ERİVAN - “Doymadım doyamadım sevmelere seni ben / Kimseyi koyamadım yerine yeniden.. .” Erivan’daki Abovian Sokağı’nda bir kasetçalardan yayılan ‘o meşhur’ şarkının namesi bende ne derin bir hayal kırıklığı yaşatmıştı!.. Erivan’da onca yaşanacak hayal kırıklığı varken ben, Türkiyeli bir Ermeni bestecinin, halk şarkısına kendi imzasını besteci olarak atmasına yıkılmıştım. Öfkeyle, “Daha kimbilir kaç şarkı var böyle, Ermeni türkülerinden tornistan...” diye de epey hayıflanmıştım. Bilmem öyle midir gerçekten, ama bildiğim bir şey var ki; . .
Erivan’dan İzmir’in Kordon’una kadar her ne köşede bir anonim iş varsa, birbirinin aynıdır. Kavgası, sevmesi, şarkı söylemesi, yediği, içtiği, hırsızlığı, arsızlığı, mertliği, sertliği, namertliği hep aynıdır. Bu coğrafyanın çocukları değil miyiz, biz birbirimize çok benzeriz. Erivan’ı ilk defa 13 yıl önce gören bencileyin “net yazarınız”, bir gün öncesine kadar yine oradaydı. Lazım gelir ki ilk ziyarette yaşadıklarımı yazayım, ardından 13 yıl sonrasının yol açtığı yeni hayal kırıklıklarını...
BANKERZEDE ERMENİSTAN
Erivan 13 yıl önce başka bir gezegenin yerleşimi gibiydi... Her yarım saatte kesilen elektrikler, içme suyunun sarı-kara renkte akması, kaldığınız otelde temiz çarşaf bulmanın altın bulmakla eşdeğer olması, kentte gönül rahatlığıyla yemek yiyecek bir lokantanın bulunmayışı, günlük yaşamın olağanlıklarıydı...
Üstelik bir de yoksulluk, hem de ağırlığı insanın canını fena acıtan bir yoksulluk... Erivan’da zaman durmuş, her şey Sovyetler döneminde inşa edilmiş iki dışa vurumcu devasa beton kütleye sabitlenmişti. Bunlar, Cumhuriyet Meydanı olarak anılan ve kentin merkezini temsil eden alanın etrafındaki resmi hizmet binalarıydı.
Sokaklarda yoksulluğun soğuk yüzü, daha çok yaşlı insanların çehresine yapışmıştı. Bankerlerin tokatladığı emekli ikramiyeleri Tataristan’da kamyon lastiği tamirhanesi, St. Petersburg’da pavyon, Moskova’da birahaneye dönüşmüştü. Ermeni bankerler “yatırımlarını” Erivan’dan en az 1000 kilometre mesafede daha fazla paraya dönüştürmeye çalışırken, paralarını kaptıranlar soğuk kış gecelerinde donmamak için ahşap kilise oturaklarını çalıyorlardı. Sovyetler artık yoktu, emekli maaşı verecek birileri de...
1980’lerde Türkiye’de yaşanan banker krizine benzer, belki daha da beter bir mali krizi yaşayan Ermenistan’da, başkent sokakları ellerinde pankartla devlet binaları önünde bekleşen, sürekli bağıran ve ağlayan yaşlı insanlarla doluydu. Bugün, üzerinde, yabancı pop müzik eşliğinde hamburger ve pizza satan lokantaların dizili olduğu Abovian Sokağı sayısız dilenciyle doluydu. Bir de, yeniden yapılanmaya çalışan ülkenin ilk girişimcileri vardı; işporta sehpalarında kaçak mal satanlar ve ülkenin belki de “ilk müzik prodüktörleri...”
Bunların çoğu, pilli teyplerin yardımıyla yeniyetme şarkıcıların sesini kaydetmiş, sonra işportaya çıkarmış “ayaküstü” prodüktörler, yani kasetçilerdi. İşportaya çıkan kasetlerde ülkelerine gelmek üzere olan kapitalizmin ilk yıldızları “henüz ilk bestelerini” okuyorlardı.
Abovian Sokağı’ndaki işportacıların sattığı en değerli ürünler ise, önce İran’a Türkiye’den kaçak sokulmuş, sonra Ermeniler’e satılmış farklı Türk markalarına ait biralar ve ülkede epey zor bulunan “tuvalet kâğıdı” rulolarıydı.
Erivan harabe görüntüsüne sahipti. Binalar dışarıdan olduğu kadar içeriden de “ha yıkıldı ha yıkılacak” izlenimi veriyor, yolların ve kamuya açık park ve bahçelerin bakımsızlığı insanı hayrete düşürüyordu. Velhasıl Ermenistan 1995’te, Baltık üçlüsü dışında Sovyetler’den ilk ayrılan devlet olmasına karşın olduğu yerde duruyor, 1988’de en az 30 bin kişinin ölümüne yol açan depremin altında kaldığı günden bu yana hiç kıpırdamıyordu.
1992 ve 93’de Dağlık Karabağ’daki çatışmaların tümüyle iç savaşa dönüşmesi Ermenistan’ın uluslararası camiada olumsuz gözlerle takibine yol açmıştı. Türkiye bu dönemde Ermenistan sınırını kapattı ve hava sahasının kulanımını da engelledi. Ermenistan’a Soçi üzerinden aktarmalı uçakla gittiğimiz o dönemde, doğudaki sınır komşumuza hükümetler düzeyinde, onunla “daha önce de olduğu gibi” hiçbir şekilde iletişim kurmayacağımızı söylemiştik. Türkiye, Sovyetler’den ayrılıp bağımsızlığını ilan eden bu “küçük Kafkasya” ülkesini resmen tanımış ama daha fazla itibar göstermemişti. Karadağ’ın işgali ve içsavaş süreci sonunda “yok saymaya teşne” bir ruh hali içerisinde Ermenistan’a tamamen sırtımızı döndük. Değil tarihin karanlık koridorlarında olup bitenleri konuşmak, bugünün sorunları için bile konuşmayı tercih ettiğimiz tek başkent Bakü olmuştu.
Akrabalık ilişkilerinin gücüne karşın 1995’te dönemin Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan beklenmedik bir diplomatik atakla elini Ankara’ya uzatmış ve “Gelin görüşelim” demişti.
O el havada kaldı...
Ermenistan en az 2 yıl daha Türkiye’nin sınır ambargosunu yoğun biçimde hissetti ama 90’ların sonunda Ermenistan dış yardımlarla büyümeye, gelişmeye başladı. Başta ABD ve Fransa olmak üzere Erivan’a insani yardımlar 1998’den itibaren giderek arttı.
O günlerde Erivan’ı ziyaret eden Türk gazetecilerin arasındaki ben, Abovian Sokağı’nda gördüğüm yoksulluk ve kaybolmuşluğu uzun süre başka bir coğrafyada görmedim, hissetmedim. Onuru en fazla zedelenmiş, yüreğinde ve zihninde derin bir iz olarak yer etmiş “soykırım” konusunu dahi unutmuş görünen bir Ermenistan tablosu vardı 13 yıl önceki Erivan sokaklarında...
KUMARHANELER KENTİ ERİVAN
Bu kez Ermenistan’a gitmek için uçağa tam 13 yıl sonra İstanbul’dan binebildim. İndiğim hava alanı, 3 milyon nüfusa yaklaşan yeni Ermenistan’ın ilk fotoğrafı oldu. Zvartnots Uluslararası Hava limanı 2004 yılında Ermeni asıllı Arjantinli bir işadamı olan Eduardo Örnekyan tarafından yeniden inşa edilmiş ve işletmeye açılmış.
Sigaraya aşırı düşkünlüğün ve hukuk tanımazlığın boşluklarını dolduran Ermeni tiryakiler dışında, son derece modern ve umulmadık ölçülerde “dakik” çalışan bir hava alanı ile karşılaştık. Erivan’a giderken yol boyunca sağlı sollu, ardı ardına dizili kumarhaneler Ermenistan’daki ” köklü değişimin” bir başka önemli işaretiydi!
Kaldığımız otelde “nispeten” temiz çarşaflarla karşılaşmak belki de en iyi “gelişme” göstergesiydi. Ama en fazla merak ettiğim yer Abovian Sokağı’ydı... Bu, yeni Ermenistan’ın Abovian Sokağı’nda artık işportacı yoktu. Tahmin edileceği gibi, daha önce kaset satan işportacılar müzik prodüktörlüğüne, kaçak mal satanlar ise kumarhane sahipliğine terfi etmişlerdi.
DÜNYADAKİ EN BÜYÜK AMERİKAN ELÇİLİĞİ ERİVAN’DA
‘Yeni dünya düzeni’ için motto haline gelen; ‘küresel düşün, yerel sömür’ Ermenistan’da çok da karşılık gören bir formül değil... Kafkaslar’daki konumunun dışında, tarihi bağları ve güçlü lobiler nedeniyle ABD için önemli bir ada ülke konumundaki Ermenistan’ın dünyanın süper gücünden aldığı yıllık yardım miktarı yarım milyar dolar civarında.
Amerika’nın bu ülkedeki varlığı ve bunu sürdürme kararlılığı sonucu Erivan, dünyadaki en kapsamlı elçilik hizmetlerini almaya başlamış. Bir başka ifadeyle, dünyadaki en büyük Amerikan elçiliği Erivan’da.
Peki ya Ruslar? Ermenilerin diplomasiyi iyi bildiği anlaşılıyor. Rusya’nın bu ülkedeki faaliyetlerini daha geniş biçimde takip etmesi ve BDT üyesi olarak ilişkilerini en üst düzeyde sürdürmesi için “House of Moscow”, yani Moskova Evi adıyla bir bina tahsis edilmiş. Geçmişte farklı amaçlar için kullanılan bir devlet dairesiyken şimdi Belediye binasının karşısında metruk duran bu dev yapı kompleksi, Ruslara verilmek üzere restore ediliyor. Ne diyelim, Ermeniler her durumda kumar oynamayı pek seviyor!...
İŞSİZ GENÇLERİN ÜLKESİ
Ermenistan, Dağlık Karabağ’ın bir uluslararası sorun olmasını unutturmaya ve ara formüllerle çözüm üretmeye çalışırken, dış politikada uyguladığı denge stratejisiyle de bölgesinin istikrarlı ülkelerinden biri olmaya aday.
Asker kökenli “şahin” son devlet başkanı Serj Sarkisyan, biraz da bu stratejinin bir parçası olarak, kimsenin beklemediği bir atakla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü iki ülke futbol takımları arasında oynanan milli maça davet ediyor, böylece “denge ve istikrar” yolunda değerli ve emin bir adım daha atıyor.
Erivan’da 13 yıl öncenin “köhne, harabe, savaş kenti” tanımlarına uygun başkent atmosferinin yerini artık genç, dinamik ve oyunu kuralına göre oynayan kapitalist bir ruh hali almış. Yoksulluk artık arka mahallelere çekilmiş. Zenginler az ama çok zengin, yoksullar ise nüfusun önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ancak onlar ülkelerinin bir gün düze çıkacağından eminler. “Ne yapalım” diyor genç Grigor; “umut etmekten başka çaremiz mi var? Gençlerin yüzde 90’ı işsiz geziyor ama yöneticiler her şeyin daha iyi olacağı konusunda ısrarcılar; herhalde bildikleri bir şey var...”
KUTSAL SEVAN, KAYBEDİLMİŞ ARARAT
İki gün gibi kısa sürede ülkenin en değerli su kaynağı olan Sevan Gölü’nü de ziyaret etme şansı buluyoruz. Zenginlerin görkemli yazlıkları, birkaç orta sınıf plajı ve muhteşem bir peyzaj!... Tabiatın tüm haşmetini gösterdiği gri dağ sıralarının omuzuna çıkmış, deniz seviyesinden yaklaşık 1500 metre yükseklikte bir göl burası. Suyu içiliyor, buradan akan nehirlerden az da olsa enerji sağlanıyor ve en önemlisi, Ermenistan’a bir içdeniz sahibi olduğu hissini veriyor. Müstehzi bir ifadeyle iskelede bağlı duran yorgun takaya ve direğine bağladığı bayrağa bakıp “İşte Ermenistan Donanması !...” diye bağırıyorum. Türkiye’den buralara “ata topraklarına” gelen yoldaşım Sevan atlıyor hemen: ” O halde önünde fotoğraf çektirelim !..”
Kutsal kent Eçmiadzin, Apostolik Kilise’nin Vatikan’ı... Orada geçirdiğimiz saatler Ermenilerin dinlerine, kendilerine bahşedilmiş olan “ilk Hristiyan ulus” olma onuruna düşkünlüklerini daha yakından görmemizi sağlıyor. Zaten bu yüzden dini motiflerin ekseninde duran Ararat (Ağrı Dağı), antik Ani yerleşimi ve Akdamar Kilisesi onlar için, burada sözcüklerle anlatılamayacak kadar değerli, uhrevi... İşin en tuhaf yanı ise bu üç önemli varlığın bugün Türkiye sınırları içerisinde yer alması. Bunun, tarih boyunca Türklerin şiddet ve zulmüne uğradığını düşünen milyonlarca Ermeni için nasıl acı veren bir his olduğunu varın siz düşünün...
13 yıl önce müzesini görmediğim ama anıtına kadar gittiğim “Tsitsernakaberd - Soykırım Anıtı” benim için bu defa müzesi de görülmesi gereken bir yerdi. Anıtın 44 metrelik sivri koniyi andıran steli göğe doğru uzanırken Ermeni ulusunun yeniden doğuşunu simgeliyor. 12 Büyük taş bloktan oluşan çember ise bugün Ermenilerin “Batı Ermenistan” olarak tanımladıkları, Türkiye’nin doğu ve kuzeydoğusunda yer alan kaybedilmiş 12 vilayeti temsil ediyor. Çemberin ortasında durmaksızın yanan ateşi, fonda inanılmaz güzelliğe sahip bir kadın sesi alevlendiriyor. Klasik bir partisyonda ninni olduğunu öğrendiğim ama ziyadesiyle ağıdı çağrıştıran bu şarkı ortada yanan ateşin korunu yüreğinize düşürecek kadar duygu yüklü...
Müze ise anlatılmaktan çok görülmeyi ve üzerine düşünülmeyi hak eden bir yer. 1915’te yaşananların ne olduğu, nasıl olduğu, neden yaşandığı elbette “akl-ı selim”, hakkaniyet ölçüsü bilen, önyargısız serinkanlı tarihçilerin işi... Lakin bu müzedeki tek gerçek, soykırım!...
İddia, gerçek, yalan ya da doğru ama Erivan’daki Tsitsernakaberd Müzesi bence, Ermenistan ile Türkiye’nin bir türlü “olduramadığı” dostluk ve kardeşçe yanyana yaşama ülküsünün önündeki en büyük engel. Ermenistan “unutturmama”, Türkiye ise “yalanlarla kavga etme” mücadelesi sürdürdüğünü savunurken bu işler nasıl hâllolur bilemiyorum. En kolayı “gelecek kuşaklara havale edelim” formülü... Zor olan elbette barışmak, kavuşmak. Erivan’dan İzmir’in Kordon’una kadar inançla, kararlılıkla temizlenmek.
Ama ne edelim ki, ta oradan buralara her ne köşede bir anonim iş varsa birbirinin aynı. Hırsızlığı, arsızlığı, namertliği tıpatıp aynı. Şimdi itiraf etmeliyim ki, sevmesi, şarkı söylemesi, yediği, içtiği, mertliği, tertemiz yüreği aynı olan bu coğrafyanın çocuklarına çok iş düşüyor. Hepimiz çok seviyoruz bu toprakları, hepimiz aşığız Ağrı’nın her mevsim beyaz eteklerine, Van Gölü’nün sonsuz maviliğine, Aras’ın kıvrım kıvrım coşkusuna...
“Çırpınırdı Karadeniz” aslında bir Ermeni halk şarkısıymış, ne gam!... Hatta ne güzel!... Bir Ermeni, çalgısına ses, bir Türk de, şarkıcısına sözlerini vermiş gibi... Ne diyordu en başta söylediğimiz o şarkı ;
“Vurgun yemiş misali gönlüm tutuldu aşka /
Ciğerimden yanıyorum ben bu defa başka /
Bu yangın benle ölünceye dek yaşasın varsın /
Dünyanın o son günü sen beni arayacaksın /
Doymadım doyamadım sevmelere seni ben /
Kimseyi koyamadım yerine yeniden /
Saymadım sayamadım sensiz geçen yılları /
Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem...”
Ahmet Yeşiltepe , ntvmsnbc.com, 9.9.2008
13 yıl Sonra Ermenistan
Labels: Çok Kültürlülük, Ermenistan - Gezi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder