Kültürel Mozaik Yok Olurken - Konuş, Halil Bey, Sen De Konuş

 © pix Raffi Kebabcıyan'ın 3 Kasım 2001 günü, 21. İstanbul Kitap Fuar'ındaki söyleşisinde izleyicilere paylaştığı 'Kültürel Mozaik Yok Olurken - Konuş, Halil Bey, Sen De Konuş' adlı konuşmasını yayınlıyoruz. . .

Yazarlar çoğu zaman kendileri hakkında konuşur denir. Ben de bu önyargıyı kanıtlarcasına aynısını yapacağım. Yani kendim hakkında konuşacağım veya belki de tam tersini yapacağım. Çelişki falan yok burada. Ne de olsa toplumlar bireylerden oluşur ve birey-yazar her ne kadar kendi şahsı hakkında konuşsa veya karalasa da eninde sonunda toplum hakkında da birşeyler söyleyecektir. Bu kaçınılmazdır. Bunun tersi de kaçınılmazdır, yani yazar toplum hakkında yazıp-çizdiğinde okuyucu ondan de birşeyler de bulacaktır yazdıklarının içinde. Bayağı karmaşık diyeceksiniz belki. Ama hayat bu. Kim onun yalın olduğunu iddia edebilir? İsterseniz bunu bir giriş olarak algılayın.

“Giden her şeyi geride bırakır” denir. Bu da başka bir söylem. Gidenlerin bazıları da inanır buna. Eğer bununla kastedilen mal mülk ve benzeri şeylerse, bu kesinlikle doğrudur. Fakat göze görünmeyenlere ne diyelim? Onlara neler oluyor? Ben şahsi tecrübeme dayanarak şu kadarını söyleyeyim: Yeriyerinde duruyorlar o göze görünmeyenler, bizi biz yapan tüm öğeler, yani şahsi geçmişimiz, ilk aşkımız, fırından çıkan taze francalanın kıyaslanmaz tadı, ağzımızı yakan sıcak çay, yanaklarmızı okşayan lodos rüzgarı vesaire vesaire. Ve bunların yanısıra farklı hatıralar, şahsi olmakla birlikte bağlı olduğumuz, içinde yaşadığımız toplumun geçmişini, onun buruk ve sevindirici yönlerini yansıtan hatıralar. İşte onun için geride bıraktıklarımın bilincinde olan ben “Geçmiş, asla bir ölü değildir, aslında geçmiş bile değildir” diyorum öykülerime başlarken. Ve bu yaşadığımız sürece herbirimiz için geçerli olan bir prensiptir. Nitekim biz insanları diğer yaratıklardan ayıran belleğimiz, anılarımız değil midir?

Benim gibi artık buralarda yaşamayan biri için geçmişin konumu, yaşamını burada sürdüren birinden oldukça farklıdır. Ben geçmiş dediğimiz o şeye uzaktan, gündelik hayatın beraberinde getirdiği patırtıdan arınmış bir şekilde bakmaktayım. Böylelikle geçmişin temel öğelerini saptadığıma inanmaktayım. Söyledikerimden de anlaşılacağı gibi benim bakış açım analitiktir, nostaljik değil. Çünkü ben geçmişin -içeriği tatlı veya acı olsun- hatırlanması gereksiminin altını çizen biriyim. Nostalji taraftarları ise geçmişe pembe gözlükle bakmayı tercih ederler ve onun buruk taraflarını safdışı ederler.

Bakışım analitik dedim. Bunda üniversitede okuduğum “Fen”in de büyük payı var. Fenle uğraşanlar gördüklerinin, yaptıklarının özüne inmeyi severler. Öyle ki ben geçmişle ilgilenirken bir fen bilimcinin yaptığı gibi onun özüne inmeye çalışıyorum ve gördüklerimi, saptadıklarımı kısa ve yüklü bir şekilde kağıda aktarıyorum. Burada benim şiirle olan sıkıca ilgimin de bir rolü olduğunu düşünüyorum. Şair, bilhassa iyi şair, az lafla çok şey söyler, söylemek ister. Bir de okuyucuya olan güvencem ekleniyor buna. Kanımca dört-beş veya on kelimeyle tanımlanan bir ortamı pekala bilincinde canlandırabiliyor okuyucu. Hal böyle iken yazar neden her şeyi tüm ayrıntılarıyla anlatsın? Ben “Bu işi okuyucuya bırakalım” diyorum.

İsterseniz öykülerimin bazılarına şöyle bir göz atalım. “Günbatımın’da” -ki bu bir aşk hikayesidir- değişik toplumsal gelişmeler öykünün gidişatını belirleyen öğelerden sadece biridir. “Eylül Başı’nın” kahramanı hayatının sonbaharını yaşamaktadır, fakat sadece o değildir sonbaharını yaşayan, bağlı olduğu grubun de sonbaharıdır bu. İnsanlar gitmektedir, onların kültürlerinin maddi kanıtları olan binalar, mekanlar yok olmaktadır. Aynı konu tamamiyle farklı bir şekilde “Dünün Varlığı Bugünde’nin” ikinci kısmında işlenmekte, genişletilmekte, ona tarihi bir perspektif ilave edilmektedir. Ve nihayet “Kabus’ta” insanları ülkeyi terk etmeye iten başlıca nedenlerden biri, hepimizin bildiği 6/7 Eylül olayları masaya yatırılmaktadır. Ben olayları tüm çarpıcılığıyla verebilmek için bir küçük çocuğu öykünün kahramanı yaptım. O masumdur, faltaşı gibi açılmış gözleriyle gördüklerini tüm çıplaklığıyla anlatmaktan başka bir şey yapamaz, onları değerlendiremez. Değerlendirmeyi onun anneannesi üstlenir, sessizce, davranışıyla, hastalığıyla, ölümüyle.

Söylediklerimden de anlaşılacağı gibi köklerden kopmanın, kökleri kaybetmenin ve nihayet kendi toprakları üzerinde vatanına yabancılaşmanın çeşitli aşamaları anlatılmaktadır öykülerimden bazılarında. Bu bilhassa “Köy’de” belirgendir, onun kahramanının “tarihin karanlıklarında” kaybolmuş köy denenle ilgili herhangi bir anısı bile yoktur. Öykünün sonunda belli olduğu gibi o varolmayan anıları ve köyü ancak fotoğraflar sayesinde yaratmaktadır, yaratabilmektedir.

İşte altını çizdiğim yabancılaşma sadece benim hakkında yazdığım toplumun sorunu değildir. Modernitenin beraberinde getirdiği kapsamlı bir sorundur. Bunu söylemekteki maksadım bu kopuşu yaşayanların dramını küçüksemek için değil, sadece sorunun boyutunu hatırlatmak içindir.

Çoğu zaman portresini çizmeye çalıştığım gelişmeyi “Anadolu’nun solan renkleri” veya “Kültürel mozaik yok olurken” gibi söylemlerle tanımlamaya çalışırız. Ben “Çokkültürlülük yok olurken” demeyi daha uygun görüyorum. Bence çokkültürlülük bir ülkenin temel zenginliklerinden biridir, bilhassa bu coğrafya için. Örneğin Türkler ve Ermeniler gibi yaklaşık bin yıl yanyana yaşamış iki halktan herhangi birinin marjinalleşmesi ve sonuçta silinip gitmesi ekonomiden kültürele kadar uzanan bir sonuçlar zincirini getirir beraberinde. Yanlış anlaşılmamak için hemen ilave edeyim; kaybolmakta veya zaten kaybolmuş olan diğer kültürler ve gruplar için de geçerlidir söylediğim.

Hal böyle iken çoğunluk toplumunun tutumu nedir acaba? Beyoğlu nostaljisi denen şeyin ne olduğunu hepimiz biliyoruz, Yapı Kredi’nin geçen yıl gerçekleştirdiği Beyoğlu etkinliği hala belleklerdedir sanırım. Ben nostaljinin de ötesinde bir şeyin gereksinimine inanıyorum. Nostalji bir duygudur, gelir ve gider. Benim düşlediğm ise kalıcıdır, uğraş ister.

Eğer çokkültürlülüğü bir zaafiyet olarak değil de bir güç olarak algılıyorsak bu uğraş için dökülecek terlere ve gerekli çalışmalara değer diyorum. Ama eğer yekpareliği, kültürel fakirliği tercih ediyorsak bana susmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.

Öykülerimden bazılarında söylemek, anlatmak istediğimi bir tarihçi veya sosyolog bir cümle, bir istatistikle ifade edebilir, fakat kalplere hiçbir zaman hitab edemez o. Ve nihayet “Kabus’un” genç kahramanı gibi asla ve asla “Konuş, Halil Bey, Konuş” diyemez. Biz üçüncü taraflarla birbirimiz hakkında çok konuştuk, artık birbirimizle konuşmanın vakti geldi ve geçiyor bile, onun için öyleyse “Konuş, Halil Bey, Sen De Konuş”, ben hazırım.
Raffi Kebabcıyan

Hiç yorum yok: