2008 yılında Amerika ve İran arasındaki ilişkiler iyice gerildiği bir dönemde Erivan Üniversitesi'nde İran ve Kafkaslar üzerine düzenlenmiş bir konferansa tek Türk akademisyen olarak katılıyorum. Konferansın açılışının yapılacağı otel, şehrin yüksek bir yerinde. Kıvrılarak tepeye çıkarken hem uçaktan indiğimden beri sık sık hesapsızca karşımda beliriveren Ağrı'yı seyrediyor, hem de metal çatılı evlerin çokluğuna hayret ediyorum.
Otelde konferans çantalarımızı alır almaz oda arkadaşım Natalya beni Türkçe olarak çağırıyor: “Nagihan, gel bak seni kiminle tanıştıracağım.” Tanıştırdığı Erivan Üniversitesi Türkoloji bölümü öğrencisi ve beni “Nasılsın Nagihan abla?” sözüyle karşılayan Stepan. Kadınlara saygıdan dolayı 'abla' diye seslenilen bir dönemin Türkçesi konuştuğu, Zeki Müren'in 'Bahçıvan' filmi gibi kokan. Stepan'dan sonra Ruben'le tanışıyorum. Türkçe kitapları Ermeniceye çeviren Ruben'in tez konusu Türkiye'deki gizli Ermeniler. Hâlbuki Türklerin Ermeniliği, Ermenilerin Türklüğü asla gizli değil. Yüz mimiklerinden, teşekkür manasında ellerini kalplerine götürmelerinden Ermeniler de, Türkler de ayan beyan Anadolulular. Anadoluluk akşam konferansın ilk yemeğinde tekrar kendini belli ediyor. Sucuklar, pastırmalar, Çerkez tavuğu ve İranlı, Gürcü, Alman, Rus, İngiliz herkesi halaya kaldırmaya çalışan Ermeni öğrenciler.
ASIL BENZERLİK İKİ MİLLETİN RUHUNDA
Konferansın ikinci günü Yunan döneminden kalma Garni Tapınağına gidiyoruz. Otobüs öğrencilerin şarkıları eşliğinde epey tırmanıyor, Erivan'ı uzaktan seyrediyoruz. Derken bol kirazlı bir köyde duruyoruz. Tapınağın bahçesinin hemen dışında kadınlar pastiller, cevizli sucuklar satıyor. Biz İngiliz uzaktan bakarken, Ermeni öğrenciler hemen birkaç parça alıp bize de ikram ediyorlar. Tapınağın bahçesinin manzarası müthiş... Ihlara Vadisi kadar büyük olmasa da onu hatırlatan, kırlangıçların saltolar yaptığı ve dibinde buz gibi olduğunu hissettiğiniz bir nehrin aktığı Garni Vadisi. Manzaraya hakim bir kayaya oturmuş İngiliz arkadaşım vadiyi göstererek “Burası Türkiye'de olabilir mi?” diye soruyor akademisyen merakıyla. “Elbette” diyorum ama asıl söylemek istediğim başka. Asıl benzerlik başka... Asıl benzerlik iki milletin ruhunda... Bu ikilik, Anadolu ozanlarının en fazla karşı çıktıkları şey... Anadolu'nun şairleri tek gerçek rakamın olduğunu söylemiyorlar mı hep bize? Tek gerçek rakam: Bir...
Ermenistan yolcuğum bu 'ikilik' ve 'birlikler' arasında gidip geliyor. Piknik zamanı ev sahiplerimiz bizi büyükçe bir ağacın altına çağırıyor. Azığımız çok özel otlarla yapılmış bir gözleme. Tadı gerçekten harika! Yerken İngiliz arkadaşım yine 'gerçek'lere, ikiliklere geri döndürüyor beni. Bu çok özel ot sadece Karabağ'da bulunurmuş. Karabağ meselesi birden hangi ulusun bu güzel gözlemeyi yeme hakkına sahip olduğu meselesine dönüşüyor. Tam karamsar düşüncelere kapılacakken, bu pek çok açıdan sürpriz dolu gezinin belki de en güzel sürpriziyle karşılaşıyorum. Konferansın düzenleyicisi Prof. Asatriyan beni çağırıp “Nagihan Hanım, sizinle tanışmak isteyen biri var.” diyor. Evet, hep ertelediğimiz an geldi, işte şimdi cevaplayamayacağım sorularla karşılaşacağım diye düşünürken, çok kibar bir ses bana sesleniyor “Nagihan Hanım, ben Boghos Zekiyan”. Bu yaşlıca bir İstanbul beyefendisinin sesi... Halimi hatırımı soruyor, kendini tanıtıyor. Şu anda Venedik'te yaşayan İstanbullu Ermeni bir peder... Kendisi bir bakıma onur konuğu, kapanış konuşmasını yapacak. Ben de bu sulara yeni yelken açmış biri olarak ona Ermeniler hakkında okumakta olduğum kitaptan bahsediyorum. Hayretle gülümseyip, kitabı nerden bulduğumu soruyor ve “16. sayfayı açın” diyor. Okumuş ve altını çizmiş olduğum bir yer. Ermenileri ayakta ve bir arada tutan şeyin Ermeni alfabesi olduğunu anlatan bir kısım ve bunu söyleyenin ismini o an görüyorum. Yazarın Venedik'te ziyaret etmiş olduğu Peder Zekiyan! Beraber gülüyoruz. İlk defa bir kitap karakteriyle karşılaşıyorum. Peder Zekiyan güncel politik meselelerden bahsediyor: “Eğer parti kapatılırsa” diyor “Türkiye 50 yıl geriye gider”. Türkiye'den uzakta ama Türkiye için hala endişelenen bir İstanbullu o.
Biraz çocukluk yıllarından bahsediyor. Babasının Şirket-i Hayriye memuru olması sebebiyle Tarabya'daki tek Ermeni ailenin çocuğu olan Boghos, çoğunluk olan Rumların okuluna gider. Ermenice'den daha iyi olmak üzere Rumca öğrenir. Türkçe zaten günlük hayatta kullandığı dildir, böylece üç dil bilerek büyür. Fakat 50'ler geldiğinde Türkiye 'çok dilli insanlar' istememektedir, etrafta “Vatandaş Türkçe Konuş!” levhaları asılıdır ve annesiyle birlikte pek çok kez ikaz alırlar. O levhaları sokaklara asanlar, Zekiyanları uyaranlar acaba Zekiyanlar kadar iyi Türkçe konuşabiliyorlar mıydı? Bu tarihin karanlık bir sorusu olarak kalacak.
YÜZLEŞME İYİLEŞTİRİR
Lise için Venedik'e giden Boghos, ancak doktora eğitimi için İstanbul'a döner, doktorasını verdikten sonra hocalık teklifi almasına rağmen sonunda Venedik'e dönmeye karar verir. Ama bakmayın onun Venedik'te olduğuna. O hala İstanbul'u seven, İstanbul'u düşünen, İstanbul'dan gelen biri olunca hemen onunla muhabbet etmek isteyen biri. Avrupa'da değişik çok-kültürlülük modelleri denenirken, bunlardan hepsinden daha iyisinin Osmanlının 'millet sistemi' olduğunu düşünen biri. “Ama” diye ekliyor “bütün 'millet'lerin eşit haklara sahip olması halinde”.
Konferansın üçüncü günü bu sefer bir oturumdan Natalya ile kaçıp Erivan pazarına gidiyoruz.
Natalya Ermenice sözlük ararken ben İngilizce kitaplara yöneliyorum. Daha sonra oldukça mizahi bir dille yazıldığını fark edeceğim bir Ermenistan rehberi gözüme çarpıyor. Tezgahta tozlanmış olan kitabı alıp “Bakın bu tozlanmış, buruşmuş, bunu bana ucuza satın” diyorum İngilizce ve vücut dili karışık. O sırada satıcı bir yerden İngilizce bilen birini çağırıyor. Üstü başı dökük, ağzında diş kalmamış bir amca gayet güzel bir İngilizceyle bana poşetten yeni bir tanesini vereceklerini, fiyatın kitapçılardan çok daha uygun olduğunu anlatıyor. Ve en sonunda beklenilen soru soruluyor. “Nerelisiniz? İran mı?” “Türkiye” diyorum. Satıcı çok etkilenmese de çevirmen arkadaşı hazin bir şekilde bana bakıp “Ama siz çok naziksiniz” diyor. Ben de gülerek “Evet, Türklerin bazıları çok naziktir” diyorum.
“Hoş geldiniz, hoş geldiniz” diyor amca. Daha sonra devam ediyor: “Halkların birbirine düşman olması politikacıların hep işine gelir. Unutmayın ki düşman edinmek kolay, dost edinmek zordur. Ve bir insan hatalarını kabul ettiğinde tekrar iyi bir insan olur.” Bu kadar hikmetli lafı ne zaman neresinden çıkardığını anlayamıyorum. Karşılaştığım diğer birçok Ermeni'nin yaptığı gibi 1915'te yaşananlardan isim koymadan, böyle usulca bahsediyor. “Hoş geldiniz, hoş geldiniz” diye tamamlıyor sözünü. Aynı derecede güzel bir şeyler söylemek istiyorum ama sadece teşekkür edebiliyorum.
ORTAK AĞRI'MIZ
Son gün müthiş Ağrı manzaralı Khor Virap'ı ziyaret ediyorum. Erivan'a geri döndüğümde misafirhanenin lobisinde organizasyondan öğrenciler görüyorum. Bazı konferans katılımcılarıyla beraber futbol seyredecekler. Muhabbet ediyoruz. Uçak çok ters bir vakitte, sabahın ya da gecenin köründe, saat 02:30 için bir taksi ayarladım. Odama çekildiğimde yağmur son hızla inmeye başlıyor. Pencereden dışarı bakıp, yüz metre ötede ziyaret etme vakti bulamadığım el yazma müzesini, cumhuriyet meydanındaki etnografya müzesini, gidemediğim Sevan gölünü düşünüyorum. Yolumun tekrar buraya düşeceğini hissediyorum. Ama önce Van'ı, Erzurum'u, Merzifon'u görmeliyim. Ağrı'ya, ortak Ağrı'mıza bir de 'bizim' taraftan bakmalıyım ki, bir daha geldiğimde 'memleketten' haber bekleyenlere birkaç şey söyleyebileyim.
Saat 2'ye kadar biraz uyuduktan sonra kalkıp lobiye geçiyorum. Bakıyorum çocuklar hala orda. Maçtan sonra oturup muhabbet etmişler “Seni yolcu etmeden gitmek yok Nagihan!” diyorlar. Bavulumu taksiye taşıyorlar. Teşekkür ediyorum. Hepsi ellerini kalplerine götürüyorlar, eyvallah manasında. “Bir daha ki konferansa kadar!” diyorlar, “Tamam” diyorum. Ve memlekete doğru yol alıyorum.
*Heidelberg Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Doktora öğrencisi
NAGİHAN HALİLOĞLU, Yeni Şafak, 5.9.2008
Ağrı'nın İki Yanı Benzer
Labels: Çok Kültürlülük, Ermenistan - Gezi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder