ERİVAN’IN YAŞLI TARİHİNDE UMUT DOLU GENÇ NÜFUS...04 Ağustos 2008
Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz, Erivan’a... Kayseri ya da Erzurum’a inmiş gibi sayabilirsiniz kendinizi, zira insan tipleri ve davranış özellikleri zerre kadar farklı değil. 2750 yıllık bir kentin genç ve umutlu yüzlerinin arasında başlıyoruz gezimize…
Elbette ‘ha’ deyince, Ermenistan’a gidilmiyor. Yol uzunca ve zahmetli sayılabilir. Şimdilik tek olanak yerli ve özel bir havayolu şirketi. Doğrudan başkent Erivan’a gidebiliyor. Haftada iki kez uçuluyor. Başkente uçan diğer şirketler Almanya üzerinden aktarmalı ve 6-7 saati bulan uçuşlarla gidebiliyor. Buna bir de iki saatlik farkı da eklerseniz, epeyce saat sonra sınır komşumuza ulaşabiliyoruz… Ayrıca özellikle yaz ayları Erivan-Antalya arasında karşılıklı charter uçuşlar da var…
Tabii bir diğer sıkıntı pek de uygun olmayan bir saatte gidiliyor ve dönülüyor olması. Sabahın beşi gibi gitmek ve dönmek durumundasınız. İki saat sonra (ve saatlerinizi iki saat ileri alarak) Erivan Havalimanı’na iniyorsunuz. Vize işlemlerini (internetten yapmamışsanız) hemen oracıkta bir ofiste yapabiliyorsunuz. Üç gün ya da 120 günlük vize veriyorlar. Arada 10 dolar gibi bir fark var. 50 dolarınızı vize işlemine ayırıp, güleç yüzlü genç görevlilerin pasaport kontrolü sonrasında ülkeye giriyorsunuz. Kayseri ya da Erzurum’a inmiş gibi sayabilirsiniz kendinizi. İnsan tipleri ve davranış özellikleri zerre kadar farklı değil. Oldukça eski püskü ‘Lada 2017’ taksilerle kente gitmek ucuz… Doğrusu ilk etki küçük ve sevimsiz bir kente giriş izlenimi veriyorsa da aslı hiç ama hiç öyle değil…
Sabaha karşı ışıklarını karartmak üzere olan onlarca ‘Casino’ arasından kent yüzünü gösteriyor. Diyarbakır Ermenisi olan ve ABD’de yaşayan çevirmen rehberimiz Arpi, Erivan’ın 2750 yaşında olduğu bilgisini veriyor bize… O kadar eskisine ait izleri aramasak da Sovyet cumhuriyeti olduğu günlerden kalma kunt taş yapıları, çok geniş ve uzun caddeleri bize yakın geçmişin izlerini zaten anımsatıyor.
‘NÜFUSUN YARISI KADAR TURİST GELİYOR’
Bir İtalyan’ın işlettiği küçük sevimli otelimize yerleşiyoruz. Biraz uyuyup, kente iniyoruz. Şehrin pek uzağında değil ama merkezinde de değiliz. Çünkü, Erivan’da yaz aylarında otel bulabilmek iyice mesele. Üç milyonu biraz gecen nüfusunun yarısı kadar turist geliyormuş. Diasporadan gelen Ermeniler ve azıcık da Batılı turist var… Buna kapı komşusu gezgin İranlıları da ekleyince boş yatak bulmak hayal bile olabilir… Biz, epeyce önceden rezervasyon yaptırdığımız için yatak bulabildik kendimize… Yaz ayları için bu durum biline. Güneş ve deniz isteyen buraya gelmesin; çünkü, güneş kavurucu düzeyde ama su bir tek Erivan’ın kuzey doğusundaki Sevan Gölü’nde var… Bu nedenle önleminizi almalısınız… Şemsiye, koruyucu krem ve klimanızı yanınızda getirin… Üç milyonu azıcık geçen ülke nüfusunun 2 milyonluk kesimi başkentte yaşıyor… Ülke 11 ana yönetim bölgesine ayrılmış ve en küçük alanda yer alan Erivan, nüfusun üçte ikisini barındırıyor. Gene de kalabalık bir kent görünümü yok. Büyük ve çok geniş bulvarlar; bu caddelere açılan ferah sokaklar, büyük ve anıtlarla bezeli irili ufaklı meydanlarla soluklandığınız yürüyüşlerinizle kenti birkaç gün içinde tamamen keşfetmeniz pek mümkün.
Kent, merkezden çepere doğru yoksulluğunu gizleyemiyor. Düşen yaşam standartları ve fiziki ortamın yorgun görünümü giderek gözünüze batıyor. Kentte uluslararası markaların pek çoğu kendine bir bina bulmuş; ya onarıyor ya da hemen alt kata yerleşmiş bile… Büyük marketler de fazlaca ve kente yayılmış. Bakkallar ise bizim 30-40 yıl öncemizin görünümünde… Seyyar satıcılık yok gibi. Olanlar da mendil, çiklet vs satarken aynı zamanda ve mutlaka kapalı şeffaf bir kutuda ev yapımı poğaça ve kek satıyor.
Meydanlarda, kentte fazlaca bulunan büyük parklarda ve geniş caddelerde ‘kafeler’ var. Nar suyu revaçta. Sallama çay ve diğer soğuk içecekler var ama bir tek yiyecek maddesi bulunmuyor… Sadece içecek veriyorlar. Yiyecek maddeleri ilgili dükkânlarda var ve insanlar yollarda bir şeyler yiyerek gezinmiyor… Akşamüstleri çekirdek çıtlatmaktan gayrı… Yemek işlerini evlerinde hallediyorlar. Akşamları (hatta gündüzün ilerleyen saatlerde) çok ciddi bir piyasa gezintisi var. O zaman da kafe ve restoranları tercih edebiliyorlar. Gezinenlerin çoğunluğu genç kızlar. Zaten nüfusunun yüzde 30’u erkek olunca şehir kızlara kalmış gibi…
Şehir merkezinde gezintilerimizde çocuk göremedik. Evlerindedir, dediler. Köylere gitmişlerdir, dediler. Ama onlarca bebekli aileyi gezinirken gördük. Doğrusu yaşlı insanlar da 40 derece ortalamayı bulan gündüzleri belli ki, kente inmiyorlar. Anlayacağınız Erivan gezimizde binlerce genç ve bakımlı kız bize eşlik etti…
***
Ermenistan adının tarihi
Bİr coğrafi tanım olarak Arminiya veya Armaniya adına en erken Eski Fars (Pers) imparatoru I. Darius"un yak. MÖ 510 tarihli Bisutun Anıtı"nda rastlanır. MÖ 399’da bölgeyi gezerek tasvirler yapan tarihçi Ksenofon"un eserinde ülke adı Armenia olarak geçer.
Strabon Coğrafya"sında (MS 1. yüzyıl) ve Roma İmparatorluğu"nun idari bölünümünde Armenia sınırları şöyle tanımlanır: Batıda Fırat nehri, güneyde Güneydoğu Toros sıradağları, güneydoğuda Hakkâri dağları ve Urmiye Gölü, kuzeydoğuda Sevan Gölü ve Karabağ, kuzeyde Çıldır Gölü ve Doğu Karadeniz Dağları. Ortaçağ Arap kaynaklarında aynı bölgenin adı Armaniyya veya Ermeniyye (Ar: ______) olarak geçer. Eski Türkçe metinlerde Ermeniyye adına 15. yüzyıl’a kadar rastlanır.
Yüzyıllarca sadece tarihi bir isim olarak hatırlanan "Armenia/Ermenistan" adı, 19. yüzyıl’ın milliyetçi politikaları döneminde tekrar güncel anlam kazanmıştır.
MODERN ERMENİSTAN’IN DOĞUŞU
Tarihi Ermenistan"ın bir kısmı olan bugünkü Ermenistan İran"ın Revan (Erivan) vilayetinden ibarettir. 1827"de Paskeviç yönetimindeki Rus ordusu tarafından fethedilmiş ve 1828"de Türkmençayı Antlaşması ile resmen Rus egemenliğine girmiştir. Aynı yıl reorganize edilen idari birime Armyanskii Oblast (Ermeni Vilayeti) adı verilmiştir. Vilayetin o tarihte yüzde 18 dolayında olan Ermeni nüfusu, Rus yönetimi tarafından davet edilen İran Ermenilerinin göçü sonucunda 20. yüzyıl başında yüzde 48 düzeyini bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan (tehcir sonrası A.G) mülteci olarak gelen Ermenilerle birlikte bu sayı yüzde 70"lere ulaşmıştır.
1917 Devrimi"nden sonra Rus Devletinin çöküşü üzerine kurulan Transkafkasya Federasyonu 28 Mayıs 1918"de dağılmış ve Erivan"da Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiştir. İki buçuk yıl süren bağımsızlığı sırasında ekonomik, askeri ve siyasi krizlerle sarsılan cumhuriyet 1920 Kasım ayında Türk ve Sovyet ordularının eşzamanlı işgaline uğrayarak bağımsızlığını kaybetmiş ve 2 Aralık 1920"de Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği"ne katılmıştır.
Ermenİstan Cumhurİyetİ
Sovyetler Birliği"nin son döneminde 1988’de Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti ile Azerbaycan arasında, Dağlık Karabağ bölgesi üzerinde anlaşmazlık çıkıyor. Nüfus çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir özerk bölge olan Dağlık Karabağ"da Ermeniler ayaklanarak ayrı bir cumhuriyet ilan ettiler. Ermenistan ile Azerbaycan savaşın eşiğine gelirken, her iki cumhuriyette Azeri ve Ermeni azınlıklar şiddet olaylarına maruz kaldı. Çatışmalar sürerken Mayıs 1990"da Yeni Ermenistan Ordusu kurularak Sovyet ordusundan fiilen bağımsız bir yapıya kavuşturuldu.
Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine Ermenistan 23 Ağustos 1991"de bağımsızlığını ilan etti. Azerbaycan"ın Ermenistan"a uyguladığı ekonomik ambargo, ülkede büyük sıkıntılara yol açtı. 1993"te Türkiye de Ermenistan"a karşı ambargoya katıldı. D. Karabağ savaşı 1994"te Rusya"nın empoze ettiği ateşkesle sona erdi (Bugünlerde Kars-Gümrü kapısının açılacağı söyleniyor A.G)…
Ermenistan siyasetinde D. Karabağ kökenli siyasi örgüt ve kişilerin egemenliğine dikkat çeken bazı gözlemciler, Ermenistan"ın D. Karabağ"ı değil, aksine D. Karabağ"ın Ermenistan"ı ilhak ettiğini ileri sürmüşlerdir.
(Wikipedia)
ERMENİ GENÇLERLE BARIŞ DİLİYLE SÖYLEŞİYORUZ… 05 Ağustos 2008
YULYA, ANUŞ, RUZAN, LİANNA VE RUDİK KARDEŞLİĞİ YAPILANDIRACAK
“Bizler savaş ve yokluğu yaşamış bir halkın çocuklarıyız. Ama barışın ne kadar önemli olduğunu yaşadığımız şu günlerde iyice kavramış olarak biliyoruz. Gelişmek isteğimizi sadece barışla sağlayabiliriz. Tutucu fikirler ve kapalı kafalarla bunu yapamayız”…
Gençlerin Türkiye toplumuyla olan ilişkilerini öğrenmek istiyoruz. Vova Müzik Grubu’nun Erivan’a yaptığı başarılı olduğu kadar kalıcı ve sahici etkileri olduğunu da düşündüğümüz turnenin izlenimlerine koşut olarak, özellikle gençlerin Türkiye hakkında, barış hakkında sözleri olmalıydı. Çevirmenimiz Arpi Çakar üniversite öğrencisi beş genç buluyor ve söyleşiye oturuyoruz. Yarı İngilizce, yarı Türkçe ve çokça da Ermenice’nin konuşulduğu ama sözlerdeki temel motifin hemencecik barış tınılı bir söyleme dönüştüğü muhabbetimize başlıyoruz.
ÇOK HEYECANLI VE MUTLUYUZ…
Ruzan 19 yaşında ve Erivan Devlet Üniversitesi’nde Politik Bilimler okuyor. Ruzan biraz da sözcü gibi konuşuyor. Diğer gençlere de onaylattığımız sözleri umut verici: “Biz Türkiye’den bir kültür grubunun gelmesine çok sevindik. Türkiye’yi hep izliyor ve merak ediyoruz. Batıya açılan kapımızın bu komşumuz üzerinden olduğunu biliyoruz… Hemşinlileri de çok az biliyor ve merak ediyorduk. Tarihlerini biliyorduk zaten. Ama hiç karşılaşmamıştık… Hakikaten bu tanışma ve kaynaşma fırsatını çok değerli bulduk. Hemşinliler’in eski çağlardaki dinlerini korumamış olsalar bile kültürlerinin korunmuş ve saklanmış bir halk olduğunu biliyorduk. Bu insanlarla tanışmak elbette enterasandı. Birbirine yakın özelliklerimizi merak ediyorduk. Müslümanlaşmış olduklarını bildiğimiz ve Ermeni kökenli insanlar olduklarını öğrendiğimiz bu topluluğu birkaç yıldır merak ediyorduk. Nasıl oluyordu da, dilleri aynı ama dinleri farklı… Gerçi bunların hiçbir karşılığı ve yaratacağı özel bir sıkıntı yok, olmamalı da. Ben onları kardeşlerim gibi görüyorum, tanıdıkça buna da sevindim. Hemşinliler kabul etmeseler bile ben onları Ermeni kökenli olarak görüyorum.”
Giden toplulukta; hem müzisyenler hem de akademisyenler bu görüşe birebir katılmıyorlar tabii. Nasıl hissediyor olduğumuzun ve bu hisle yaptığımız kültürel arkeolojik çalışmanın kendisinin daha önemli olduğunu hatırlatıyoruz. Beklenmedik bir olgunlukla karşılanıyoruz. “Sizlerden her anlamda birleşme ve bizim önkabullerimize göre davranmanızı zaten beklemiyoruz. Kendinizi ne hissediyorsanız, osunuzdur” diyorlar. Üzerimizdeki yük kalkıyor. Bizler Hemşinli olduğumuzu ve Türkiye toplumunun bir parçası olduğumuzu özellikle vurguluyoruz.
Gruptan Lianna da hem eğitimini alan hem de şimdiden gazetecilik yapan çok genç bir kız öğrenci… Vurgusunu gelecek üzerine düşüncelerine gönderme yaparak belirtiyor: “Bizim kültürümüz burada çok zengin ve geniştir. Savaş zamanlarında birçok değerli varlığımızı yitirdik. Ruslara kaptırdık değerlerimizi… Kaybolan kültürlerimizden birini, yok olmaya yüz tutmuş değerlerimizden birini de sizler gündeme getirdiniz… Özellikle dilinizi merak ediyorduk. Konser sırasında ve konferans boyunca hep dilinizdeki tınıyı ve anlamayı istediğim sözcükleri kavramaya çalıştım. Batı Ermenicesini de Doğu Ermenice’sini de dilimiz sayıyoruz. Ama 1000 yıl öncesinin dili olduğu iddia edilen Hemşince’nin araştırılmasını isterim… Bu eski ve bozulmamış dilin asıl Ermenice olduğunu söylüyorlar. İlginç ve önemli buluyorum bunu… Kısaca, barışçı bir gelecek istiyorsak, araştırmanın ve doğru bilginin peşinden ayrılmadan ortaklaşabilmeliyiz. Benim umudum da bu.”
‘BARIŞÇI BİR DÜNYA İSTİYORUZ’
Anuş mini minyon ve sarışın bir kız. Adı da zaten ‘güzel-tatlı’ anlamına geliyor. Hukuk okuyor. O da diğer iki arkadaşı gibi düşünüyor ve ortaklaştırdığımız sorularımızdan bir bölümüne de o yanıtlar veriyor: “Size ilişkin hiçbir şey bilmiyordum. Hatta burada çıktığını söylediğiniz ‘Hemşinlilerin Sesi’ adlı gazeteyi bile duymamıştım. Daha çok gencim ve bu tür çalışmaların başlamasını, yapılıyor olmasını çok değerli buluyorum. Ülkenize gelip, gezmeyi ve yaşıtlarımla da tanışmayı çok isterim… Biz gençler arasında tarihe referans yapan pek olmaz… Biliriz, anlamaya çalışırız ama temel ilişki kaynağımız barışçı bir dünyayı istemek üzerinedir.”
Yulya ve Rudik de arkadaşları gibi düşündüklerini özellikle belirtmek için parmak kaldırıyor. Rudik sinema prodüktörlüğü eğitimi alıyor… Abhazya kökenli Yulya ise gazetecilik eğitimi alıyor ve henüz hayata karşı çok tecrübesiz olduğunu belirtiyor… Her ikisi de öğrenecekleri çok şey olduğunu ama Hemşinlilerle karşılaşmayı önemli bir vesile saydıklarını söylüyor: “Merakımızı giderdik. Bize, sizlerin de ‘kalın kaburgalı’ olduğunu söylemişlerdi. Bunun aynılaştırma anlamını taşıdığını biliyorduk ama burada sizlerle bir kültür kardeşliği oluşturulabileceğini sevinerek gördük. Ezgilerimizi ve müziğimizi sizlerden duyuyoruz. Bizler de büyüklerimizden Anadolu türküleri dinlemeye alışkınız. Herkes, her zaman Erzincan, Muş, Van türküsü söyler. İçli türkülerdir. Bazen bara dururlar. Bunları öğrenmek istiyoruz…”
Gençlerin isteklerini yerine getiren bir kültür merkezi var zaten; Naregatsi Sanat Enstitüsü. Halk bilimi öğretiyor, el sanatlarının gelişimine yönelik çabaları var ve sanat kursları düzenliyor. Hiçbirinden de beş dram ücret almıyor…
Geleceğin barışçı dilini ve kardeşçe dünyasını bu gençler kuracak. Kendileriyle bunu da konuşmak istiyorum. “Bize ağır bir sorumluluk yüklüyorsunuz. Bizler savaş ve yokluğu yaşamış bir halkın çocuklarıyız. Ama barışın ne kadar önemli olduğunu yaşadığımız şu günlerde iyice kavramış olarak biliyoruz. Gelişmek isteğimizi sadece barışla sağlayabiliriz. Tutucu fikirler ve kapalı kafalarla bunu yapamayız. Bize güvendiğiniz için bizler de teşekkür ediyoruz” diyorlar…
Ben de umutla ve keyifle ayrılıyorum yanlarından. Gelecek güzel günler adına ıslık çalarak sokaklara yöneliyorum…
BİNLERCE YILLIK ERMENİSTAN’IN DAĞLARDAKİ İZLERİ: MANASTIRLAR, 06 Ağustos 2008
Issız dağların ortasında, taş bezemeciliğinin muhteşem örnekleri olan, manastırları geziyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz. İncecik merdiveninden tırmanıp olağanüstü akustiği olan yapının içinde bir arkadaşımız Ortodoks ezgileri seslendiriyor. Çok etkileyici…
Erivan’dan ayrıldık. Yakın yöredeki bir manastıra ve köyleri görmeye gidiyoruz. Yol boyu hemen sağımızdan ve dünyanın çok geniş bir tabandan yükselen en büyük dağı Ağrı (Ararat) Dağı yolculuğumuza eşlik ediyor. Yol ayrımlarındaki tabelaları izliyoruz; Masis (Ağrı Dağı) Meghri, Shahumyan, Tapekaran’ı geçiyoruz… Alabildiğince geniş düzlüklerde tarım yapılıyor. Büyük bir ovanın ortasındayız ve rehberimiz Arpi Çankar’ın dediklerine göre ulusal simgelerden saydıkları kayısı bu bölgede çok miktarda üretiliyor… Çevreye yayılmış çok sayıda eski ya da eskiliğiyle öylece bırakılmış fabrika ve atölye görünüyor… Anız (ot yakma) işlemi burada da hayli yaygın… Doğrusu hepimiz için başlangıçtaki gizem bu coğrafyada kayboldu. Anadolu’nun yollarında ne görüyorsanız burada da aynısı var. Traktörler ve neredeyse sadece beyaz renkli Lada marka arabalar, at arabaları, ayakları ve üzerleri çıplak çocuklar, asma ve mısır bahçeleri, geçen her otobüse merakla bakan köylüler… İnsan tipolojisi de zerre kadar farklı değil…
KHOR VIRAP MANASTIRI
Ayıptır söylemesi; gözümüz çok alıştığından olsa gerek ya da yıllar içinde hasbelkader içine girdiklerimiz olduğundan da mı nedir; Türkiye’de camilere pek gitmezken, yurtdışına çıkınca manastır, kilise gezmekten imanımız gevrer. Bir de zahmetlidirler; Türkiye’deki gibi erken dönem Hıristiyanların yaptıkları tapınaklar –koru(n)ma amaçlı olarak- dağların gökyüzüyle buluştuğu noktalara yapılmış. Tırman dur… Hayırlısı.
Khor Virap köyü içinden dağlara dönüyoruz. Turistik bir gezi otobüsü olduğumuzu anlayan çocuklar el sallıyor. Kevork Çavuş’un (Sasonlu bir fedainin) heykeli yakınından Derin Çukur anlamına gelen manastıra yaklaştık. Eteklerde mezarlık var. ‘Meg Varyan’ -Bir Dakika- diyerek bizi otobüste tutan rehberimiz anlatıyor: 301 yılında Hıristiyanlığı yayan Krikor (Işık Yayan) Lusavoriç, söylenceye göre senelerce hapse (çukura) atılıyor… Kral Dırdtat hastalanıyor. Ölmek üzereyken, rüyalarını yorumlatıyor. Krikor’un iyileştirebileceği söyleniyor. Çukurdan çıkartılıyor ve krala dua ediyor ve güya iyileşiyor. Putperestlikten kurtulup Ermeni halkını Hıristiyan yapmaya yönleniyor. Dünyanın millet olarak ilk Hıristiyan’ı oluyorlar. Bartev denilen bir milletin (Aynı zamanda Kayseri’de yaşayan bir ailenin) çocuğu kurucu Luzavoriç… Aslında iki temel kurucu olan İsa’nın havarilerinden Tateos ve Bartelemeos’tan da bilgiler vererek sözü seyyar satıcılara getiyor. ‘Kuşlara siz dokunmayın. Onlar bir dilek eşliğinde göğe salsınlar’ diyor.
Klimalı otobüsten bir fırının içine iniyoruz. Güneşe karşı ter bezlerimizi test ediyoruz… Tırman terle… Terle, eriyorum san! Neyse, manastır içindeki badem ağaçlarının altı serince… Sığınıyoruz. Dahasını isteyenler kurucu azizin çukuruna iniyor… Karen isimli bir Ermeni şoförle sohbet ediyorum. Kentte ya da köylerde pek çok kişiyle Türkçe konuşulabiliyor… Şoför; “Abi, ben 12 yıldır sınırdan İranlı taşıyorum. Erivan’ı gezdiriyorum. Günlüğüm 50 dolar. Yakıt falan da içinde. İdare ediyorum işte. Eşimin adı Karin ve İranlı kendisi… Ben sadece İranlı gezdiriyorum. Dillerini biliyorum. Kolay anlaşıyoruz. Benim telefonum onlarda var. Ararlar, gezeriz.”
Bıraksan, her konuya girecek… Dilinin farsi etkiler taşıdığını söylüyorum ama Doğu Ermenicesi böyle. Farsça duyar gibisiniz… Güçlü bir etki. Zaten Ruslar ve İranlıların etkisinde kalmış dilleri ve kültürleri. Bu nedenle Hemşin coğrafyasının kapalı toplumunun, özellikle kadınların dillerinin arkaik Ermenice olduğu iddiası bu yüzden tartışılıyor…
NORAVANK MANASTIRI…
Daha yürüyeceğimiz güneşli yollar varmış. Başka tepelere yöneliyoruz. Burası daha hareketli bir yer. Issız dağların ortasında taş bezemeciliğinin gene muhteşem örneklerinin görüldüğü bir kilise. Manastır, yoktur deniyor. Yani çok sayıda din adamının bulunduğu yerler pek bulunmaz diyorlar. Ama bu yapıtların tanımsal karşılığının ‘Manastır’ olduğunu da ekliyorlar… Burada biraz dolanıyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz. İncecik merdiveninden tırmanıp olağanüstü akustiği olan yapının içinde bir arkadaşımız Ortodoks ezgileri seslendiriyor. Çok etkileyici… Aktif olmayan bu yapıda da özel ve dini bir etkilenme yaşayan görmüyoruz. Kentteki görece yeni kiliseler böyle değil. İşten çıkmış evine giderken ya da pazardan dönerken bile birkaç dakikalığına da olsa girip, huzur bulabiliyor insan. Kendi başlarına kalıyor ve dua ediyorlar. Ama dağ başlarında sadece bir tarih gezintisi içindeki duraklara uğramış oluyoruz..
KALABALIKLARIN ARASINDAYIZ…
Bebeklerin vaftiz edildiği bir kiliseye geliyoruz Novarank Manastırı içindeyiz… Dağların ortasındayız ama daha da tepelerde üzeri haçlı mağaralar var. Biz etekleri tercih ediyoruz. Burada da kurban kesme adeti var. Reddeden bakışlarla izliyoruz. Zavallı koyuncukları ite kaka kesmeye götürüyorlar. Bebeciklerin ağlamalarına koyunların iniltileri karışıyor… Hediyelik çikolatalar dağıtılıyor. Zaten kilise duvarının yamacına yerleşmiş seyyarlarda envai tür yiyecek var. Özelikle ‘kate-kete-‘ dedikleri değirmi ekmek muhteşem. Hafif tatlı ve cevizlisi de var. Tabii cevizli kayısı sucukları ve pestilleri de satışta. Küçük haçlar ve değişik örtüler… Uyduruk ritmli yöre müzisyenleri de tıkırdayıp duruyor. Bin darama (üç dolara) 20 saniye çalıyorlar. Otomat gibi. Tık diye de, duruyorlar… Çok sayıda İranlı ziyaretçi burada da var… Arabalar, otobüsler, bebekler ve koyunlarla tıkış tıkışa bir dağ başındayız…
PUTPEREST TAPINAĞINA GİDİYORUZ…
Yapıldığı tarih bilinmeyen, ama altında bir Urartu tapınağı olduğu söylenen eski zamanların bir tapınağına gidiyoruz. Garni’deki putperest tapınak 1679’da deprem görmüş ve yanındaki kiliseyle birlikte yıkılmış. Tapınak ayakta ama kilise ve zemini olağanüstü mozaiklerle bezeleri hamam, kalıntı halinde duruyor. Çok güzel bir çevre düzeni ve bilgi sunumu ile buradan hoşnut ayrılıyoruz. Çünkü kapısına kadar otobüsle gitme olanağı var ve küçük hediyelik dükkânları, tertemiz tuvaletleri ve oturma birimleriyle bir turistin arayacağı her tür konfor var…
SEVAN GÖLÜNDE SERİNLİYORUZ…
Geghard bölgesinden bu kez Sevan Gölü’ne uzanıyoruz… Bir saate yakın bir yolculuk daha ve göl kıyısında piknik… Tam umduğumuz gibi. Ama beklediğimiz gibi kesinlikle değil… Camları ve kapıları açık arabalardan yayılan arabeskle taverna müziğinin bire bir benzerlerinin elektronik zımbırtılara bulaşmış hali, yemeğimize eşlik ediyor. Mangallar harlanıyor… Sırtında havlu, ayağında hamam terlikleriyle koşuşturan erkekler. Kadınlar burada da zarif olma çabasında… Jet-ski’ler de kiralık. Alıp, vızır vızır kafa şişirebilirsiniz. Akşam olur da gideriz, derken tepeden bütün göle hakim manzaralı başka bir kilise imdadımıza yetişiyor. Hacı olmak üzereyiz… Küçük ama leb-i derya sayılabilecek kiliseye de tırmanarak çıkıyor arkadaşlarım. Ben buz gibi bir çayı önüme çekiyor ve etrafının gürültülü sahil kasabası görüntüsünü izliyorum…
Akşama şehre döneceğiz ve Arto Tunçboyacıyan’ın kulübüne gideceğiz…
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN KADEH KALDIRIYORUZ: ‘GENATZ’, 07 Ağustos 2008
Bu akşam bir köy yerine gidiyoruz. Erivan Belediyesi Kültür ve Spordan sorumlu Başkan Yardımcısı Tikran Hakobyan’ın yazlık evinin bahçesine… Bu kez grubumuz üçe bölündü. Dünyaca ünlü ve iyice yaşlı bir Ermeni gitaristi dinlemek için Opera salonuna giden bir grup müzisyen arkadaşımız daha sonra gelecek… Yerevan Bilimler Akademisi’nin Türkoloji Bölümü öğretim üyelerinin evlerine konuk olan arkadaşlarımız ise ‘belki geliriz’ sözünü tutamadılar. Zaman zaman gözyaşlarının içimize aktığı, kardeşçe ve heyecan dolu bir buluşmayı kaçırdılar. Doğrusu ben de bu geceyi size ne kadar ‘aynen’ aktarabilirim, bilemiyorum.
Bahçedeki büyük dut ağacının altına iki sofra hazırlanmış. Toplamı 25 kişilik bir sofra. Sofrada yok, yok… Ayrıca tandırda ve közün üzerinde değişik etler pişiyor… Gecikmiş de olduğumuz için yüzlerimiz karşılıklı olarak gergindi sanki… Otobüsten ayağımızı toprağa değdiğimiz andan itibaren birden geniş gülümsemelerle ‘Parev’, ve ‘Merhabalar’ sözcüklerinin sıcak tınısıyla, gerginliklerimizi o saniye geride bırakmış olduk. Tokalaşmaların ardından taburelere yerleşiyoruz. Önümüzde her öğünün geleneksel tabakları var. Peynir ve yeşil otlardan oluşan zengin tabaklar… Nar (nur) şarabı ve diğer şarap çeşitleri, hemen arkamızdaki bir teknede demlenen kayısı rakısı ve votka çeşitleri. Yetmez diyenlere dünyanın bir numaralı kanyağı olan Ararat’ın çeşitli boydaki şişeleri. Gece uzun sürecek galiba.
BBelki biliyorsunuzdur; bu yöre toplumlarında ‘Şerefe’ demek için bir konuşma yapılması gerekiyor. İlk ‘Genatz’ konuşması da takdir edersiniz ki, aynı zamanda etnograf olan ev sahibi Tikran bey tarafından yapılıyor. Bir konuya da dikkat çekmek istiyorum. Etrafımızda bizim Hemşinlilerin hemencecik anlaşabildikleri Hamşenehay bir tek kişi bile yok. Hepsi Ermeni. Tikran bey bilerek Ermenice konuşuyor ve Türkçe’ye çevriliyor. Moses ve Samuel yardımcı oluyor bizlere.
KADEHLER, HALKLARIN KARDEŞLİĞİNE …
İnsanlık kadar eski, kadim kardeşlik ve dostluk duygularının kaim olmasına kadeh kaldırıyoruz… Bu birincisi; hep birlikte ayaklanıyoruz ve yakınlarımızdan başlayarak olabildiğince herkesle kadeh kadehe ya da göz göze geliyoruz: “Genatz-Şerefe”… Otururken, yeni bir konuşma başlıyor. Önceleri konuşmaları Tikran bey yapıyor ama sonlara doğru diğerleri ve bizler de kadeh kaldırmaya davet ediyoruz insanları. Tikran bey, bu kez; “Ölmeye yüz tutmuş bir kültürü canlandırmaya çalışan Hemşinlilerin emekleri için içiyoruz” dedi. Tekrar kalktık ve küçük kadehlerimizi dipledik. İçme olayı dudak değdirme ya da minik bir yudumla olmuyor. Tık, gırtlağa… Hepsi çok lezzetli ama ev yapımı içkiler kara zehir gibi yakıyor.
İlk etki dil ve küçük dil üzerinde oluyor. Eşzamanlı olarak gözlerinin çevresi kasılıyor ve yangın başlıyor… Sonra boğazının derinlerine inerken içkiniz, geçtiği yolun çeperinde çivilemediği milim yer bırakmıyor. Sonra mide yüzeyinin tamamına doğru yayıldığı sıra; siz yudumladığınız içkinizin hayatta içmiş olacağınız son yudum olduğu duygusuyla tepenizi saran ter taneleriyle, ensenizden sırtınıza süzülen damlacıklarla baş etmeyi düşünüyorsunuz. Tikran bey, üçüncü kadeh için konuşma hazırlığı yaparken küçük bir soluklanma vesilesi olarak kendi yapımı olan ve Mancot –Çotak- adını verdiği çellosuyla konservatuvar hocası, çok sevilen sanatçı Manuk Harutsyun ağacın altına iskemlesini çekiyor…
Bilirsiniz, “Eyyamu Bahur” derler, sıcak günlerin en sıcaklarının yaşandığı günler, bu köy yerinde gece bile kendisini hayli güçlü hissettiriyor. Bu kez konuşmalar ve kadehler; Ermenistan, Lübnan, Suriye ve Türkiye’de yapılan türkü derleme çalışmaları için kalkıyor. Bizler kadeh tokuştururken, çellonun hüzünlü tınısı başlıyor. Viola da Gamba ile Çello arasında bir küçümenlikteki sazdan kemon, viyola ve çello sesleri çıkabiliyor. Bir Ermeni ezgisi dinlerken hemen yamacına yerleşen üfleme sazların hepsini büyük marifetle çalabilen Cebrail de yanıma bir tabure iliştirerek, bir Erzincan ezgisine soluk veriyor. Çello büyük marifetle eşlik ediyor. Manuk’un yüzündeki olağanüstü hüzünlü ezgiler havayı değiştiriyor. Bu kez çalgıcılarımız ve ezgileri için ayaklanıyoruz. İçkilere alışıyor muyuz, ne!? Yudumlar kayıp, gidiverdi. Ezgilere şiirler eşlik ediyor. Araştırmacı yazar Aslan Aslanyan kalkıyor ve çello eşliğinde Sayat Nova şiirleri okuyor. Güçlü sesini, haşmetli gövdesini iyi kullandığı jestleriyle süsleyerek kalbimizi çalıyor. Tabii bir kadeh de ozan Nova’ya ve Aslanyan’a…
Kalkıyoruz ve küt diye oturuveriyoruz. Galiba bu kadehte kayısı rakısı var. Şaraplar iyiydi ama rakı gevşemeye yüz tutmuş organlarımızı yerli yerine oturtuyor. İyi, gece yeni başlıyor demek ki… Konserdeki arkadaşlarımız da geldiler. Müzik işi biraz daha çeşitlendi. Yerel sazlar hediye edildi. Hepimiz birer Herbie Mann oluverdik. Üfle dur, ne kadar akortsuz ses varsa bizden çıkıyor. Neyse, konuşmalara başladık. Gelenlerin şerefine kadeh kaldırıyoruz… Şiirin hükmü sürüyor: Saban (Çud) olmazsa / Hayat olmaz, / Hayat sabanın / Ucunda büyür… Şiir ve gece uzun… Sohbetlerimizi Osmanlı’da yetişmiş ve Ermenice’yi ancak çocukluğundan 30 yıl sonra öğrenip, Ermeni müziğini sistematize eden Komitas’tan söz ediyoruz. Sözlere ezgilerini eşlik yaparak… Erzurum, Van, Bitlis ve Muş türküleri çalarken, Tamzara başta olmak üzere kimi barlar ve horona durmalar başlıyor… Horona, bara ve dansların hepsine kadeh kaldırıyoruz. Türkülere, şiirlere de ayrıca…
HAYATLARINDA TÜRKİYE’DE YAŞAMAMIŞKEN…
Gençlerde karşılaşmadığımız bir özelliği burada özellikle içimiz acıyarak ve hüzünlenerek saptıyoruz. Herkes Türkçe konuşmak gayretinde… 40 yaşın üstünde herkeste bunu gözlemledik. Şehirde çarşıda aramızda konuşurken kulak verenler bizi çağırıyor ve çay ısmarlıyor. Türkçe konuşuyorlar. Alışveriş için girdiğimiz yerlerde bizi duyanlar hemen soğuk sular getirip, sohbet etmek istiyorlar. Burada da aynı şey oluyor; ya Türkçe konuşma çabasındalar ya da Türkiye’den söz ediyorlar: “Bizim anadilimiz Türkçe ve Ermenice’dir. Kürtçe ve Ermenice’dir… Anadoluluyuz biz. Atalarımızın köylerine pek azımız gitti ama anlatılanlardan oraları yaşıyoruz” diyorlar. Minicik bir ezgiyi dilinin ucuna getiriyor ve çalgılar başlayınca da türkü dilden dile çoğalıyor. Yad etmekle ait olmaklık arasında gidip geliyorlar. Bazılarımızın bile anımsamakta zorluk çektikleri bozlakları, uzun havaları, hüzünlü türküleri onların seslerinden duyuyoruz. Ağlamamak için zor tutuyoruz kendimizi. Kimsenin tehcir meselesini kesinlikle anmadığı ama unutmadığı bir ortamdayız. Dile gelen türküler, tınıyan sazlar her acıyı bütün kıvamıyla anlatıyor…
BİRLİKTE ŞARKI SÖYLEMENİN KEYFİ YAŞAMIN KENDİSİ KADAR, 08 Ağustos 2008
Sayılı günler çabuk geçiyor… Konserler, fotoğraf sergileri ve bilimsel toplantılar derken zaman akıp gitti. Yeni yüzlerle karşılaştık. Onlarca dostumuzla kalıcı ilişkiler kurduk… Ülke kadar büyük başkentte adım basmadığımız toprak kalmadı. Girdiğimiz çıktığımız her kapıda, her sokakta bizi duyanlar; bizlerle konuşma çabasına girişti. Sevindik, yadırgadık ama ilerleyen günlerde şaşırmadık. Kardeşlerimizle olan buluşmamız çok özel muhabbetlerle gelişiyor ve karşılıklılık gerekiyordu. Bunları da konuştuk.
Bizleri Erivan’a davet eden Naregatsi Art Enstitute, bir sivil toplum kuruluşu… Amerika’da bir yönetim merkezleri (2001), Erivan (2004) ve Karabağlar (2006)’da da şubeleri var. Etkin yer başkentteki merkez. Karabağlar’daki şubede yoksul çocuklara ücretsiz olarak; müzik, dikiş, halk oyunları, el sanatları, plastik sanatlar öğretiliyor. Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde İş Yönetimi okuyan (Gaziantepli) merkezin kurucusu Nareg Hartounian’la konuşuyoruz…Din bilgesi Grigor Naregatsi adını verdikleri merkezin (sorularımız üzerine) fonlama kabul etmediğini ve proje bazındaki işleri yakın çevresiyle çözümlediğini söylüyor… Erivan’daki merkezde 200 kişilik birçok amaçlı etkinlik salonu, bir sergi salonu, bir sahne ve pek çok atölye odası var. Profesyonel olarak yönetimini sürdüren gençlerle de konuşuyoruz. Hepsi, Ermenistan gençliğinin kültür ve sanat gereksinimleri için bir şeyler yapmanın yoğun çabasından büyük keyif duyduklarını söylüyor. Buna tanık oluyoruz. Halk oyunları provasına yüze yakın genç geliyor. Müzik çalışması ve sonrasındaki konseri de 200 kadar insan izliyor. Tamamen katılımcılık esaslı bir program uygulaması var. Türkiye’den Hemşin’e ilişkin mimari ve portrelerden oluşan bir fotoğraf sergisi yollamıştık. Hemen ardından yağlı boya bir sergi başladı. Her nedense bir yayın yapmayı tasarlamadıklarını; işlerinin öğrenmek ve sunmak olduğunu; ‘kirlenmeyelim istiyoruz’ diyerek, açıklıyor.
***
Araştırmalar sürdükçe gerçekler ortaya çıkar…
Ermenİstan’a birlikte gitme keyfi ve deneyimini yaşadığımız çok değerli meslektaşımız, ahparikimiz Agos yöneticisi ve yazarı Sarkis Seropyan (ağabeyimiz) ile de konuşalım, dedik… Sözü ustaya bırakmak doğrusu: “Gençler açısından çok yeni bir bilgilenme düzeyi olabilir. Onun için anlatmalıyım… 15-16 yıl önce bir dostum Hemşin Ermenileri adlı bir makale getirmişti. Türkçe’ye çevirirsen, kültür hizmeti yapmış olursun, demişti. Agos henüz yokken, zaten çeviriler yapıyordum. Bilimsel bir makaleydi. Fotokopiyi önüme aldım ve hazırlanan önsözü de koyma ricasını dikkate almamı rica ettiği, çeviriye başladım. Çeviri bitti, yayınevi çalışmamı genişletmemi istedi. Vartavar da olmak üzere kimi kültür aidiyetleri, sözcükleri vs. için eklemeler yaptım. Bağdik Avedisyan müstear ismiyle Hemşin Gizemi adlı (Belge Yayınları; Levon Haçikyan’ın) kitabı yapmış olduk. Paruyr Muradyan isimi Ermenistanlı bir profesörün hazırladığı değerli önsözlü kitap yıllar içinde çok ilgi gördü ve referans kitapların başında geldi. Makale halinde Ermenistan’da bir dergide yayımlanmıştı. Ulusal Bilimler Akademisi’nin bülteninde Sovyetler zamanında yayımlanmıştı.
Gençlerin yeni yeni ilgilenmesinin nedeni; aynen Hıristiyan Türklerin var oluşunun öğrenilmesi gibi bir öğrenme durumudur. Romanya’da, Moldavya’da var biliyorsunuz. Müslümanlığı kabul etmiş; Ermeniler’in kabul etmiş olduğunu öğrenmek onları heyecanlandırmış ve bilgilenmeye itmiştir. Kim ne der ve nasıl kabul eder bilemem tabii. Yoksa burada (Erivan’daki) ‘fastfoodcu’ gençler bu konularla ilgilenmezler bile.
Bana göre (akademisyen olmadığım halde) Hemşinliler aynı Ermenistan’da örnek gösterebileceğimiz benzerleri (Karabağlılar) gibi, kendilerini herhangi bir milletin hükümranlığı altında görmek istemiyorlar. Sanki… Karabağlılar dağlık bir bölgede yaşar. Bunlara dünyanın neresinde rastlarsınız rastlayın Karabağlıyız derler. Bizim Hemşinliler de doğrudan Hemşinliyim der. Hatta Hamşentsiyim der. İlk aidiyetini böyle görmek lazım. Yakıştırmaktan ziyade kendilerini nasıl hissettekleri önemli. Bunları başkalarından ayıran en önemli etmen de doğal olarak dilleridir. Hopa Hemşinliler bu dili korur, Baş Hemşinliler de geleneklerini korur. Vartavar gününü aynı isimle herkes kullanılır. Sınırlar, yükseklikler aşılınca da farklılaşılabiliyor. 2 bin metre geçilince Vartovar kutlanıyor. Sahilde bu yoktur…
Dil konusunda bazı şeyler de söylemeliyim. Fazla söylenmiyor ama, terkedilmiş tarihi yöreler bilirsiniz, 10 santim toprakla örtülür. Her sene bu miktar artar ve höyükler dola dola yükselir. Konuşulan diller de zaman içinde başka dil ve kültürlerden etkilenir. Bir zaman geliyor ki, beş yüz sene önce kullanılan dille hiç ilgisi olmadığını görüyoruz. Bin sene evvelki de bambaşka bir dildir. Yazılı dilde de böyledir. Klasik bir Ermenice vardır. Halkımıız bunu anlamaz… Hemşinliler de dağlık yörelerde yaşadıkları için muhtemelen ve sahildekilerle ilgisi olmadıkları için dilleri korumuşlar. Özellikle kadınlar… Torun, ninesinden hangi dili öğrenmişse aile içinde bu dil kullanılmış. Erkekler, gurbet ve askerlik sırasında başka dilleri öğrenmişler ve etkilenmişler. Bu dil böyle korunmuş ve otantik haliyle bugünlere gelebilmiş. Batı Hemşinlilerin konuştuğu Ermenice diyalekt, aslında bin sene evvelki ;Ermenice dilinin özüdür, aynısıdır. Diğer Ermeniler, Soçi’de ve KrasNadar’da başka diyalekt kullanırlar. Adapazarlılar’da da farklıdır. Yayla köyleri orijinaldir. İstanbul’daki ve Ermenistan’daki insanlarımızın konuştukları dil muhtemelen özgün haliyle Hemşin dilidir. Bana öyle geliyor. Ermeniler de gurbetçidir. Diyaspora nedeniyle dilde bozulma olmuş. Rus ve İran etkisi vardır Ermenistan’da… Buranın Ermenileri Çarlık dünyasının arka bahçesiydi. Burada bütün gençler Rusya konuşurdu. Resmi dil Rusça ve Ermenice’ydi. Bozulmalar bu yüzdendir… Tabii, bütün bunlar bilim insanlarının işi. Yoksa, kim kendini ne hissediyorsa aslolarak da öyle kabul edilmelidir.”
Sarkis ahparike teşekkürlerimizle…
***
Bir tek şeye inanıyorum “BÜYÜK İNSANLIK”…
Gece Arto’nun kulübündeyiz. Abisi Onno Tunç ile birlikte başta Sezen Aksu olmak üzere popüler Türk müziğine büyük katkıları olan Arto, konuştukça çatallaşması artan sesiyle kulağımızda çınlıyor: “Büyük Ermeniler, Büyük Türkler falan yok. İstemiyorum. Önce insan olunmalı. Sınıra yazmışlar: Her Türk Asker Doğar… Ben de karşısına gidip yazdım; Her Ermeni İnsan Doğar. Gidip, Ruslar’a şikayet etmişler bizi. Bana geldiler. Kaldıracaksın, dediler. Kaldırmadım… Ayıp mı ettim? Ben, herkesin kardeşçe sözler söylemesini ve barışçı bir ortamda yaşamasını istiyorum. Böbürleneceğimiz tek yanımız kardeşliğimiz olmalı. Burada da bana itiraz edenler olmuştu. Beş yıl önce yuhalamışlardı. Türkiye’den gelen bir müzisyendim ve ne yapacağımı bilmiyorlardı. Şimdi herkesin gözbebeğiyim… Burada herkesin elçisiyim… Her dilin, her kültürün… Bu yanımı görüp, sevdiler artık… Benim dilim evrenseldir, müzik yapıyorum. Barıştan yan çizmiyorum… Samatyalı’yım ben, sözlerim dobradır. Herkes işini yapsın, iyi yapsın isterim. Benim işim müzik yapmak ve insanlık beklemek… Nâzım’ın dediği gibi ‘Büyük İnsanlık’… Başka bir derdim yok… Yaz bunları Adnan kardeşim, uyuma öyle…
Yazıyorum işte… Üstelik birlikte müzik bile yaptık. Başkalarının çaldığı bir kulüpte karşı karşıya oturduk ve ritim tuttuk. Bunu da yazayım da, kayıtlara geçsin… Arto gülüyor. “Yaz Adnan abi, yaz. Söz uçar…” Hoş adam Arto…
HÜZÜN, KEYİF, NAR, KONYAK, BEKLENTİ, BARIŞ VE KARDEŞLİK, 09 Ağustos 2008
Tarihçilik ya da etnografik çalışmalar yapmak üzere gitmedik Ermenistan’a. Belki biraz kültürel arkeoloji yapmak yönündeki niyetimize zemin aradık… Kültür ve sanat etkinliği taşıyorduk Erivan’a ve karşılaşacağımız ortam; bunun karşılıklı olmasını istemeyi de getirebilirdi. Nitekim öyle oldu…
Ama niye gittiğimizi ve neyle karşılaşmayı umduğumuzu iyi biliyorduk. Kardeşlerimizle buluşmak istiyorduk. Barışçı bir ortamda birikimlerimizi paylaşmak ve birlikte yeni bir şeyler yapabilmeyi konuşmaya gidiyorduk.
‘ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR’
Nitekim, böyle oldu. Petrosyan ya da Sarkisyan üzerinden Ermeni politikalarını konuşmadık; Gül ya da Erdoğan üzerinden Kars kapısının açılması veya tehcir/soykırım meselelerini de konuşmadık. Bir kez bile geçmedi. Ama yaşanan acıların yaşandığına ilişkin fiziki ve ruhi işaretleri daima aldık. Bundan soyutlanmak olası değil… Gerekli de değil. Ateş düştüğü yeri yakar…
Müzeleri de hayli zengin. Yazımızda buna fazla giremedik. Ama dünyanın en eski el yazması dini kitapları burada. Tarih ve doğa müzesi de çok zengin. Soykırım Müzesi ise sadece görünce anlaşılabilir…
GİTMEK FARZ OLDU DİYENLERE…
Elbette-hararetle bekledikleri-gümrük kapısının açılmasını hem jest olarak hem de ilişkilerin gelişmesi adına özellikle gözlüyorlar. Çünkü Gürcüstan ve İran üzerinden her yıl 5 bin tır girip mal taşıyor Ermenistan’a… Orada yerleşik Türkiyeli tacirler var. Kültür ve bilim heyetleri gelip gidiyor zaten. Haziran ayından itibaren Ermeni hava kuruluşlarından biri tarafından Antalya-Erivan arasında karşılıklı olarak ‘charter’ seferleri de başlamış durumda. Haftada iki kez de Türkiye’den özel hava yolu uçuşları var…
Türkiye üzerine neler bildiklerini bildiğimiz Ermenistan insanının; Anadolu topraklarının havasına buncadır soluğunu katması, sadece insanca özlem ve meraklarına bağlanabilir…
Yoksunluklarını bize bir kez bile hissettirmeyen; daima nazik ve hep işbirliğine hazır tutumlarıyla Ermenistan halkını ve sevgili dostlarımızı hiç unutmayacağız. Onları Türkiye’de ağırlamayı umarak ve bekleyerek…
Teşekkürlerimiz; Arpi, Nareg, Nazeli, Sergey, Tomy, Naira, Samvel, Tikran, Moses, Manuk, Golya, Lusine, Haykaram, Ruben, Anuş, Lianna, Rudik, Ruzan, Yulya, Hayk, Sinbad, Aslan, Vasken, Karen, Arev ve daha bir o kadar güzel insan için…
NOT: Dizi sürerken, Türkiye’den, Ermenistan’dan ve bazı başka ülkelerden arayan dostlara teşekkürler. Uyarıları oldu, ‘şunları, bunları da yazsaydın’ diye. Bu basit bir izlenim yazısı. Muhtemelen ekonomisi ve politikasıyla ilgili yeni bir dizi de hazırlayacağız… Sevgilerle.
***
SENEM TÜZEN
Atom Egoyan’la festivalde…
Ermenİstan’da olan tek Türkiyeli bizler değildik. Senem Tüzen, 5. Altın Kayısı Film Festivali’ne ünlü yönetmen Atom Egoyan’ın davetlisi olarak gelmiş. Yollarımız kesişti ve kısacık konuştuk. MSÜ TV Bölümü’nde okumuş genç bir kısa filmci Senem. Ermeni-Türk Sineması’nda Teori ve Sosyal Durumlar üzerine bir atölye çalışması için çağrılı. Moral değerler, kim ve neler doğrudur gibi üst başlıkları konuşup, tartışıp spontan bir çalışmaya girişmişler. Plan çekimleri ve senaryo çalışmaları için ‘underground’ bir yöntem izlenmiş ve hemen uygulanmış… İkisi Rus, biri İstanbullu Ermeni 2 Türkiyeli ve Erivan’dan sanatçı gençlerin katılımıyla çektikleri kısa film bitmiş ve Kanada’ya montaja gitmiş.. Görüntü Yönetmeni Egoyan’ın da çalışma arkadaşlarından; Norayr Kasper… Senem de bizimle döndü...
***
Bilim temelli ne yaparsak barış adına yapmış oluruz
Akademİsyen Ruben Melkonyan’la sohbet ediyoruz. Sohbetimiz, edebiyat ve seyahatimiz üzerine. Sevimli ve esprili bir dili var hocanın: “Yerevan Devlet Üniversitesi Türkoloji bölümü filologlarından yardımcı profesör bir bilim insanıyım. Dört yıl önce Ermenistan’da ilk defa Çağdaş Türk Edebiyatı üzerine bir doktora tezi çalışması yaptım. Fakir Baykurt ve köy romanı üzerine yapılmış ilk ve tek çalışmaydı.
Üniversitemizde Türkçe, Türk Edebiyatı ve Türkiye Tarihi dersi veriyoruz. Eskiden SSCB kitapları üzerinden yapıyorduk ama üniversitem çağdaş Türk edebiyatı ve dili üzerine beni görevlendirdi. Şimdi de Türk Çağdaş Edebiyatı ders kitabı hazırlıyorum. Bugüne kadar yayımlanmış ilk ders kitabı olacak… 2005’te doktora tezimi tamamladım ve derslere girmeye başladı. Türkiye’de yaşayan İslamlaştırılmış ve/veya Ermeni kökenli insanlar hakkında son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar benim de ilgimi çekiyor ve bu alana yöneldim. 15 kadar makale yazdım; Türkiye yaşayan Hemşinliler ve dönmeler konusu bir bilim insanı olarak benim için zengin bir alan. Bu hem Türkoloji’nin hem de Ermeniloji’nin alanıdır. İki yıl önce Hrant Dink’in avukatı da olan Fethiye Çetin’in ‘Annaennem’ adlı kitabını Ermenice’ye çevirdim ve çok ilgi gördü…
‘HERKES ETNİK KİMLİĞİNİ SAVUNABİLMELİ’
Hemşinliler hakkında bu konferans ve ‘Hemşin Haftası’ iyi bir girişim oldu. Çünkü Ermenistan Ermenileri’nin büyük kısmı Türkiye’de yaşayan Hemşinliler’in olduklarını bilmiyorlardı. Bizde böyle bir saplantı var: Ermeni Hristiyan olmalı, denir. Hemşinliler’in kültürlerini, Lazlar’ın şarkılarını duymamışlardı. Bu fikir yanlıştı. Etnik kimlik başka bir şeydir, din başka bir şeydir. Ermeni ya da Müslüman olmak çok önemli değil… Ben Hemşinliler’i kardeşim olarak görüyorum. Şimdi bu bilimsel çalışmalar ve etkinlikler nedeniyle bilgi sahibi oluyoruz… Hıristiyan Hemşinliler ve Abhazya ve Rusya’daki Hemşinlileri biliyorduk.
Onların dilini pek anlamıyoruz. Muhtemelen Hemşinliler’in özgün dilleri arkaik Ermenice’dir. Bizim dilimiz bile çevre etkileriyle bozulmuş olabilir. Benim için de arkadaşlarım içinde ortak kültürün önemi büyüktür. Danslarımız, şarkılarımız ve dilimiz yakın; hatta aynı. Ortak kültür temeli çok değerlidir. Artık bunlarla arkadaşlık yapmak, yazışmak ve görüşmelerimizi ilerletmek istiyoruz… Hamşenehay sözcüğü vardır bizde; Hemşin Ermenileri demek durumundayız… Ama biz kimseyi yaftalamak istemeyiz… Ters gelebilir. AB yolundaki bir Türkiye’de herkes kendi etnik kimliğini rahatlıkça savunabilmeli. Bu konferansı bir de Hopa’da (ya da İstanbul’da) yapabilmeyi çok isteriz…”
Birgün
Erivan Günlüğü
Labels: Ermenistan - Gezi
1 yorum:
çamlıhemşinli olarak bir türk olarak,o yazıda yazılanları üstüme almıyorum..hopa hemşin lilerinin ermeni olup,olmadığı beni ilgilendirmez.müslümansa benim kardeşimdir..ama hemşinlileri anlatırken biz rizeli hemşinlileride düşünerek konuşun..çok açık ve net.hopa hemşinliler ermenice yakın bir dil konuşurlar ki,şunuda belirteyim,kıpçak ermenicesi diye bişeyde vardır.buda ermenilerler türklerin bir dönem iç içe yaşadıklarını gösterir.neyse benim anlatmak istediğim hopalılar kendilerini ermeni olarak görüyorlarsa bu onları tercihi.günah değil suç değil.ama biz rize hemşinlileri öyle bir dil bilmeyiz.unutmuş olamayız öyle bir dili dağın dibinde.sakarayaya göçen rize hemşinlileride var,hopa hemşinlileride..aynı şey orda da var..hopalılar hala o dili konuşur,rize hemşinliler konuşmaz.unutmuş olsa onlar unuturdu.yanlış anlamayın,eskilerimden dinlediğime görede ermenilerin sıkça yaşadığı hodeçur yaylasındada pek hoş gelmeye bilir ama ermenilerle bizimkilerin karşı karşıya gelmişlikleri vardır..bizzar onların orda ettikleri hainlikle alakalı..diyeceğim o ki,hemşin den bahsederken iki ye bölün öyle düşünün..
Yorum Gönder