilenip mutluluğu, gururu burada arayanlar değil, kimliğine bakmadan sadece o başarıdan gurur duyanlar kazanacak.
Geçtiğimiz hafta bir cesedin, polis aracının arkasına bağlanıp yerlerde sürüklenmesi, esasında hepimizin onuruna, insanlığına, vicdanına yapılmış bir saldırıydı. O ceset Kürt de olsa, Türk de olsa, Müslüman da olsa Ermeni de olsa sonuçta insan. O cesedin kimliğine bakarak üzülen veyahut tepkisiz kalan insanlığını yitirmişler değil, o fotoğrafta ‘insan’ı görenler kazanacak.
‘Yeter artık’
Üzüntüde ve sevinçte ayrımcılık yapanlar, yani bir olay olduğunda kimliğine bakanlar değil, sırf insan ve bu ülkenin evladı olduğu için üzülenler veya sevinenler kazanacak. Çünkü en büyük ortak paydamız bu ülkenin evladı, bu yurdun insanı olmak. Tek aradığımız, hayırlı evlatların sahneye çıkmaları, mikrofonu ellerine alıp içimizdeki kötülere, “Yeter artık!” demeleri.
Şimdilerde hiçbir şey yapamıyorsanız bile etrafınızdaki demokrat ve liyakat sahibi insanlarla bir ruh halkası oluşturun. Bu potansiyeli görmemiz, korumamız gerekiyor.
Zira, Türkiye için iyi, doğru ve güzel işler yapılacaksa, ancak bu temiz kalmayı başarmış, ayrımcılıktan, şiddetten, suçtan kendini uzak tutmuş insanlar eliyle yapılacak.
10-10-2015
Kaynak:LEVENT GÜLTEKİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder