Bir İstanbul Var İdi...

 © This content Mirrored From TurkishArmenians  Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/
Bugün sizlere, bir zamanların İstanbulu'nu, eskinin güzel İstanbulu'nu, benim İstanbulum'u anlatmak istiyorum.

Bu masal 1945 senesinde başlayıp en geç 1965, hadi bilemediniz 1970'de biter.
Bir şehri anlatabilmek için ilk önce oranın halkını, ahalisini anlatmak lazım.

Masalımızın başladığı zamanlar İstanbul'un nüfusu bir milyonun epey altında idi.
Şehir nüfusunun nerede ise yarısı Ermeni, Rum, Musevi ve Levantenler'den müteşekkil idi. Bir miktarda Rus vardı, ama Ruslar asıl benim devrimden önce varmış maalesef o günleri göremedim. . .

Bütün bu insanlar o melun ve meşum 6-7 Eylül'e kadar belli bir ahenk içinde, din farkına aldırmadan keyifle yaşarlardı.

Müslüman nüfus, gayrı müslimlerin hususi günlerini onlar ile beraber kutlar, gayrı müslimler de, müslümanların mukaddes kabul ettikleri günlere iştirak ederlerdi. Komşusunu imrendirmemek için Ramazan'da oruç tutan Museviler, Rumlar, Ermeniler gördüm.

Ayrıca bu gayri müslimler kendi işlerinde çok usta oldukları için İstanbul'un kültür, mutfak, tıp, ticaret hayatına katkılarda bulunurlardı.

Bu adamlar temiz pak, hanımları, kızları şık giyinirler ve şehrin güzelliğine güzellik katarlardı.

Ama 6-7 Eylül başta Rumlar olmak üzere gayri müslimleri korkuttu ve kaçırdı. Museviler de yeni kurulmakta olan İsrail'e gittiler. Yine Osmanlı'nın sadık tebaası olarak bilinen Ermeniler iyi dayandılar.

1960'lı senelerdeki ve 1974'teki Kıbrıs hadiseleri hemen hemen bütün Rumların İstanbul'u terk etmesine sebep oldu.

Peki şimdi durum ne?

Ne olacak, bu kaçan 'gavurların' yerlerini İstanbul'a göç edenler aldı, şehrin nüfusu 20 milyonu buldu.

Gelen nüfusun ezici çoğunluğu tahsilsiz ve kültürsüz idi. Ayrıca biraz daha medeni olabilmek için en pek bir gayret göstermedikleri gibi yerleştikleri yerleri de geldikleri yerlere çevirebilmek için ellerinden geleni yaptılar.

Kaçak evlerini koruyabilmek için ha babam cami yapıp durdular ve hiç bir yetkili 'yapmayın' demedi aksine hazine arazilerinin talan edilip mafya marifeti ile satılmasına göz yumdular.

İstanbul bir kebap ve lahmacun başkenti haline geldi. Suyu içilmez oldu. Halbuki eskiden İstanbul'daki her musluktan su içebilirdik.

Ama kimsenin hakkını yemeyelim. Hiç kimse bu yeni İstanbullular'a 'Böyle yapmayın! Şöyle yapın!' diyerek yol göstermedi, tembih etmedi. Aksine onları oy deposunda birer parça olarak gördükleri için, her türlü hislerini istismar ederek onların geri kalmalarına ve bugünlere gelinmesine sebep oldular.

Eskiden Beyoğlu parfüm ve çikolata kokardı. İpek kumaşlar satılırdı. Mezenin en güzeli bulunurdu. En iyi kadın berberleri ve terzileri burada idiler. Yani bugünkü Arap Çarşısı manzarası ile hiç alakası yoktu. İnsanları şık, temiz ve sessiz idi.
Her gece en az 15 tiyatro perdelerini açardı. Saray Sineması'nda ise bazen Münir Nurettin Bey bizleri mesteder bazen de Avrupa'nın en gözde sanatkarları yer alırdı.
İstanbul'un bir çok yerinden diğer semtlere tramvay ile gidilirdi.

Bir fikir verebilmek için bazı güzergahları sayayım.

Bebek-Sirkeci, Tünel-Şişli, Kurtuluş-Tünel, Edirnekapı-Taksim, Kadıköy-Bostancı, Atikali-Harbiye, Topkapı-Sirkeci, Üsküdar-Kısıklı, Üsküdar-Kadıköy ve daha başkaları.
Boğazın ve Kadıköy tarafının bugün çoğu kapanmış iskelelerinden de vızır vızır vapur işlerdi. Minibüs denen lanet yoktu. İnsanlar denizden ve vapura binmekten korkmadıkları için Şehir Hatları vapurlarına binerlerdi. Bir sade kahve ısmarlar, gazetenizi okuyarak huzur içinde seyahat ederdiniz.

İstanbul'un bütün şoförleri, bütün adresleri bilirlerdi; 'Abi, ben karşı tarafın taksisiyim' mazeretini hiç duymazdınız.

Satılan gıda maddeleri hep taze, temiz ve ucuz idi. Lokantalarda tatsız sürprizler ile karşılaşmazdınız. Bir ufak rakı, enfes mezeler, güzel bir lüfer ve üstüne kaymaklı ayva tatlısı tutsa tutsa adam başı 5-6 lira tutardı. Beyoğlu, İNCİ pastahanesinde profiterol 35 kuruşa satılırdı. Simitin küçüğü beş, büyüğü on kuruş, çiroz on kuruş, ekmek ise 15 kuruş idi.

Sonbaharda Boğaz lüfere çıkan sandallar ile dolar, bunların yaktığı ışıklar deniz ortasında bir fener alayı meydana getirirdi. Sandal içinde mangallar yanar, komşular ile sohbet ederek yakalanan lüferler taze taze yenilirdi.

Boğaz, hakiki bir mücevherdi. Boğaz'daki meyhanelerin çoğunu Rumlar ve Ermeniler işlettiği için oralarda yenilen mezeler (bugün artık rastlanmayan topik, uskumru dolması, hakiki çiroz) ve İstanbul'un denizinden çıkan ıstakozlar, kılıç balıkları vesaire deniz mahlukatı enfesti.

Lokantalardaki çoğu Rum olan garsonlar hem ne sattıklarını bilirlerdi hem de neyin ne ile yeneceğini. Günaha girmekten korkmadıkların için dükkanda satılan her lezzeti tatmışlardı. Bugün her neden ise denizden çıkan çoğu şeyi yemenin günah olduğuna dair yanlış bir kanaat var.

Ada'ya gitmek, Çamlıca'ya çıkmak, Moda veya Fenerbahçe'de yürüyüş yapmak, Beykoz Çayırı'nda eğlenmek, pazar sabahları Taksim'den Taşlık'a yürümek hep birer zevk idi. Pazar sabahlarının diğer bir eğlencesi de onbeş günde bir Şan Sineması'nda Münir Nuretti Bey'in idare ettiği Kalsik Türk Müziği konserine gitmekti. Akşam saat altı oldu mu, radyoda fasıl başlardı.

Eskiden her değişen rüzgar ile bir başka güzel kokan İstanbul havası, şimdi artık lahmacun ve kebap kokuyor.

Biraz moralim bozuldu, neşem kaçtı. Daha fazla yazamayacağım!
Ahmet Çavuşoğlu
Güneş, 29.7.2008

Hiç yorum yok: