İnsanın hayat serüveninde karsılaştığı bazı müstesna olaylar ve kişiler vardır. 1964-65 mezunlarından Ovak Seyran, hayatımdaki o müstesna kişilerden biridir.
Yıl 1963, Sivas-Hafik, aylardan Ağustos, sarı, sıcak, dudaklar çatlak, ayağımda çarık, Hafik gölünde çimmeyi (yüzmeyi) hayal ederken, düğenin üstünde nerdeyse uykuya dalmak üzereyken, köpeğim Pamuk’un ürümesiyle irkildim. Pamuk, Eski Ermeni Mezarlığının ötesinden gelen yabancının kokusunu almış, hararetle kendi revirini korumaya çalışıyordu. Pamuk’la daha enikken, gözleri açılmamışken tanışmıştık. Ahpariğim Haco, Pamuk’u, kaderiyle birlikte hediye etmişti bana. Onun bütün sorumluluğu da bana aitti. Dayak yeme pahasına, evdeki sütü, yoğurdu alarak besliyordum onu. Her okul çıkışı beni bekler, sevinçle bir kaç kemik almak için, çarşı kasabının yolunu tutardık. Kese kağıdının içindeki kemikleri ağzıyla eve getirir, her zamanki köşesine kurulur, onları afiyetle kemirirdi. Karnı doyduktan sonra da benle oynamayı çok severdi. Kısaca o beni, ben de onu , yani birebirimizi çok sevmiştik.
Hafik'te bir kaç Hay Aile kalmıştık, göçen göçmüş, geriye bıraktıkları eski Hay evleri virane olmuş, damlarında yaban otları bitmişti. Sabuh, Toran, Haco, Nazaret, Haygaz Emmigiller göç eylemişlerdi İstanbul’a. Kuyriğim de evlenip gittikten sonra, dar geliyordu Hafik bana.
Ne atlarımız, ne çelik çomak, ne de misketlerim yetiyordu bana. Beni Mama şefkatiyle büyüten Kuyriğim tütüyordu burnumda…hatta bir otobüse binip İstanbul’a kaçmak bile geçiyordu içimden. Okumak istiyordum ama, Hafik Ortaokulunda asla. Bilgi dağarcığım çok fakir olduğundan, nerede ve nasıl okunacağını da bilmiyordum haliyle.
Ne bir çan sesi, ne bir Hayr Mer, ne de mezar taşlarımız kalmıştı geriye. İnşaatta kullanılmışlardı teker teker sökülerek yerlerinden. Emsallerimden daha düzgün Türkçe bilmek, resim ve spor, hele matematiği daha atak kavramak karşılığında, “Gavuroğlu”, “ Ermeni, istemeden vermeli” denilerek aşağılanmayı ‘mükafat’ olarak kabul etmediğimden, başıma epey bela gelmişti. Hatta bir keresinde, çok sevdiğim bir arkadasın, bana “Gavuroglu” demesini yediremeyerek, iki üst ön dişini kırmıştım.
İşte vaziyet böyleyken, Eski Ermeni Mezarlığının ötesindeki yabancı, çekingen adımlarla bize yanaşmaktaydı. Pamuk hırçınlığını atmamıştı henüz üzerinden, havlayıp duruyordu. Pamuk havladıkça duruyordu yabancı olduğu yerde…Neyse Pamuk’u yatıştırdım, genç yabancıyı koklattım…Mavi gözlü, sevecen bakışlarla, kıvırcık, dalgalı kısa tıraşlı sarı saçlarıyla, mavi gömlek, ütülü pantolonu, boyanmış iskarpinleriyle :
- Senin adin Mirican mi?
- Evet, Siz kimsiniz?
- Ben, Değirmenci Nışan'ın oğlu, Ovak Seyran, İstanbul’da okumak ister misin?
Bir an donakaldım, biraz sonra da sevinç çığlıkları. O da sevinmişti kendi namına, o da orda okuyordu. Anlattı Tbrevank’ı, heyecandan, bir soruyu belki on kere sormuştum, erinmeden anlatmıştı on kere Tbrevank’ı. Kanım kaynamıştı Ovak ahpariğe. Onu yolcu ettikten sonra bir gariplik çökmüştü içime. İstanbul kelimesinden korkmaya başlamıştım. Atımdan, köpeğimden, koyunumdan kuzumdan, misketlerimden, gölümden, bülbülümden, Babamdan, Ahpariğimden ayrılma, kopma korkusu çökmüştü yüreğime…
“Kul daralmayınca, Hızır yetişmezmiş”
Hızır gibi yetişmişti Ovak ahparik, belki de kaderim böyleydi, kim bilir? Nazaret Amcanın başına gelenleri Ahpariğimden dinlemiştim bir gün : Nazaret Amca , günün birinde, sarı öküz, oldukça yüklü kağnısıyla, türkü söyleyerek gelirken evine, kağnı bataklığa saplanır kalır. Tekerleğin biri iyice çamura gömülür. Kaldırmanın imkanı yok. Uzun bir uğraşıdan sonra, Nazaret Amca pes eder. Tam o sırada Beyaz sakallı Hızır yetişe gelir, tekerleği çamurdan çıkarır , “Hadi Sana kolay gelsin” diyerek uzaklaşır, rivayete göre…Ovak ahparik de tıpkı Hızır gibi yetişti imdadıma…
O hafta Pamuk’u belediye memurları ağulamışlardı ( zehirlemek). Çok meraklı olduğundan, mahallenin diğer zağarları ile birlikte, yemişti zehirli köfteleri. Çok isyan etmiştim, indirmiştim Belediyenin camlarını aşağı, kimse çıtını çıkarmamıştı, nafile…kimse geri getiremezdi Pamuk’u.Bir tepede mezar yaptım ve gömdüm onu dualarla…Atımla artık yalnız kalmıştık.O iş kazası geçirerek emekliye ayrılmış ve benim olmuştu.Her gün onu otlamaya götürüyor, o yayılırken, ben de çimiyordum (yıkanmak, yüzmek) Kızılırmak’ta. Her gün postane önünde Tbrevank’tan gelecek mektubu bekliyordum. Heyecan dorukta, şüpheler, korkular hortlamıştı içimde.Ya almazlarsa endişesi, beyin tavanımı dövüp duruyordu.
Bir akşamüstü atımla, aşık olduğum su taşıyan Dilber’i seyrederken, Ahpariğimin Çatalkaya’dan yankılanarak gelen boğuk sesi, Tbrevank’a alındığımı müjdeliyordu. Artık Hafik’te günlerim sayılıydı, derken sayılı günler çabuk geçmişti. Babamla birlikte benzinli Cemse (Otobüs) ile Sivas yoluna koyulduk. Cemsenin en arka koltuğuna oturup, toz duman yollarda, Altuntepe sırtlarında, Hafik’i son bir kez doya doya seyrettim.
Babam:
- Demirci Nişan Ustanın evine gidiyoruz, onun oğlu da Tbrevank’a gidecek.
Babamın yüzüne, hüzünle karışık bir tebessüm çökmüştü. Üzüldüğünü saklamaya çalışsa da sezinliyordum. Nışan Ustanın evine gelmiştik. Mıgırdiç’i görür görmez, güler yüzüne, sempatik görünümüne kanım kaynadı. Tbrevank'lı ilk arkadaşım, kardeşimdi. İnce uzun kalıbı, kartal burnu ve derin bakışı, tıraşı, kısa pantolon, cilalı potinleri dikkatimi çekmişti. İnceden beni süzdüğünün de farkındaydım. Mıgo’nun jilet gibi kıyafeti çok hoşuma gitmişti. O anda kendi kendime: “Senin niye öyle güzel bir kıyafetin yoktur ?” diye hayıflanmıştım içimden.
Ama bizim oralarda hiç mi hiç, Mıgo gibi giyineni görmemiştim. Aramızdaki köylü-şehirli farkına rağmen, bana karsı davranışları mükemmel, mesafeli, anlayışlı, hak veren ve ruhu rahatlatıcı cinstendi.
O da kalkmıştı ayağa bikere...hayatin yol ayırımını sezinliyordu.Bu işin bir yönü vardı.O da Tbrevank! İkimizde beklemeye koyulmuştuk.Trenle büyük yolculuk başlayacaktı Sivas’tan İstanbul’a doğru. Bir ufak bavulum ve ben kalmıştık geriye. Hafik denen hatıram kafa bavulumun içindeydi, hani derler ya: “Ham meyveyi kopardılar dalından, beni ayırdılar nazlı yarimden…, ” işte öyle bir şey. Mıgo ve ben ellerimizde bavullar, bilinmeyene doğru yavaş yavaş ilerliyorduk, Kara trene doğru.
Veda Kahvesi
Mıgo'gilin evinde veda kahvesi içilirken, hepimize bir sessizlik çökmüştü. Bahçedeki servilerin yaprak sesleri havayı daha da hüzünlendiriyordu. Derken, ya Surp denildi ve yola koyulduk. Ben küçükken Babamın elini tutmaz, ondan daha mesafeli yürürdüm, oysa tren garına giderken onun elini tutmak geldi içimden. Kocaman eliyle, elimin yüzünü bir baba şefkatiyle okşuyordu. Zaten bana küçükken “yabani” lakabını takmışlardı, demek ki boşuna değilmiş.İlk olarak bir tren görüyordum “anaa ne kadarda uzun bir tren” dememle birlikte, ilk esprisini patlattı Mıgo : “Bundan daha kısasını gördün mü Mirican?”, ayrılık atmosferi birazda olsa yumuşamış, kısa da olsa yüzler gevşemişti.
Babam:
-Bugün sen gidiyorsun, yarında tarlayı tumbu satar satmaz biz de geliyoruz.
Babama:
-Söz mü Muradaga?
Babam:
-Söz Miricanaga!
Öylece ayrıldık. Bindiğimiz kompartımanın iç döşemesi ağaçtandı. Bastığım, gördüğüm, duyduğum her şey, benim için yepyeni bir olaydı. Merakla her şeyi algılamaya çalışıyordum ki, Kurtalan’dan gelip, Sivas üzerinden İstanbul Haydarpaşa’ya eli mahkum tren yavaş, yavaş cuf, cuf, cuf, cufcufcufcufcuf… sesleriyle kalkıyordu yerinden. Gittikçe hızlanıyor, hızlandıkça da kömür dumanları tıkıyordu genzimizi adeta. Pencereden dışarı kafamızı sarkıtarak etrafı merakla seyrediyorduk.
Bir ara benim atı görür gibi oldum, sanki trene yetişmek için koşuyordu, belki de beni alıp sırtına köyüme geri götürmek istiyordu, yine hüzünlenmiştim ki, Mıgo: “Mirican üzülme, bak yarın sabah İstanbul’dayız…” diyerek elini omsuzuma atışını asla unutmayacağım…Mıgo ile baş başa kalınca, birebirimizi tanımaya koyulduk. Beraberce Bilinmeyene doğru yol alıyorduk. Bir kaç saat sonra, diğerleri gibi uzun yolcu sıfatını almıştık artık. Trenin neresinde ne var öğrenmiştik. Tren Kayseri’de mola vermişti. Erciyas’ın başı karla kaplı panoraması, orda içtiğim su ve yediğim sucuklu ekmek lezzetini, hiç bir yolculuğumda tatmadım desem, abartmış olmam.
Yavaş, yavaş İstanbul’a yaklaşıyorduk. Mıgo ile sohbeti derinleştirmiştik. O an, hele hele Bilinmeyene doğru bu yolculukta, Mıgo benim hayatimin ayrılmaz bir parçasıydı. Tren koridorunda gelen gidene “ Daha İstanbul’a ne kadar var?” sorusunu tekrarlamaktan bıkmamıştım. Mıgo : - Gel otur şuraya Mirican, zorun nedir?, nasıl olsa bu tren bizi İstanbul’a götürecektir”. Ama ben kalkmıştım bikere ayağa, İstanbul’a varır varmaz Kuyriğimi görecektim.Onun evinde yatacaktım, bana eskisi gibi katmer yapıp, çay ikram edecekti. Eniştemi fazla tanıma fırsatı olmamıştı, Kuyriğimle gizli konuşurken yakalamıştım: “ Ancak evlenince görüşebilirsiniz” şartını koskocaman adamcağıza yüksek sesle tembih etmiştim. Ve nihayet tren Haydarpaşa’ya varmıştı. Bana refakat eden ve beni Kuyriğime götürmekle görevli bizim köylü iki hemşehrim de bizlerleydi, birbirimizi tanımadığımız için, aramızda bir sohbet gelişmemişti. Mıgo ile trenden indik. O bana bakıp gülmeye başladı, derken, ben de Ona. Mıgo’nun suratı simsiyahtı, tıpkı yeşil gözlü bir siyah gibi. Pencereden dışarı sarktığımız için, yüzümüz isten simsiyah olmuştu…
Çarıklarım Haydarpaşa’da kaldı
Gülüşme faslı kısa sürdü. Haydarpaşa garındaydık. Bir kalabalık, bir kaos ki, ana baba günü. Herkesin niyeti başkaydı, bir yere gitmek üzere ayaklanmışlardı; “Hadi sonra görüşürüz” diyen, gar çıkısına telaşla yürüyordu, yüklü bavulları, çuvallarıyla. Sonradan öğrendim, köylerinden, bezelye, fasulye, bulgur, peynir, zeytin…getirdiklerini.
Gar kapısından dışarı bakınca, sanki o deniz beni çağırıyordu, ona hizmet eden, üstünde yüzen vapurun sesiyle. Martılar da davet ediyorlardı beyaz süzülüşleriyle, bakmam için maviye…Yer mavi, gök mavi, bense masmavi…Hiç bu kadar suyu görmemiştim, vapurlar, kayıklar, Camiler ve tüm heybetiyle Aya Sofya, Sultan Ahmet, … Sanki Ayvasovski’nin denizi, harekete geçmişti.
Mıgo;
-Şaşırma lan, daha neler, neler göreceksin? diye seslenerek, gözleriyle “hadi” işaretini vermişti.
Milim ayrılmıyordum dibinden. Babamın tavsiyesi, “Bavuluna sahip olasın emi!“ kulaklarımda çınlıyordu. Bavulumu elimden almaları için, kolumu koparmaları gerekiyordu sanki…Kanatlı Amerikan taksiler, sonu gelmeyen sıra, sıra apartmanlar, sokaklar, sokaklar, büyük caddeler, Tramvaylar, kaldırımlar, gençler, bayanlar, baylar, rengarenk giysileriyle güzel insanlar…simitçiler, boyacılar, turşucular, ısportacılar…dükkanlar uçsuz bucaksız…velhasıl her şey gök kubbenin altında bir Cennet…
İstanbul bende olmayan bir boyuttu. Üsküdar’a giderken, Ahpariğimin iki sözünü anımsamadan geçemeyeceğim: “Çarıklarımı Haydarpaşa’da bıraktım”, “Oğlum! Evler o kadar yüksek ki, yukarı baksan, şapkan düşer”. Mıgo’nun Üsküdar'daki akrabalarının evinde ( Onların kim olduğunu bilmiyordum, hala bilmiyorum, onlara buradan çok teşekkür ederim), yüzümüzü yıkayıp, karnımızı doyurup, Mıgo ile Tbrevank’ta buluşmak üzere vedalaştıktan sonra, Sivaslı tanıdıklarla Kuyriğime doğru yola koyulduk. Ayyy, o ne kadar şirin, sevimli bir toplu taşıma vasıtasıydı öyle Tramvay : kırmızı boyalı, camekanlı, raylı, hele hele çıngıraklı…Sesi, vatmanı, oturak ve askılıkları, bizim köyde atların koşulduğu kızağa benzetmiştim. İstanbul’un curcunasına balıklama dalmıştım. Aheste, aheste Baglarbaşı'ndan vapura yokuş aşağı kayarken, güzelim dut, incir ağaçlarını terk ederek kalabalığa dalıyorduk. Kim kime, dum duma, çarparlar alimallah…
Henüz Arşimet’in “Evreka, Evreka” sini Bay Vahan’dan öğrenmeden önce kavrayamamıştım, arabalı vapurun, o kadar otobüsü, kamyonu, taksiyi ve de o kadar insanı taşıyacağını.Yandan Çarklı ilk önce Boğaza yön verdi, solumda Kız Kulesi, sağımda sanki üzerime, üzerime akıp gelen coşkulu Boğaz, karşımda Avrupa Yakası, Dolmabahçe Sarayı, Teknik Üniversite, Hilton ve binlerce apartman ve camiler, hepsi ama hepsi birer sanat eseriydi. Nasılda kırmışlardı o kadar taşı, yontmuşlardı mermeri diye akil erdirmeye çalışırken, Taksimde buldum kendimi.
Taksim denizin üstünde kurulmuş bir şehir gibi geldi bana. Sanki arkasındaki Boğazı bizden saklıyor, sevk ediyordu Beyoğlu'na bizi: Camekanlar, vitrinler, modalar, sinemalar, tatlıcılar, modern zamanlar, güzel giyimli bayanlar, baylar, merdivenden kayanlar, beşi birlik sayanlar, her biri bir sanat eseri olan binalar… Beyoğlu'ndan hızlı geçtik, kılık kıyafetlerimizle „ köylü“ olduğumuzu çaktırmadan…Kalyoncu Kolluk caddesinin bir altı,
Turuncu Sokağın birinci katında yolcu bekleyen bayanın Kuyriğim olduğunu sezinlemiştim. Kuyruk diyerek, Ona koştum. Kader arkadaşım Kuyriğime kavuşmuştum. Artık çok mutluydum. Bavulumu açıp, kim ne gönderdiyse selamıyla, özlemiyle, hasretiyle birlikte teslim ettim. Kuyriğim bizi ve oraları çok özlemişti. Herkesin yerine beni öpüyordu şapur, şupur. Biricik can yoldaşı kız arkadaşı Firdez (Anası Hay’dır) kurutulmuş madımağı, kendi elleriyle islediği poşunun içine sararak göndermişti Kuyriğime. Poşunun içinde ayrıca Kuyriğimle birlikte çektirdiği siyah-beyaz Sivas Hatırası…O gece güldük, ağladık, sarıldık, koklaştık, hasret giderdik,dedim ya, biz kader yoldaşıydık.
Kime ne söyleyim, kime ne deyim?
Mamamız, bir kış günü, daha ben iki yaşındayken, tam da maddi ve manevi rahatlığa kavuşmuşken, zatürreeden 38 yasında hayata veda etmişti. Bir kerecik olsun göremedim gül yüzünü.“ Kime ne şöyleyim, Kime ne deyim?” Babam bu deyimi, ara sıra kendi kendine kullanırdı, bir de “Kuşlar gibi ben bir yuva, kuram dedim kuramadım…”. Babam, Mamam öldükten sonra, evlenmeyi hiç kabullenmemişti. Kim bilir ne travmalar geçirmiştir yalnız başına zavallım. Kuyriğimdi evimizin direği, okuldan ayrılmış, adamıştı kendisini bizlere, saçını süpürge etmişti, adeta kurban gitmişti kadere. Kuyriğim evlendikten sonra da, canım gibi sevdiğim Ahpariğimin hanimi, Eniştemin kız kardeşi Mari bakmıştı ekmeğe, aşa.
Ertesi gün uyandığımda Turuncu Sokakta, sütçüler, yoğurtçular, sucular, eskiciler, hurdacılar, etrafı velveleye vermişlerdi.Her satıcının da kendine has bir stili vardı, kimi zille, kimi boğuk sesli, kimisi de tellal gibi çığırıp duruyorlardı. Kuyriğim, beni köşedeki fırından bir ekmek, bir de francala almaya göndermişti. Bu ilk sokağa çıkışımdı. Ekmekçiye: - Amca, bir ekmek, bir de francala, dedim. Ekmekçi,benim ekmekle francalanın eş anlamda kullanıldığını henüz bilmediğimi sezinlercesine: - Al Delikanlı, sana bir ekmek, bir de francala, diyerek iki uzun ekmek uzattı.
Kahvaltıya Madam Aliki davet edilmişti, duldu, Kuyriğimin kapı komşusuydu. Doğrusu Madam Aliki, bizim İstanbul’a adapte olmamızda baş rolü oynamıştı desem abartmış olmam. Madam Aliki daha sonraki yıllarda Yunanistan’a göçtü, bir daha da görüşemedik. Kahvaltıdan sonra, Balık Pazarı'ndan geçerek Kilise’ye girdik, “Hayr Mer” okumak için. İlk olarak görüyordum Kilise’yi, Hisus Kristos’u ilk sefer. Onun varlığını hissediyordum ilk defa, artık Onun evindeydim, kurtulmuş, içimdeki korkular kalmamıştı Kuyriğime, “ Neden Isa hala Çarmıhta gerili, ellerinde ve ayaklarında kan var?” diye sorduğumda, Kuyriğim: -İnsanlık uğruna, diyerek haçını çıkarıyordu. Mumlar, çan sesleri, başı bağlı, dua eden yaşlı kadınlar, İsa Mesih'in verdiği enerjiyi şarj etmeye gelmişlerdi. Balıklar çeşit, çeşit, irili ufaklı, sanki hepsi ıslatılmış gümüştendi. Balıkçılar, ellerindeki konserve kutularıyla su serperek, bağırıyorlardı durmadan:- İstavrit, Lüfer, Sarıkanat, Palamut…. kilosu 5 lira ! Lüfere gel…
Beyoğlu'na çıkarmıştı Madam Aliki bizleri, beni, giydirmiş kuşandırmışlardı. Kuyriğim:- Ne güzel oldun lan! Kızlar peşine takılacak, diye takılıyordu. Madam Aliki bize profiterol ısmarladı Melek Pastahanesinde. Aman Allah’ım! Ne giysiler, ne renkler, ne iskarpinler… ne vitrinler, yok yoktu. İnsanın çok parası olması lazım diye düşündüm içimden, şaşkınlıktan nereye bakacağımı şaşırmışken. Hayatımda çok caddeler gördüm herkes gibi, ama Beyoğlu’nun o atmosferini hiç bir yerde tatmadım. Ahpariğim diyeni, “sanki bir Cennet yav…”
Her kültürden insan vardı Tarlabaşı'nda: Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler, …Ama daha çok bir Rum semtiydi Tarlabaşı. Bizim köylüler, Sivaslılar, genelde burayı mesken tutmuşlardı. Her Rum ailesinin bir ıslık çalma stili vardı. Beyler aşağıdan ıslık çalınca, bayanlar derhal pencereden bakıveriyorlardı. Hele hele sepetle 7. kata erzak çekmelerine bayılıyordum.
Sayılı gün çabuk geçti Turuncu Sokakta. Günlerden pazardı. Eniştem bizi kiliseye götürdü. İsa Mesih'in hayırlı dualarını almaya…İşte bu pazar, o büyük başlangıcın arifesiydi. Bavulumu hazırlamış, Tbrevank’ın göndermiş olduğu mektubu ve listeyi, bavulun en üstüne koymuştum.
Artık bu benim yeni kimliğimdi. Tbrevank’a resmi olarak alınmış ve hala bilinmeyenin nasıl bir yer olduğunu tarife edemeden, Onu sadece ismen tanıyordum. Tam Kuyriğime kavuşmuşken ayrılık, bir gün boyu kadar yakındı. Akşam uyuyamadım, döndüm, debelendim durdum yatakta, belki on kere haç çıkardım. Saat 05'te kalkıp Kuyriğimi uyandırmıştım, uyuya kalmamasını tembihlemiştim.
Tbrevank
Sabahleyin erkenden Üsküdar yoluna koyulduk. Taksiyle Kabataş’a inip birer poğaça yedik, ikişer de çay içtik arabalı vapurda, Boğazın iyotlu sabah havasını ciğerlerimize çekerek. Üsküdar sanki İstanbul değilmiş gibi geldi batı yakasından uzaklaştıkça. Sanki Rumlar, Yahudiler, Ermeniler batı yakasında, Müslümanlar ise doğu yakasında yaşıyorlardı…
Üsküdar’da tanışmıştık tramvayla daha önce, Fıstıkağacı'nda indik, benim yaşımdaki çocuklar bir yöne doğru yürüyorlardı, takıldık peşlerine. Sari metal levhaya siyah harflerle Tbrevank’ı okuyordum. Yavaş ve çekingen, Tbrevank’in zilini çaldık. Karsımıza kısa boylu, orta yaşlarda centilmen bir bey çıktı. Kısa bir mülakattan sonra, bu bey kendini tanıştırdı kendi ana diliyle. Sadece, Zare kelimesinin bu beyin ismi olduğunu anlamıştım. Bizi kendi odasına davet ederek, siyah, oldukça kalın kayıt defterini açarak, mürekkep kalemle, ismimi, soyadımı yazarak : -Senin numaran 334’tür, dedi. O andan itibaren Tbrevank numaramı hiç ama hiç unutmadım. Bu numarayı kimse benden alamaz. Bu numarayı bana veren Baron Zare idi…
Tbrevank cıvıl cıvıldı, herkes hareket halindeydi, giyilen giysileri Beyoğlu’nda hiç görmemiştim. Çocukların tıraşlı ve boğazlarına kadar olan ceketleri ilk bakışta çok garibime gitmişti. En komiği ise, haliyle kulaklardı, irili ufaklı, yamuk, tilki misali kulaklar... Sanki uzaydan gelmişlerdi. Mayriklere çıkıp, sırayla çarşaf, battaniye aldık, elbiseler dağıtıldı. Birbirini tanıyanlar sohbete dalmışlar, şakalaşıp gülüyorlardı. Mıgo,benden erken gelmişti, bir kaç arkadaş edinmişti bile.
Hemen onun yanına koştum, kısa bir sohbetten sonra kostümlerimizi giydik. Sanki hepimiz bir anda AYNI olmuştuk, irili, ufaklı, zayıf, uzun, kilolu…sanki giydiğimiz kostümler bizi ayni boya getirmişti. Zilin çalmasıyla birlikte, okul bahçesinin Müdür odasına bakan yönde, sınıf, sınıf kümelenmişlerdi tüm Tbrevanklilar. Ayakkabılar cilalı, pantolonlar ütülü, ceketler boğaza kadar düğmeli, şakalaşmalar, gülmeler, espriler…her öğrenci bir sınıf üste atlamanın dinamikliği ile cıvıl cıvıldı. Bizler, henüz beraber yaşamadığımız için, çekingen, birbirimize mesafeli duruyor, haliyle de sırayı bozuyorduk. Kısa boylular önde, uzun boylular arkadaydı. En kalabalık bizim sınıftı. Bu bir tesadüf olamazdı. Demek ki, bizim sınıf elendikten sonra, diğer sınıfların sayısına düşecekti. O kadar güzel bir yaş yelpazesiydi ki Tbrevank : 12 yasındaki bizler, 6. Sınıf, giderek 7, 8, 9, 10, 11…en sonda delikanlı cağına girmiş, saçları dalgalı, düz, kirpi, kızıl, siyah, …her renkten gençler. Aramızda bir Afrikalı, bir de Çinliler eksikti sanki. Hele hele Haçik Ahpariğin boyunu ve giydiği Tbrevank kostümünü asla unutamam.
Sınıflara dağıldık. Sivas, Kayseri, Siirt, İskenderun, Elazığ, Diyarbakır, …duyan gelmişti sanki. Daha önce beraber okumuş Karagözyanlı'lar tecrübelerine dayanarak, boylarını da göz önünde bulundurarak, hemen sıralarını kaptılar. Bizlere haliyle, sinemada olduğu gibi yan koltuklar kalmıştı. Hoca geldiği zaman, derhal ayağa kalkacağımı çok iyi öğretmişlerdi Hafik'te, alimallah bir asker gibi, çakı gibi “Türk'üm doğruyum...” Geçen seneler okutulmuş ders kitapları, yeni defterler, ciltler, mürekkep, cetvel, silgilerle donatıldık. Bunlar bizim aletlerimizdi artık. Ders başlayabilirdi. İlk dersler tanışma, konular, sorular, açıklamalarla geçiyor, arkadaşlar hangi köşede top oynayacaklarının planlarını yapıyorlardı.
Bir hafta geçmeden Agop Ekmekçi, bana lakabımı takmıştı bile, Hafik'li olduğumu ifade eden “Afik”. Her Afik dendiğinde benim kastedildiğim kesindi. Kabul edememiştim bi'türlü. Bu lakap takılırken bana sorulmamıştı:- Benim ismim “Miri”, “Afik“ değil tamam mi! Kim anlar ? “Afik“ aşağı, “Afik“ yukarı…
Öğretmenler geldikçe, dersler verildikçe, sınıf bir yapısallaşmaya doğru yol alıyor, şekilleniyordu.
Hemen hemen her sabah S. H. Kilisesine sıralar halinde gidiyor, dualar dinliyor, söylemeye çalışıyorduk. Her sabah Kıristos ile karşılaşmam beni çok mutlu ediyordu. Keşke her sabah yalnız başıma gitseydim, daha iyi olurdu diye düşünürdüm. Sınıfın dinamikliği, konsantrasyonu, sessizliği bozuyordu.
Ya arkadan el ense, şak, pat küt, yada ‘yanlışlıkla’ çelme takmalar, bilmeyerek insanin ökçelerine basmalar veya kıs kıs gülmeler…Çok ciddi anlarımız oluyordu, yavaş yavaş ustalaşıyorduk, neyin, ne zaman yapılacağını öğrenme sürecinde, çıraktık henüz. Sınıfı, Ermenice bilenler, Ermenice bilmeyenler diye iki guruba ayırmak mümkündü. Ermenice bilenler bilmeyenlere yardım etmeliydi. Kısa zamanda kaynaşmalıydı alt gruplar. Bana bakan Sahak Yigit’ti.
Çok güzel Ermenice bilirdi, ama kendiliğinden vermezdi, sorulara kısa ve net cevaplar, açıklamalar verirdi. Sahak benim ilk Ermenice öğretmenimdir. Dersler yoğunlaştıkça, bana fazla bir şey öğretilmediği çıktı ortaya. Hafik Atatürk İlkokulu ile Karagözyan arasında dağlar kadar fark vardı. Programa ait Ermenice dersleri dışında, saat 15:30’dan sonra veya birinci etütte Ermenice’mizi daha da derinleştirmek, duaları yazılı ve sözlü öğrenmek maksadıyla, ek Ermenice ders veriliyordu. Ne top oynayacak zaman, ne de koşacak alanımız vardı. Kendimi, bir mekana hapsedilmiş bir Arap Atı gibi hissediyordum. . Dersler, ödevler, Krapar, Kilise, sınıf temizliği, seğanabetlik, …ruhum adeta baskı altında tutsaktı. Hafik'te canım daraldığında atıma binip gezebiliyordum dağı bayırı, burada sanki her şey yasaktı.Yatakta tek başıma kaldığım anlar, köyümü hayal ederek ruhumu dengelemeye çalışıyordum.
Bize Program dışı Ermenice ve dualar öğretmekle görevli Sargavak (Karekin Bekçiyan) oldukça sabırsızdı. Bir an önce yol kat etmemizi istiyordu, bizim gönlümüz ise top oynamaktan yanaydı. O da bunun farkındaydı. Nisan’da bir gün çok sinirliydi Hocamız. Keğam İşkol’un Parkirk’ini ezberlememizi okul ödevi olarak verdi. Bir haftada bu kadar sayfa, ikinci hafta şu kadar falan. İçimize bir korku girmişti, koskoca Parkirk’i nasıl ezberleyecektik ? Mantıksız, ceza vermek için bir bahane işte…, baktık ki çare yok, çözüm yok, başladık. Ayp’tan Pen’e geçtiğimde, Aypta öğrendiklerimi unutuyordum. Bir hafta zarfında, kimi 50, kimi de 100 sayfa öğrendi. Belki de Ardaşes en çok ezberleyen arkadaşımızdı. Tabi ki öğrenemediğimiz, yapılan imtihan neticesinde ortaya çıktı. Ceza ağırdı.Diz çökecektik kooperatifin karşısındaki odada, taaaaki kendileri gelinceye kadar.
Buz gibi beton dizlerimizi sızlatıyordu, korkudan kıpırdayamıyorduk bile…korku nedir bilmezdim doğduğum Diyarda. GAVUR olarak çağrılmak, asabileştiriyordu beni, hırçınlaştırıyordu. Ahpariğim ceviz ağacından bir okul çantası yapmıştı, marangozluk mesleğini haykırırcasına. Okul çantalarını, yumurta tokuşturur gibi tokuştururduk kırılıncaya dek…Bir gün bütün çantaları darmadağın etmiştim, ceviz ağacının sağlamlığı ve Ahpariğimin marifetinden. Onlarda hep bir olup benim çantayı kayalara vurarak paramparça etmişlerdi. Orada kural, kaide vardı, hesaplaşma vardı, daha sonra beni dövenlerle teker teker hesaplaşmıştım. Bize verilen ceza, köyde yediğim dayaktan daha beterdi, gurur kırıcıydı, aşağılayıcıydı. Bizler, kimsenin tavuğuna kış dememiştik, tek suçumuz kaderimizdi… soğuklarda dizlerimin sızıları, oradan bana kalan bir mirastır. Tbrevank’ı ahparikler, bahçede top oynarken, ders çalışırken veya birebirleriyle sakalaşırken, işte orada bir insanlık suçu isleniyordu, cezalandırılarak acı çektirilerek…. O gün, gece sabaha kadar ağladım, battaniyeyi başıma çekerek. Demek ki, bizleri belirli bir forma sokmak için, acılı yollardan geçmek zorundaydık. Acaba Okul Müdürü’nün bu konuda haberi var miydi?, Ahpariklerimizin haberi var miydi? Yoksa onlarda mi aynı yollardan geçmişlerdi?
Spora Karagözyanlılar hakimdi. Bahçede oynanan tenis toplu futbol karsılaşmalarına pek bizi katmazlardı. Topu topu 15 dakikalık maçlarda hep yedek bırakılırdım. Avuta çıkan topları toplar, belki bende oynarım ümidiyle, kaleciye teslim ederdim. Oyuna giren çıkmazdı. Bir gün sınıf takımı seçildi, ben C takımının kaptanı seçildim. C Takımı kaptanlık unvanını da Hançer vermiştir bana. Yine de hiç yoktan iyiydi hani! Hiç aralarında oynatmadılar Hançerler, Ohannes Yıldızlar…
Bizde başka oyun şekilleri keşfediyorduk, köyden gelenler. Arkada yemekhaneye geçen yolda, misketlerimizle, ayakkabı sileceklerini kale yapıp, ’top’ oynuyorduk. Hele hele koridordaki duvara çarptırarak gelen toplarla çalım atmak oldukça zevkli bi'şeydi. Siirtliler “O“ diyemezlerdi, mesele oğlum yerine uğlum derlerdi, Onnik yerine Unnik gibi vs. Baron Dadyan her zaman kostüm giyer, papyon takardı, ihtiyarlamıştı o melek yüzlü Matematikçi…O sene çok zorda olsa geçmeyi başardım ve köyüme döndüm.
Hafik/SİVAS
Baba Ocağında bir senedir özlemini çektiğim Yukarı Mahallenin anaları, bacıları ve tüm arkadaşlarım beni bekliyorlardı. Şerbet, çalhama (ayran), börek, çörek benim içindi. Kucaklaştık analarla, öpüştük kız kızan kardeşçesine, bizim mahallenin uşağı da en son tabi. Onlar benim Gada'larım ( Gardaşlarım), her şeyi unutmuştuk bir anda, çok özlemiştik birebirimizi, nede olsa Mamam, bu Dünyayı terletmeden önce, onlara da emanet etmişti beni, çünkü onlar, Mamam Sırpuhi'nin kızlık kız arkadaşlarıydılar. Beraber madımak toplamışlar, hedik kaynatmışlar, türküyle bulgur öğütmüşlerdi, Mamam Babama aşık olurken…Bense onların yadigarıydım, hepsinin emeği vardı bende. Arkadaşlara seslendim:
-Göle gelmeyenin ninesi ölsün, der demez, ayaklandık kol kola, omuz omuza…Bendeki değişikliğin farkındaydılar. Benim içinse onlar, aynı kalmışlardı. Sakinleşmiş, konuşkan olmuştum. Memet'in iki üst ön dişinin olmadığını görünce çok üzülmüştüm. Memet'e dönerek: - Lan Uşak; ben gavur değil, Ermeni ve Hıristiyan’ım, anladın mi?, dedim. Bir şey anlamamıştı. Hayr Mer’i okudum. Memet: -Bu okuduğun, Allah’a bir dua ise, o zaman sen bir gavur olamazsın! diyerek hayran hayran beni izlemiş:- Hepimiz biriz ve sen benim Gadamsin, demesi mest etmişti beni. Haçdar tepesinden göl görünmüştü. Bu gölün kalbimdeki yerini, Boğaza dahi değişmem, çok özlemiştim çok…
Yavaş yavaş hızlanarak tepe aşağı koşmaya başladık, gömleğimin içine dolan hava, ayaklarımı yerden kesiyordu sanki, az kalmıştı Sultan Suyu'na kavuşmaya, hem koşuyor, hem de atıyordum üstümden çıkardığımı uluorta. Sultansuyu da beni özlemişti, sanki o da bana koşuyordu. Daldık, hep beraber yüzdük saatlerce, şakalaştık, gülüştük ve de ağlaştık zaman zaman…O akşam güneşin batışını Haçdar Tepesinde doya doya seyrettikten sonra, derin ve sonsuz rüyalara, hayallere daldım. Ertesi günler Ermenice çalışıyor, az oynuyor, eve erken geliyor, köşeme çekilip sessizleşiyordum. Bu sessizlik, benim oralara yabancılaştığımı ele veriyordu. Orada hersek aynıydı. Orda kalsam ne yapacaktım? İnsanin tepede tırnağa kadar değişebileceğini, göstermişti köy aynası bana. Eski Ermeni Mezarlığını gezerek, Ermenice yazılı mezar taşları aradım. Nereye gitmişlerdi koskoca Atanoğlu Sülalesi? Belki de, kırda bayırda zehirli mantar yemişler ve ‘zehirlenmişlerdi’. Adini taşıdığım Dedem, yayamın yavuklusu, götürülmüştü, bir daha da dönmemişti geri…Yayam ölene dek Mirican'ını bekledi yollarda bellerde… Mirican gelmedi. Onun yerine başka bir Mirican doğdu.
Köyümü terk ederken, yoktu artık içimde buruk acı, sanki, çekiyordu bir mıknatıs gibi İstanbul ve okulum Tbrevank. Daha çok çalışmalıydım, daha çok gayret göstermeliydim, aradaki boşlukları kapamalıydım… Ben de bir şeyler bilmeliydim, kendimi dinletme seviyesine çıkartmalıydım. Benden beklenen de buydu zaten.
7. Sınıf
7. Sınıf hızlı başlamıştı. Bizim 6. sınıfta aldığımız pozisyonu almışlardı bile, bizden sonra gelenler. Aynı bizler gibi, ayakkabı sileceklerini çift kale yapıp, maça başlamışlardı. Gece, geç vakitlere kadar ders çalışan Kurtçuoğlu Ahparik yoktu artık. Belki de Tbrevank’ın gelmiş geçmiş en yakışıklı Ahpariği rahmetli Mardiros Demirci de yoktu. Ne Hovsep, ne Jan, ne de diğer Ahparikler kalmışlardı. 11. Sınıfı, Ovak ahpariklerin sınıfı işgal etmişlerdi hakli olarak.
Yeni Program devredeydi, Fizik, Kimya, Cebir, dersler oldukça yoğun geçiyor, kafamı kaşıyacak vakit bulamıyordum. Benden zaman olarak daha önde olan arkadaşların, beş dakikada çözdüğü problemleri, ben yarım saatte çözebiliyordum ancak.
Çok yavaş ilerliyordum. Bazen kendi kendime:- Oğlum; sen hakikaten aptal ve salaksın, dediğim oluyordu. Sadece vahşi hırs yetmiyordu. Yılmayı asla istemiyordum. Bilmediğim soruları, sınıf arkadaşlarıma sorup, onların zamanını çalmak istemiyordum. Bir yolunu bulup, derdimi Misak Ahpariğe açtım:- Ahparik, anlamadığım soruları sana sorabilir miyim? Misak A. : - Sen sorularını, Sarkis Çelik’e veya Arsen Arşık’a sorarsan, daha karlı çıkarsın, diyerek top oynamaya devam etti. Sarkis, kıvırcık, simsiyah saçlı, iri ve sempatik burunlu, ince, yaşına göre uzun boylu, gözleri sevecen ve çok çabuk konuşan bir ahparikti.
7. Sınıfın pencere parmaklıklarına yaslanmış, top oynayanları seyrediyordu. Yanına yaklaşıp: - Ahparik, bana biraz cebirde yardim eder misin? Sarkis: - Neyi anlamadıysan onu sor, ben sana her şeyi anlatamam, diyerek kısa kesti. Soruları gösterirken, kaşla göz arası cevap vermeye koyuldu. Çok hızlı konuşuyor, ellerini cebir denklemlerini izah ederken takip edemiyordum. Sarkis’in en son kelimesini çok iyi anladım. Soruyu çözdükten sonra bana; - Anladın mi? diye sorduğunda “evet“ dedim, teşekkür ederek uzaklaştım. Halbuki, hiç bir şey anlamamıştım anlattıklarından.Dedim ya, çok hızlı konuşuyordu. Ama anlatırken, kağıt üzerinde yaptığı çizelgeler, o kadar açık ve el hareketlerinin ritmiyle uyum içindeydiler ki, anlamamak imkansızdı, yalnız konuştuğu anlaşılmıyordu. Onu anlamak için onun gibi hızlı düşünmek gerekiyordu. Sarkis’in: - Anlamadığın bir şey olursa, çekinmeden sorabilirsin, demesi, beni basbayağı cesaretlendirmişti. Arsen ahparik ise, daha sabırlı, tane tane, anlatırken sinirlenmeyen, düşünmeyi kavramamı bekleyendi. Anlatım gücü o kadar kuvvetliydi ki, bir soruya, çeşitli perspektiflerden bakılabileceğinin örneğini sergileyen ilk tanıdığım Ahparikti.
Bütün gayretime, ahpariklerden gördüğüm yardımlara rağmen, Ermenice`den ikmale kalmıştım. İkmal imtihanını da başaramayıp, sınıfta kalmıştım. Okuldan uzaklaştırılmak zorundaydım. Kuyriğimin yanında kalacaktım, büyük bir ihtimalle de, tamirci çırağı olup, Cem Karaca’nın “Otomobilini“ söyleyecektim. Eniştem, Tbrevank ve yönetimine çok sinirlenmişti: - Yarin okul gidiyoruz, hazırlan!, Müdürle konuşacağım, Onlar Seni okutmayıp ta, kimi okutacaklar? diyerek, hem beni teselli etti, hem de cesaretlendirdi. Enişteme ABD’de çok yüklü bir miras gelmişti atmışlı yılların başında.
Ermeni bir avukat, Eniştemden bir vekaletname alarak, dolarları çebis yapıp, kayıplara karışmıştı ailesiyle birlikte. Bu avukat bozuntusu, ayni zamanda Patrikhanenin de avukatlığını yapıyormuş zamanında. Eniştemin Patrikhaneye gıcıklığı da, - vekalet konusunda uyarılmadığı için- buradan kaynaklanıyordu. Eniştemin kocaman serveti, bir kağıt parçası vekalet yüzünden, bir anda yok oluvermişti. Okula geldik. Eniştem, Müdür odasına girip, Hosrof Emirziyan’la yüksek sesle tartışıyordu, ama neler olduğunu anlamak mümkün değildi. Eniştem, biraz sonra çıktı odadan, sinirlenmiş, bakışları sert bir şekilde:- Mirican! sınıfa gir ve dersine başla, Seni kimse atamaz buradan, komutunu verdi. İşte bundan sonra benim Komutanım, Mıgırdiç Demirci olmuştur. Canim gibi severim…
Çift dikiş…
6’lar 7. Sınıf olmuşlardı, bizde küçüklere, halden anlar sempatisi vardı. Keğam, Varujan, Ciroğlu, Zakar, Mardiros, Cil, Armenak, Kiri. Birde yeni talebeler gelmişti, eklenmişlerdi benim gibi. Avon, işte bizim sınıfın ilk doğan yıldızlarındandı. Kısa zamanda kaynaşmıştık birebirimizle. Keğam keşfetmişti futbolumu, çok iyi paslaşıyorduk, GS hastasıydı, GS forması giyinir, Metin gibi vole atmak isterdi, avuç içi yara, kanama pahasına…Bu aralar bir ikilem içindeydim: Mıgo’dan, Ekmekçi’den, Ardaş’tan, Asadur, Kara’dan ayrılmıştım. Sınıfta kalmama, en çok Mıgo üzülmüştü; ama belli etmiyordu: “Devam Miri!” diyerek motive ediyordu beni.
Baron Vahan, Rahmetli Torkom Beşiktaşlıyan, Fizik, Kimya, Cebir-Geometri. Torkom, hem öğretmen; hem de ahparikti. Keğam’ın ahpariği olması, benim Cebir-Geometri öğrenme hevesimi körüklüyordu. Ortada hem gurur, hem de öğrenme isteği vardı. Torkom Ahpariğin, Keğam’a , 10 yerine 8, 8 yerine 6 vermesi, Keğam’a yapılan haksızlıktı.
Keğam, buna razı olmak zorundaydı; ama bu da Keğam için o kadar da önemli değildi.Rahmetli, kısa boylu, tombul, sevecen, sevimli yüzlü, kırmızı elma yanaklı, kıvırcık kısa saçlı, gözlüklü, hep gülen, sempatik, zeki, çalışkan, dörtdörtlük bir ahparik, bir baba, bir öğretmendi. Hayatımda en çok sevdiğim üç öğretmenden birisiydi…
Fizikten konumuz mekanikti. Baron Vahan, yazılıları hatalarımızı görelim diye, geri dağıtıyordu. En sonuna, benle Avon kalmıştık. “Eyvah!” dedim içimden “yine zayıf geldi.“
İkimizin yazılılarını verirken:- Aferin Avedis, Aferin Mirican, böyle devam edin, dedikten sonra, tek elini ceketinin cebine atarak sınıfı terk etmişti. Avon 10, ben de 9 almıştım. Dünyada bundan daha mutlu bir an olamazdı benim için. 7. sınıfa almıştım vizeyi, herkesle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordum, rekabete açık ilişkileri savuşturmaya çalışıyordum. Artık yazıya (ovaya) salınmış bir Arap atıydım. İster büyük, isterse küçük sahadaki yapılan maçlarda, istediğim gibi oynuyor, iki senedir gemlenmiş enerjimi, adeta haykırıyordum. Bedenim de yavaş yavaş futbol topunun ahengine ayak uyduruyordu.
Okulda, çok iyi top oynayan ahparikler vardı, hepsinden bir hareket kapıp, kendi benliğime adapte etmeye çalışıyordum. 7. sınıfa uyum sağladıkça, eski sınıfımdan gittikçe uzaklaşıyor, onlara karsı yavaş yavaş rakip oluyordum.
Sınıf paspasını en az iki kere yapıyor, baştan savma iş yapanlara da bozuk atıyordum. Yemek dağıtıyor, bulaşıkları topluyor, yemek masasını, bir sonraki yemeğe zevkle hazırlıyordum. Kilisede, küçükte olsa bir koromuz vardı, Haçik A. yönetiyor, sesin güzel olması şartı getirilmiyordu. Amaç, hep beraber bir olmaktı. Haçik Ahpariği zevkle dinliyor, dinlerken, sesinin güzelliği karşısında ağzımız açık kalıyordu, hele söylerken, bir göz kırpması, bir gülücük kondurması, gözlerimi o mistik havada yaşartıyordu.
Badarak’ın ilerlemiş saatlerinde pazar günleri, süzülürdü gün ışığı renkli pencerelerden üstümüze, üstümüze,Tomo ahpariğin saçtığı Hunk dumanları yukarı doğru rengarenk...İşte o anda, Meryem Ana’nın kucağındaki ÇOCUK, günahsız, yalın, kutsal gözleriyle seyrederdi bizleri. Der Voğormiya, Der Voğormiya…
Etütler bazen sıkıcı, bazen de neşeli geçerdi, hele günlerden izin haftasına denk gelen cuma günleri. Taze yıkanmış, ütülenmiş çarşafları sırayla dağıtırlardı mayrikler. Kendi ellerimizle yaptığımız yatakta uyumak, en büyük zevklerimizden birisiydi. Her şey tertemiz, ayaklar yıkanır, yıkamakta tembellik edenler ikaz edilir, dişler fırçalanır, bir anda, her köşede curcuna devam eder, yastıklar havada uçuşur, kimisi roman okur, kimisi inekler…. derken ışıklar söndürülür, gürültüye devam…. derken bir sessizlik çökerdi.Mis gibi kokan çarşafa yumulur, rüyalara dalardım.“ Yeşil ördek gibi, daldım göllere, sen düşürdün beni, dilden dillere, başım alıp giden, gurbet ellere, ne sen beni unut, ne de ben seni“
Sabah kahvaltısı, 5-10 zeytin, beyaz peynir, perşembe günleri gül reçeli, yanına tere yağı veya kaymak, alüminyum tabak ve bardak ve çay, ekmekte tazeyse, keyfimize diyecek yoktu. Bazen kahvaltıyı beğenmezdik, yemekleri de, buna rağmen kimse aç kalmazdı. İcabında kompostoya ekmek doğrayıp, bol bol enerji alırdık. Çiğ soğan yiyemediğim için, arkadaşlar da bunu bildikleri için, tabağıma atarlardı çiğ soğanı, afiyetle yerlerdi.Bende onların yemek sonrası sütlaç, komposto, artık ne bulursam…Yemek güzel olduğunda, duaya Hayr Mer’le başlanmaz, dua kısa yoldan okunur derhal oturulurdu, yemek öncesi açlık karmaşası müthişti, çatal, kasık, tabak,höpürt sesleri…
En güzel gün cumartesiydi; gömlekler, pantolonlar ütülenir, kostüm kravat cuma akşamından hazırlanır, elbiseler değiş tokuş yapılır, kim kimle nereye gidileceği planları yapılır, sinemalar, yüksek kaldırımlar, vitrinler, hava bedava, maçın ikinci devresi bedava, penceredeki platonik aşklar, fanteziler, fanteziler…
4. Ders bi’türlü bitmezdi, yemek yarim yamalak yenilir, bahçede toplanılır, „hazır ol ! Dikkat! Korkmaz Sönmez bu Şafak…. “
İzine gidecek olanlar, akşamdan hazırladıkları, ödünç aldıkları en janti takımlarını kuşanırlardı. Paralar toplanır, borçlar alınır, çil yavrusu gibi dağılırdı Tbrevank bir anda İstanbul’un her yakasına ve bir sessizlik çökerdi Tbrevank’ın her kösesine. Gidemeyenlerin hüznü fazla sürmezdi. Onlar yaratıcı olurlardı, okuldaki imkanları bir anda keşfederler, doyasıya koştururlardı topun arkasından. Surp Haç çanları daha canlı duyulurdu akşama doğru. Pazar akşamları, kuşlar yuvaya yavaş yavaş dönerlerdi. Bir zenginlik yaşanırdı, bir heyecan, bir hengame…Olanlar, olmayanlarla paylaşırlardı her şeylerini. Yatakhanede, görülen yeni filmler, ballandırılarak anlatılır, yaşanan veya yaşanması hayal edilen aşklar da.Nasıl olsa atış serbestti. Önemli olan, dinleyicileri inandırmaktı. Bazı hikayeleri, gerçek olmamasına rağmen, gerçekmiş gibi dinlerdik jön arkadaşımızı kırmamak için. Önemli olan, anlatmaktı, dinletmekti, ister doğru ister fantezi, tabii, işin içinde makaraya alınmakta vardı.
Kışın, kafasına kartopu yemeyen Tbrevankli tahmin edemem, hele hele kardan adam yaparken, sakacıktan da olsa, öğretmenlere de attığımız olurdu, karda resim çekilmek, şaka kaldırır bir arkadaşı, hep beraber kara gömmek inanılmaz zevkli bir oyundu.
İlkbaharda koruluk, erikler, yaşanan yasak aşklar ve tepeden Boğaza bakış, aşağıdan yukarı yükselen iyot kokulu rüzgarı ciğerlerinin en ücra kösesine kadar çekip, haykırmak, kanatlanıp uçmak Boğazın semalarında…
Mıgo iyi bir FB’lidir. Onun etkisiyle FB’li olmuştum. Ama bizim sınıfta Avon, koyu ve fanatik bir BJK’lidir. BJK’yi konuşurken, heyecandan ağzı köpürürdü. Onun, o coşkulu taraftarlılığı beni BJK’li yapmıştı, hala da öyleyim.
Ne çabukta geçmişti koskoca bir yıl, insan mutlu olunca nedense zaman çok çabuk geçer…
8. sınıfa geçmiştim, Keğam’la birlikte Kurtuluş’a uzanıyorduk, her şey toz pembeydi, yandan çarklıyla Kabataş’a geçerken.
8. Sınıf
Şimdiye kadar, düşe kalka yürümüştüm. Şimdi liseye tırmanma zamanıydı. Yoktu bu işin şakası, ikinci tökezlemede af yoktu, göz yumma hiç yoktu. Sanki bizim sınıfın eksikliklerini gözlerimizden okumuşlardı bizim yöneticiler, Mardiros Okuyan, Ohannes Demirci, Manuk Aydın, Hayk Silahlı, Agop Kartun. Bunların hepsi Samandağ’liydi ve akrabaydılar. Mardikle Ohannes, Beyrut’tan geliyorlardı. İkisi de bülbül gibi İngilizce, Ermenice, Samandağ Ermenicesi, Türkçe, Arapça biliyorlardı. 5 dil birden, dile kolay…
Biz ise, Ali Baba ve Kırk Haramileri İngilizce olarak ezberlemeye çalışıyorduk. Çok uyumlu ve espriliydiler. Kaba kuvvetten çok, beyin jimnastiğini benimsemişlerdi. Bu da bizim Varujan’ın isine çok yaramıştı doğrusu, nihayet dişine göre bulmuştu yeni arkadaşlarını. Mardik, Canik, Varuj üçlüsü, hangi ciddi problem veya konu olursa olsun, bir anda hokus pokus yapıp, espri dünyasına kanalize ederlerdi bizleri. Konu bir anda dağılır, sınıf kaotikleşirdi bir anda, gülüşmeler, kızışmalar, kahkahalar…. Bu üç arkadaş, hızlı düşünen ve bizi beklemeye hiç niyeti olmayan arkadaşlardı, bizim onlara yetişmemizi istercesine koşup dururlardı. Mardik, çok yakışıklı bir çocuktu, bizim sınıfın en yakışıklısı rahmetli Kevork Demirci’ye rakipti. Saçları kıvırcık, altın sarisi, gözleri yeşil, Rahmetli’den sonra en uzunumuzdu.
Sınıfa taze kan gelmiş, dengeler değişmişti. Torkom ahparik, bizi yetiştirerek, Baron Aslanyan’a (Dimi) teslim etmişti. Kompozisyon ve ifade de zorlanıyordum. Kütüphaneye dadanmıştım, küçük hikayeler okuyor, okudukça anlama, kavrama kabiliyetim gelişiyordu. Okudukça, okuyasim geliyor, giderek romanlara başlamıştım.
Bir gün, yatakhane penceresinden, Amerikan Kız Koleji bahçesinde gezinen iki kızla konuşmaya başladık ve kısa sürede randevulaştık. Bağlarbaşı Bahar Pastanesinde buluşacaktık. Yıldırım hızıyla, artık eli yüzü düzgün ne varsa taktık takıştırdık. Kızlar içerdeydi, ama biz bir türlü cesaret edip içeri giremedik. Kendi yaşıtımız, karşıt cinsimizle sohbet edip, pasta yiyecek sivilizasyona erişmiş değildik, kendi aramızda hepimiz birer Aşil ama Amazonlar’a karşı tissssssss…. Bunun cezasını daha çoooook çekecektik. Bence Tbrevank’ın en büyük eksikliği de buydu. Sınıfımızda bu medeni cesareti gösterecek arkadaşlar muhakkak ki mevcuttu. Şu tesadüfe bakın ki, Cennet Kuşu, iki kıronun başına konmuştu,Keğam ve ben…
Orta üç bitirme imtihanlarını caşaranda yaptık, aramızda dökülüp ayrılanlar oldu, üzüldük, ağlaştık, sarıldık ve ayrıldık
4 yıldır özlemini çektiğim, hayalini kurduğum liseye vizeyi almıştım takıntısız. Liseye giden basamakları, sindire sindire, tada tada çıkıp, Baron Zare'nin odasının önünden geçip, Lise I sınıfına girip pencereden bahçeye bakmak, korkunç bir duyguydu. Hem gururlu, hem de bir çocuk gibi sevinçliydim. Artık liseli olmuştum, Okuluma aşıktım….
Kütüphaneden bir dizi romanlar alarak, Babamın İstanbul'dan aldığı yeni eve, Kalyoncukolluk 177’ye, karnemi gururla göstermek üzere yola koyuldum.
Lise I
Okulun bir an önce açılmasını istiyordum. Babam bu sırada, Selanik- Kavala’da, Anadolu’da yarim asır önce yitirdiği, -ailesinin ayakta kalan tek yadigarı- 7 kardeşten en küçüğü Teodor'a kavuşuyordu. Babam Rum'du, dolayısı ile bir kimliği, bir benliği vardı. Seferberliğe alınmıştı küçük yaşta, ailesini terk etmek zorunda bıraktırılmıştı. Dört kardeşi zehirli mantar yemişler, kaybetmişlerdi hayatlarını küçük yaşta. Babam seferberlikten döndüğünde, Havza-Amasya bir viranedir. Ailesi, çil yavrusu gibi dağılmıştır, her biri bir yana, silinmiştir Todor Ailesi haritadan. Ama asil yön Yunanistan'dır… Babam, kimseyi bulamaz Havza’da geri kalan. Yitirmiştir bütün ümitlerini, Yeranus isimli askerlik arkadaşının sürekli ısrarlarına dayanamayarak, tutmuşlardır Sivas’ın yolunu, “ver elini Hafik“…Babamın soy ismini, ilk önce Garip koyarlar. Garip, babamın hoşuna gitmez, Kalpakidis’ten Kaya olur. Yeranus, çok iyi bir insan, bir arkadaştır, misafir eder aylarca Murad'ı. O, Yervant Ustanın şemsiyesinde azap olur karın tokluğuna, beş, on sene çalışır zor bela. Bu meyanda aşık olur Sırpuhi’ye. Sırpuhi, Yayam Vartuhi'nin tek kızıdır.
Mez Hayrik, Mirican, toplatılmıştır köyün bütün erkekleriyle birlikte, götürülmüş tehcirde…bir daha geri dönmemiştir. Atangil Sülalesi telef olmuş, yerinden, yurdundan edilmiştir. Kala kala, Vartuhi ile kızı kalmıştır geriye. Yayam Hafik Kaymakamının yanında, hizmetçi olarak çalışıyor, geçimini sağlıyormuş. Bir koruyucuya ihtiyaçları varmış ki, bulmuşlar birebirlerini. Todor ve Atangil Sülalelerinin Anadolu'daki varisleri. Babam, borçla bir topal at satın alır, bir de araba. Çok ekmek yemiş, o atin nalından…derken elele, can cana vererek, Atangil’in eski tapulu topraklarını satın almışlar, alın teriyle, teker teker yeniden. İşte, yoktan varoluş buna denir!
Babam, İstanbul’a göçtükten sonra, Balıkpazarı'ndaki Rum kahvesine gider, Selanik’ten gelen Rumlar’la tanışır, onlara Kalpakidis soyadı taşıyan bir tanıdıkları var mi diye sorar sürekli. Böylece, sora sora, bulur en küçük kardeşi Teodor’u. Evlenmiştir, aile kurmuştur, çoluk çocuğa, torunlara kavuşmuştur…Lefter, Eleni, Marta, Despo…
Babam, geri döndüğünde Yunanistan’dan, sanki yeniden doğmuştu. Kardeşi Kavala'daydı ve görüşüyorlardı…
Bütün hazırlıklarımı yapıp, yola koyulmuştum, balıkların arasından bir pazar akşamı, Üsküdar’da hava kararırken, 60 W ampullerde tramvay…gün dönmüştü, ayva zamanı gelmişti, Tbrevank’a başlama zamanı gelmişti.
Aslına bakarsanız, Tbrevank toplumsal değerlere taze kan katma peşindeydi.Doktor, mühendis, mimar, öğretmen, filozof, management, …namzetlerini seçmişti ince dokuyup, sık eleyerek. Ama, ne Müdürümüz Mıgırdiç Margosyan, ne de Ermenice öğreteceğim diye, bizleri saatlerce, soğuk çimento taşlarının üzerinde diz çöktürerek bekleten, dini lider olma yönünde kariyer yapan Bekçiyan, bunun farkındaydılar.
Okul Müdürümüz, çok ciddi, kendine özgüvenli, esmer ve yakışıklı bir şahsiyetti, hiç gülmezdi, bedeni, yüksek gerilimli disiplin iradesinin esiriydi, hiç mi hiç gevşetmezdi kaslarını, dinlendirmezdi onları, kısacası, gergin‚sırım’ gibi bir insandı. Bizlerle kendi arasında epey bir soğuk mesafe bırakırdı. Bir ricamız olduğunda kendisinden, düzeltirdik kılık kıyafeti önceden, söyleyeceklerimizi son kez gözden geçirirdik. Hata yaptığımızda, mahcubiyet duyardık karsısında. Ne de olsa Müdürümüzdü. Bazen derste gülümserdi, buda ona çok yakışırdı. Bilgili bir insandı, Ermenicesi, Türkçe’si mükemmeldi. Ön cephesinde mermer sütun, arka bahçesinde bir şair, bir ozan olmalıydı belki de.
Öğrencileri dinlemesi pür dikkatti, samimi yaklaşır, sorularımıza güzel ve süslü cevap vermek için, şair ruhunun dinamiklerini harekete geçirirdi. Çok kısa vadeli sempatik insan, nasıl olurda acımasız olabilirdi? Demek ki kendine de acımasızdı. Bir gün, zilin komutuna kulak asmayan, kural kaidelere uymayarak Pinpon oynamaya devam eden Toros ve Altan ahparikler, Müdürün baskınına uğradılar. İkisinin de kafası sıfıra vurulmuştu, belki de, daha önce ceza aldıkları için, kafaları sırıtıyordu. Müdür, ikisini karşı karşıya getirdi, elleriyle ikisinin de ensesine yapışarak, kafaları aniden koçlar gibi tokuşturdu. Toslamadan çıkan sesle, kafalarının, karpuz gibi ikiye yarıldığını zannettim bir an. Ben böyle bir şey görmemiştim hayatımda, acayip korkmuştum. Okul bitene kadar, Müdürden hep uzak durdum korkudan. O tokuşturmadan sonra, ahpariklerin hiç sesi çıkmadı, nasıl sindirdiler o acıyı içlerinde? Kim bilir ne acımıştır kafaları? Beyin kanaması olabilirdi pekala...Ama kimin umurunda ?
Tbrevank’ı pekala barış ve korkusuzca, kendine özgüven ve sevgi temelinde yönlendirile bilinirdi. Neden cezalandırma, korkutma, kaba kuvvete meydan verildiğini, bu güne kadar anlamış değilim. Şu yazdığım parmaklarda, Haycan ahpariğin cetvelinin dikine şiddetinin izlerini hala anımsamaktayım. Ya Artin Özkeşiş’ten yediğim şamarların izlerini, yüzümde hissetmekteyim. Vahe’nin voleleri, Artin’in kötü ruhlu, acı veren şamarları yanında solda sıfır kalır. Bizleri, eğitim, disiplin adına dövenler, manevi zor kullananlar, bizlerden özür dilemedikleri sürece, onları affetmeyeceğim…
Bir de, sınıflara takılan dinleme cihazları, nefsime çok dokunmuştu. Tüm sınıf buna karşıydık, ama henüz değiştirme gücümüz yoktu. Müdür, sınıflarda olup bitenleri dinleyebiliyordu. Hatta hocaların verdiği dersi de takip etme hakkına sahipti. Kısaca Müdür, herkesi takip ve kontrol edebiliyordu. „ İnsan haysiyeti dokunulmazdır“ ilkesi böylece ayaklar altına alınıyordu disiplin adına, kural, kaide adına. Üstelikte Müdürümüz Psikoloji okumuştu.Biz de aramızda, tabu konuları konuşmak için, sessiz komünikasyon teknikleri geliştirdik, mesela ben, her sabah o hoparlörün önüne geçer, elimi yağlayarak „ al sana…“ çekerdim, sessizce ona „ dua“ ederdim…Varujan : - sıkıysa sesli konuşsana oğlum, yapma! Müdür duyacak, bak! gelirse ne yaptığını, teker teker anlatacağım, diyerek onunla alay ederdi…
Ermenice dersleri gittikçe derinleşiyor ve Eski Ermenice de buna ekleniyordu. Rahmetli Keğam İşkol, bir dilbilimciydi, bizlerin mükemmel öğrenmesini, cani gönülden istiyordu. Lirik Şiir, kahramanlık destanlarındaki sergilediği imajlar ve analizler yaşanmaya değerdi. Çok gayretliydi, sanki geç kalmıştı, bizleri daha yukarı seviyelere çekmeye ahdetmişti. Ayni Keğam İşkol, nasıl olurda 15 günlük tatilde Krapar kitabının bütün sorularını cevaplandırmamızı isteyebilirdi? Hiç mi yoktu bu çocukların, başka şeylere ihtiyacı? Gelen bindiriyor, giden bindiriyordu…Gece gündüz çalışıyor, soruları cevaplamaya çalışıyorduk, yaz babam yaz, bitmek bilmiyordu meret sorular. Bir kaç kişi bitirmişti, en az yüz sayfa yazmışlardı. Bitiremeyenler, kolay yolu seçip kopya çekmişlerdi. Parmaklarımız, yazmaktan nasır bağlamıştı adeta.
O sene, notlar 100 üzerinden değerlendiriliyordu, hocalar şaşkındı, bizlerde. Benim Ermenicem 100 üzerinden 40 idi. Sınıfta 60 alan kraldı, yarımızdan fazlası 50'nin altındaydı. Bu meyanda Müdürle Keğam İşkol’un arası mayhoştu. Bundan böyle, öğretmenler arka kapıdan gireceklerdi okula. Adamın işi gücü yokmuş gibi, Melahat Hanıma, Bay Vahan, Aslanyan'a, Keğam'a meydan okuyordu sanki, hani Müdür ya... Duyduğumuza göre, Müdürle Keğam İşkol arasında çıkan çatışma, Keğam İşkol'un Tbrevank’ı terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Sınıfta, teker teker hepimizi imtihan ederek, bizlere geçebileceğimiz notları kondurdu K. İşkol. Avon, Kayserili kurnazlığını kullanarak, İşkol'dan yüksek not istemişti ve de almıştı, böylece Ermenice’den kalacağım korkusunu atması bir yana, notlarının ortalamasını da yükseltmişti.
Bütün bunlara rağmen, aramızda sevgi, değer, arkadaşlık duyguları hakimdi, birimiz hepimiz, hepimiz de birimiz içindik, uymayan yalnız kalırdı.O değerli ahpariklerimiz, o değerli, hatta kutsal hocalarımız unutturuyorlardı bir an dertlerimizi.İhtiyacımız olan, bir avuç sevgiydi, onlar, dağlar kadar veriyorlardı.
Bu arada Garo (Garabet Balım) Ahpariğe değinmeden geçemeyeceğim. Zaralıydı, aslında Ressam olmalıydı. Kumkapılı idi, Fransız balıkçı gocuğu giyerdi, saçları simsiyah, bacakları paytaktı ( Futbolcu bacağı), solaktı, iki orta parmaklarını, bir kazada kaybetmişti. Edebiyatı, şiiri, ve kitap okumasını, o bana aşıladı. Kütüphane başkanıydı. Bana: - Her hafta bir kitap okuyacaksın! direktifini vermişti. Onu mahcup etmemek için, bana verdiği kitapları hızla okuyor, bazan da okumadığım halde okudum diye yalan atıyordum. Kara kara, şüpheli gözlerini gözlerime diktiğinde, okumadığımı söylüyordum. O :- yalan atmakla okumuş olmuyorsun Miri, deyip ayni kitapları, ceza olsun diye yine bana geri veriyordu.
Kumkapı Kadırga'da top oynuyordu. Ben, Lise I ‘deyken, futbolumu çok beğenmiş olacak ki; beni Okul takımına çağırdı. İnanamadım birdenbire, henüz 11. Sınıfa nazaran iki sene küçüktüm. Sahakyan ile maçımız vardı. Ben de ilk on birde oynuyordum. Şort belimden düşüyor, ‘benim yerime başkası oynasa keşke’ diye korkulara kapılıyordum. Sahakyan'da ızbandut gibi adamlar vardı zira. Dikran Ahrun, Garo, Altan Delice, Arsen A., …bir tek yabancı bendim aralarında. Maç başladı, beni ciddiye almıyordu Sahakyan. Altan A. attığım iki ara pası, Sahakyan'ı basbayağı tehlikeye soktu. Sahakyan'lı Haçik adım attırmıyordu, üstelik küfür de ediyordu. Bileniyordum yavaş yavaş ve fırsat kolluyordum. Maç 1-1 di ve Delice korner atıyordu.
Ben ceza sahasının kenarında tehlikesizce bekliyordum ki, Delice uzun bir korner çıkardı. Herkes kafaya çıktı, kimse vuramadı topa. Top bir kere sekti ve bir vole, gooooooooooaaaaaaal olmuştu. Herkes bana koşuyordu, sarılmalar öpüşmeler, ben altta eziliyordum. Şimdiye kadar böyle bir duygu yasamamıştım. Garo, Delice'ye dönerek:- Hakliymişim dimi, dediğini duydum. Maç 2-1 bitmişti ve ben Tbrevank’ın o günkü kahramanıydım. 6. Sınıfta, sınıfın C takımının kaptanıyken, Tbrevank'ı galibiyete taşıyordum. Artık ben Tbrevank adına mücadele eden tam bir elemandım. Lise I, bizim sınıfın yıldızlarını doğuruyordu, ayni zamanda da kurbanlarını. Kevork Demirci Ermenice’den kalmıştı ve okulu terke karar vermişti, Rahmetli. Kevork çok duygusal bir kişiliğe sahipti, fazla uzatmadan, kısa kesmişti işi, gayret etseydi, kesin geçerdi sınıfı, ama parmağını oynatmadı çocuk, gururuyla da ayrıldı, konfeksiyona daldı. Çok acılı geçti o sene benim için. Zafer-Hüzün çelişkili bir çorbada kavruldum da durdum. O sene“…Ve Çeliğe Su Verildi“‘yi okudum ve mahalleden bir Helen Kızına aşık oldum ve de Onun haberi bile yoktu,belki de,biliyordu ama, belli etmiyordu kim bilir?
Sınıfın yarıdan fazlası, Keğam (Keko) başta olmak üzere, tıraş oluyordu her gün. Çocuk Avon’un bile sakalları çıkmıştı, bendeniz ve Varuj’un ( Varujan Cingöz ) bıyıkları daha yeni terlemişti. Biz Avon’a (Dr. Avedis Demir) çocuk muamelesi yaparken, o bizi makaraya alıyordu bu sefer. Ama bizde onlarla birlikte, her gün tıraş ediyorduk cildimizi, belki çabuk çıkar hesabi. Müzikte ses yıldızımız, futbolda liberomuz, voleybolda kütçümüz, Ohannes Ciroğlu (Cirappa Ciroğlu), çapkınlıkta Mardiros Giritli, Avon dersen, her konuda en başta, Espri de, humor da Varuj-Mardiros Okuyan ( rol icabı adi Sarışın Yosma), Ohannes Demirci ( Antakii) Trio’su, Tbrevank’ta az rastlanır bir olguydu. Gırgırda Ohannes Demirci ( rol icabı Zennube), Fen bölümlerinde Agop Kartun, Minas Ulik, çizimde Zakar Meldanoğlu ve diğerleri… Atlıyorduk güle oynaya Lisenin ikisine.Giderken de, kırık öğretmen masamızı birlikte götürüyorduk. Neden götürdüğümüz sınıfın tabusudur, belki de,bu masa bize uğurlu geldiğine inandığımız içindir.
Lise II
Mıgırdiç Yeşilçimen'in dediği gibi; “Bir genç 18 yılda yetişir, onun da hatırı kırılmaz!“ Serpilmiştik gençliğe doğru, çocukluktan eser kalmamıştı, herkes kendini yakışıklı, dinç ve dinamik hissediyordu, ne giysek yakışıyordu veya kendimizi öyle görüyorduk. Üzerimizden kara bulutlar da kalkmıştı nispeten. Bütün bu olumlu gelişen karakterlerimize karşın, bir sınıf ruhu ve felsefesinden bahsetmek olanaksızdı. Ruhlarımız bireysel ve bölük pörçüktü. Bir anda tek vücut, tek yumruk olmayı beceremiyorduk. Birinin dediğini, diğeri veto edebiliyor, icabında kimse kimseyi takmayabiliyordu. İşte sınıf ruhumuz bu sene oluşacaktı. Ohannes Malcı Ermenice’den ikmale kalmış ve ikinci şansını da yitirmişti. 10. sınıfı tekrarlamak zorundaydı ve 5 sene boyunca kader birliği yaptığı canciğer arkadaşlarından ayrılıyordu. Bundan sonra her şey, artık onun için değişik olacaktı…Arkadaşlarıyla vedalaşıyordu, çok üzgündü, geriye kalmanın acısını ben 7. sınıfta tatmıştım. Ben, daha o zaman çocuktum ama Ohannes artık bir delikanlıydı…Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Arkadaşlar toplandık ve 11. sınıfın önüne gittik, sessizce beklemeye koyulduk. Veda faslından sonra Ohannes, gözleri yaşlı 11. sınıfı terk ederken, kendisini bekleyen sürprizden bihaberdi.
Kafamı, Ohannes'in bacakları arasına takarak, onu omuzlarımın üzerine almam bir anda oldu, aynı zamanda tezahürat başladı; “Ohannes, Ohannes“, „ Malcı, Malcı“, „ Elazığ, Elazığ“ sesleriyle Tbrevank inliyordu. Diğer sınıflar meraktan dışarı fırlamış, bizi hayretle seyrediyorlardı. Hayatımda bu kadar içten bir tezahürat yaptığımı hatırlamıyorum Ohannes'e yaptığım kadar. Ohannes'i sınıfa getirerek eski / yeni yerine oturttuk ve etrafında biriktik, tıpkı onun havarileri gibi.Çok şaşırmıştı Ohannes, aslında O, kaldığı için çok üzgün ama biz, hem üzgün hem de sevinçliydik, çünkü sınıfın gülü, bülbülü, insafı, ince, zarif ruhu gelmişti aramıza.Ders falan o anda hiçte önemli değildi bizim için. Kaderimiz, kardeşliğimiz, böyle günlerde dostluğumuz ve fedakarlığımız çok önemliydi. O bir şairdi: Salonda okuduğu „ Mayrik“ şiirini asla unutamam, çoğumuz ağlamıştık.
Herkes gibi ben de, şiir okudum ve dinledim, ama kimse beni Ohannes gibi etkileyemedi.Dikran Ahrun ahparik belletmendi, mezun olalı henüz bir yıl olmuştu, onunla bir arkadaş gibiydik, zaten bizim sınıfı çok seviyordu, onun belletmenlik yapması, nede olsa biraz tuhafımıza gidiyordu, kendi de tam alışamamıştı yeni rolüne, ama tevatür gayretliydi, yerine göre sert davranıyor, kaideleri harfi harfine yerine getirmeye çalışıyordu. Biz onun tertemiz kalbini çok iyi tanıdığımız için, her dediğini kabul ediyor, ona yardımcı olmaya çalışıyorduk. Ama o, kendine olan özgüvenini ve insafını kullanmaktan yanaydı.İzin istemeye gittiğim zaman, can kulağıyla beni dinler, samimi olmadığımı gözlerimden okur, „Niye yalan söylüyorsun, doğrusunu söylesene! “, der ve derhal uzaklaşırdı. Bu davranışı onun izin vermesinin bir türlü ifade sekliydi. „ Nereye gittin izinsiz?“, diye de hiç sormamıştır.
Sokrates Che
Sınıfın ikinci yapısal değişimi, Dikran ahpariğin sevinçli, heyecanlı haberiyle başladı: - Miri! , Kim geliyor sizin sınıfa biliyor musun?“, - Kim geliyor ahparik? :- Çelik lan Çelik! , Robert’ten bizim okula aktarma yapacakmış, ama Müdür pekte taraftar değil Çelik’in okula alınmasına. Daha sonra, Tbrevank'tan bir heyetin Srpazan Hayr'a kadar çıktığını, Sarkis'in okula alınması için ricada bulunduğunu duyduk, hatta bu heyetin içinde Hayk ahparik de varmış.
Çelik Tbrevank'a şartlı alınacaktı; 6 dersten imtihana girecekti. Onun Tbrevank'a alınması için, bütün yollar mubahtı, gereğini sınıf olarak yerine getirdik ve Çelik imtihanları iyi dereceyle kazandı. Benim yanımdaki masayı Çelik’e hazırlamıştım. İnce, sınıfa göre uzun, kıvırcık saçlı, şark çıbanı yüzlü, baba burun, çok zeki ve kısa bakışlı, esmer bir delikanlıydı. Taaa 6. sınıftan itibaren, Çelik’in insancıl, arkadaşcıl ve mert davranışlarına büyük sempatim vardı. İlişkilerimiz mesafeli ve dengeliydi. Sarkis Çelik Ahparik, 299 numarası ile bizim sınıfın numara sırasına göre ilk talebesi Sarkış Çelik olmuştu. Geldiği ilk gün ona Sarkis Ahparik olarak hitap ettiğimde :- Ne ahpariği Miri! deyip, kesip attı. Ne gariptir ki; ayni sınıftan olan Dikran Ahrun'a ahparik diyorduk, Sarkis'e ise Çelik. Çelik’i kısaltarak CHE yaptık. Bu kavram ona çok yakışmıştı. Çok hızlı konuşan, konuşmasından daha hızlı düşünen bir deha idi. Şiddetten yana hiç değildi, ben onun kaba kuvvet kullandığını hiç görmedim. Açık ve yalın fikirli, fikrini söylemekten asla çekinmeyen, “ilk önce kendini tanı“ diyen SOKRATES ruhlu bir kişiliğe sahipti. Espri içindeki zeka oyunlarına bayılırdı, hele Varujan ve Mardiros Okuyan’la bir aradayken. Şüphesiz ki, Che’nin bize büyük emeği vardır.
Övülmekten zerre kadar hoşlanmayan bir ruhu, başı dik, boşa konuşmayan, bilerek konuşmayı yeğleyen, bir işi beraber yapmaktan zevk alan, olaylara çok yönlü bakabilen, hiç kimseyi dışlamayan, hep müşküllerin yanında saf tutan, hiç bilgiçlik taslamayan, eğlenmesini becerebilen, espritüel bir karakterdi. Bir gün, Minas Ulik efkarlanmıştı, gecenin bir yarısında ve türkü söyleyeceği tutmuştu. Uyumak isteyenler : - Lan Minas! Sırası mi simdi türkü söylemenin? , yarin yazılı var oğlum, kes sesini, diye ikaz ettiler. Sarkis:- Minas bugün sabaha kadar türkü söylemek istiyor, şikayeti olan varsa Müdüreee, diye espriyi patlatınca, Minas’ta aldığı moralden dolayı sesini daha da yükseltti, derken bütün sınıf gece yarısı türkü söylüyordu.Belletmen Ahpariğimiz Arsen Kokman da elindeki göstermelik sopasıyla yatakhanenin camına vuruyordu: - Oğlum siz manyak misiniz?, tabii bu ara herkes Minas’ı gerekçe gösteriyordu, ama Arsen Kokyan asla buna inanamıyordu; çünkü sınıfın en pari çocuğu Minas Ulik’ti.
Yeni transferlerin ikisi de Elazığlı idiler, Ohannes Palu'lu, Sarkis de Elazığ'ın içinden. Sahneye ikisi ayni anda çıktılar, sınıf iki kutba ayrılmıştı rol icabı, bu iki gurup, oynanacak rollere göre oluşuyordu. Futbolda ben, kesin Ohannes’in takımından olmalıydım, çünkü; ona en çok golü ben attırıyordum. Elazığspor’da oynayan oyuncuların adlarından esinlenerek, Ohannes’in lakabı Hido, Sarkis’in ise Tefo. İlk önce dokunaklı espriye Hido başlardı, derken Tefo bastırırdı, Avon ( Avedis Demir) kızıştırır, Hataylılar top yekun yüklenirler, kendine mahsus Ermeniceleriyle, bir anda sınıf karışır ve her seferinde Hido kazanırdı bütün maçları, ders başlamadan önce…
Çabuk kaynaşmıştık sınıf olarak bu iki ahparik Arkadaşla. Sanki tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Artık, ne bir eksik ne de bir fazlamız vardı. Kelimenin anlamıyla tam veya bir bütündük. Sınıfımızın ruhu limit 1 = 1 olmuştu.
Futbolda 11. sınıfı yenmenin planını yapıyorduk Keğam'la. Bir alt sınıfın, bir üst sınıfı yenmesi kadar zevkli bir duyguyu bilmeyen yoktur Tbrevank’ta. Azad ahparik, bizim sınıfla 11. sınıfın maçını seyretmeye gelmişti. O dönem Tbrevank’ın en gözde futbolcusuydu, hatta bana göre, O Tbrevank’ın Beckenbauer’i idi…İşin içinde hem yenmek, hem kendini göstermek, hem de bize 6. sınıfta kaçan topları toplatanlara bir ders vermek vardı. Bir onlar atıyor, bir biz, derken maç epeyce kızışıyor ve sertleşiyor, karşılıklı fauller sızlatıyordu kemiklerimizi. Maçın bitimine saniye kala, ani bir dönüş yaparak Arsen ahparikti ters köşe yapmam, o anda mutlulukların en büyüğü idi, ama 11. sınıf çamura yatarak bu golü saymıyordu, çünkü okulun 17:00 zili çalıyordu. Onlarla berabere kalmamız bile büyük bir onurdu bizim için…. Maçtan sonra Azad ahparik yanıma gelerek, kafamı okşayarak benim çok güzel oynadığımı ve Bağlarbaşı'na gelmemi istiyordu. Eeeee Tbrevank’ın Beckenbauer’i tarafından “övülmek“ her babayiğidin de harcı değildi.
Bizim Sınıfın „Aydınlanma Cağı“ 10. Sınıfla başladı, Hikayeler, Romanlar…“ Ve Durgun Akardı Don“, edebiyat ve aşk ve şiir…Fizik; Kimya, Matematik bir yanda, Batı Yakasında ise Yürüyüşler, 6. Filo, “ Yankee go home“ ve geneleve giden bahriyeli Amerikan Askerleri ve „Yeni Bir Aşk Arıyorum“ şarkısı dillerde ve ilk platonik aşkı yakalıyorum İstanbul Semalarında…
Dersler gittikçe yoğunlaşıyor, hızlanıyor, buna paralel olarak ta bizim kavrama kabiliyetimizde anatomimiz gibi dallanıp budaklanıyordu. Dünyayı anladıkça, olayları kavradıkça, hararetli tartışmalar yürüttükçe, şiir yazdıkça, romantikleştikçe, bireyselleştikçe fark ediyorduk yaşamın tadını ve acısını.
Bu sene çok çabuk ve tatlı geçti. Fazla bir tantana olmadan, top yekun geçiyorduk 11’e…
Final
Tbrevank’ın en üst mertebesine erişmeyi başarmıştık. Bizden aşağı bütün sınıfların ahparikleriydik. 11. Sınıf olmak hem gurur verici, hem de çok sorumlu bir işti. Pekte öyle haddinden fazla böbürlenmeye gelmezdi 11. sınıf olundu diye. İşin içinde küçük sınıflara maskara olmakta vardı, abartılı ve bozuk davranışlar yüzünden.
Yemekhaneye ilk giren, duaya ilk başlayan, kilisede ilk okuyan, biz olmuştuk , lakin bağlamıştı 11. Sınıf bütün yoğunluğu ile bizi masalara. Bir yandan günlük konulara harıl, harıl yüklenirken, bir yandan da üniversite hazırlıkları ve istediğin bölümü kazanamama ihtimali kafamızın arkasında , durmadan daha çok gayret göstermemizi dürtükleyip duruyordu. Fen, Edebiyat ayrılmıştı. Ohannes Malcı, Ohannes Demirci, Mardiros Okuyan, Manuk Aydin, Hayk Silahli Edebiyatı seçmişler ve hallerinden memnundular. Minimal bir çalışmayla, ders kapasitesine erişebiliyorlardı. Onlara bir saat yetiyordu. En büyük eğlenceleri, biz Fincileri yani Fencileri (Bu ifade sekli O. Demirci ( CANIK’e aittir) ders çalışırken ‚ rahatsız’ etmeleriydi.
Che ve Varuj’un feni seçmelerindeki motiflerden bir tanesi, Bay Vahan’a, Aratan’a Dimi’ye karşı ayıp olmasın duygusuydu. İki SÜPER ZEKA…bu tipler Tbrevank’a az gelmiştir. Adamlar meseleleri çok çabuk kavradıkları ve düşündükleri için, yazmayı çok yavaş bulduklarından, çok kısa notlar alırlardı, bu da onlara yeterdi. Mesela ben, Sarkis’e cebiri 20 dakika anlatırdım, her şeyi bi kere…kafi gelirdi…Che-Varuj pek ders çalışmazlardı ve etüt zamanlarını Edebiyatçılarla geçirirlerdi. Bizler ise harıl, harıl çalışır, stressilere girerdik. Avon dersleri çarçabuk bitirip, Edebiyat curcunasına katılırdı. Ciroğlu zaten çoktan razıydı bu kervana katılmaya…Tbrevank Tarihi'nde sınıfta tavuk civcivleri besleyen bizim Edebiyat sınıfıdır.
Son sene, Ohannes Yıldız’ın kardeşi Hayk yıldız, Getronagan'dan bize transfer olmuştu. Böylece Fencilerin sayısı 15’e yükselmişti. Hayk, hem bizlerle kaynaşmaya, kaynaşayım derken ayrılığa hazırlanıyordu. Çok pratik olmalıydı ki, sınıf ritmine ayak uydurabilsin.Hayk’ın her şeye gülmeyle başlayan bir mizacı vardı. Çoğu kez biz, onun yaptığı espriye delilde, gülüşüne gülerdik. Sen ciddi konuşurken, o buna gülebilirdi, ama asla laubali olmadan. Bazan, bir anda ciddileşir, ciddiliğini koruyamaz, yeniden gülmeye baslardı. Biz onu gırgıra aldığımız zaman, aniden ciddileşir, çok kısa sonra yine kendisi koy verirdi kendisini. Bir gün, Ben- Hur oynatılıyordu Yukarı Salonda. Filmin o meşhur at yarışlarından sonra Ben-Hur: - Oh my god…. ‘la başlayan bir ifade kullanır. Bu “Oh my God” bizim Hayk’ın ağzına dolandı, bir türlü düşmüyor,” my God” aşağı, “my God” yukarı derken, artık Hayk’a My God olarak hitap ediyorduk. O da bu hitaptan memnundu…
Tbrevank geleneklerinden bir tanesi de şüphesiz ki 11. Sınıfın akşamları daha uzun etüt yapmasıydı. Müdür, bir gece etüt zamanı kontrole geldi. Kimimiz ders çalışıyor, kimimiz kitap okuyor, kimimiz de satranç oynuyorduk. Müdürün gece baskınındaki maksadı belliydi: bizi suçüstü yakalamak. Sınıfta etüt zamanı satranç oynanıyor diye, bize saat 21:00’e kadar zaman tanıyarak, uzun çalışma saatlerimizi kırptı. Bu bizde ilk önce bir şok, arkasından şaşkınlık, duygu olarak da Müdüre karşı sinir küpüydük. Yapılan büyük haksizlikti, gerçekten uzun zamana ihtiyacımız vardı. Sınıf ilk sınavıyla karşı karşıyaydı. Sınıftaki tartışmalar bütün harareti ile sürüyor, ara sıra kapışmalar dahi kaydediliyordu. Sınıf, yapmış olduğu referandumda oybirliği ile „ greve gitme kararı alıyordu. Grev parolası ve gerekçesi:“11. Sınıf, zaman darlığı nedeniyle yemek yeme zamanını ders çalışarak değerlendirme kararı almıştır. “ Kararlıydık, kimse yemeğe gitmeyecek ve yemek yemeyecek. Sınıfta dahi bir şeyler atıştırmak yasaktı. Birini çikolata yerken yakaladık ve çikolatasını çöpe attık. Zamanın belletmenlerinden Hayk ahparik bizi yemeğe götürmek için sınıfa gelmişti. Kendisi de biliyordu ki, olay yemek falan değildi, yemek aslında bir bahaneydi.
Müdür bizim kaderimizle oynuyordu. Çünkü çoğumuz, üniversiteye hazırlık testlerine, diğer dersler bittikten sonra çalışıyorduk, o da ancak 21.00’den sonra oluyordu. O gün yemeğe gitmedik ve 11. Sınıfın masası öğlen yemeğinde boş kaldı. Bütün öğretmenlerin, öğrencilerin kafasında; 11. Sınıf nerde sorusu beliriyordu, zaten amacımızda oydu. Biz ciddiyetimizi koruyor, davamıza ulaşıncaya kadar, öğlen yemeğine gitmeyecektik. Dışardan oldukça küçük görünen bu direnme, Okul hiyerarşisini altüst edecek kadar dinamikti. Müdür, okulu terk etmemiş, odasında derin düşüncelere dalmıştı. Hava çok gergindi, bu işin nereye varacağını kimse bilmiyor, aramızdaki dayanışma korkularımıza ilaç oluyordu. Derken Müdür Sınıf mümessilimiz Keğam Beşiktaşlıyan’ı odasına çağırıyordu:- Keko, Sınıf ne karar aldıysa, aynen tekrarla, en ufak bir zayıflık gösterme ve dik dur, ezilip büzülme, diye tavsiyelerde bulunduk. Heyecan doruk noktasındaydı…. kısa bir beklemeden sonra Keğam sınıfa girerek: - Müdür, bütün sınıfı odasına çağırıyor, mesajını iletiyordu. Herkes kendisine çeki düzen vererek, yarı korkulu, yarı cesaretli gözlerle birebirine bakıyor, ağız bükerek fikir yürütmeye çalışıyordu. Zaman yoktu.
Sınıf anında; „ne karar alınmışsa odur“ diyerek, emin adımlarla Müdür odasına yürüyordu. Keğam, kapıyı vurarak içeri giriyor ve biz onun arkasından yerimizi alıyorduk. Ellerimiz önde, dik duruşla, Müdürün konuşmasını bekliyorduk. Kısa bir sessizlikten sonra, Müdür ile göz göze geldiğimiz an, çok büyük bir sürprizle karsılaşıyorduk. Müdürümüz ağlıyordu, gözlerinden yaşlar damlarken de konuşmayı ihmal etmiyordu:- Bundan böyle sizin sınıfın ismi “YENİÇERİLER” diyordu. Kendine yenildiğini, ağlayarak ifade ediyordu. Kazanmıştık, artık 21.00’den sonrada ders çalışabilecektik. Çok sevinçliydik, ama içimizdeki ezikliği de dile getirmekten geri kalmıyorduk. Aslında Müdürümüz, kendine yenilgisini, ağlayarak ifade ettiği için, zayıf yanını bizlere gösterdiği için, gözümüzde büyümüştü ve bize en büyük insanlık örneğini vermişti. Artık o saatten itibaren, kendimizi ona çok yakın hissediyor, davranışlarımıza çeki düzen veriyorduk. Ve şahsen ben böyle bir Müdürümüz olduğundan gurur duyuyordum.
Artık bütün çelişkiler çözülmüş finale yaklaşıyorduk. İmtihanlara harıl harıl çalışıyor, aradaki beş dakikalık teneffüsleri dahi değerlendiriyorduk.
İmtihanlar, her sınıf gibi çok heyecanlı geçiyordu. cebirden 7 kişi birden takla atıyordu. Ben cebirden 8, fizikten on çekiyordum, derken ikmale kalanlarda geçiyor ve hep birlikte fire vermeden MEZUN OLUYORDUK TBREVANK’tan.
Ayrılık duygusu dayanmıştı kapıya: Ekmeğimden aşımdan, çarşafımdan, ranzamdan, sıramdan, kitaplarımdan, duvarımdan, taşımdan, direğinden topundan, öğretmenlerim, müdürümden, belletmenlerim, aşçımdan, hademelerim, mayriklerimden, yedi sene teneffüs ettiğim Tbrevank havasından ayrılık zamanı gelmişti. Başarmıştım, sevinçliydim, ama biraz da hüzünlü. Biliyordum, sırama başkası oturacaktı, ama adet böyleydi, sıramı savmıştım…
Ayrılıyordum: Ohannes Malcı, Sarkis Çelik, Ohannes Demirci, Mardiros Okuyan, Varujan Cingöz, Maşuk Aydın, Hayk Silahlı, Minas Ulik, Agop Keskin, Arto Tüysüz, Kapriel Cil, Mardiros Giritli, Avedis Demir, Mirican Kaya, Hayk Yildiz, Agop Kirkoryan, Ohannes Ciroğlu, Hagop Kartun, Keğam Beşiktaşlıyan, Zakar Meldanoğlu, 11. Sınıftan. Sene 1970, iyi donatılmıştım, bir şeyleri iyi yapmak istiyordum, bir işe yarama duygusunu besliyordum bol bol. Aşık olmak istiyordum aşık, hayata aşık, ritme ve dansa aşık, namelere doğuştan aşık…hayati yasamak istiyordum hürcesine…
334, Mirican Kaya, Tbrevank www.hyetert.com
Bir Tbrevanklının Anıları
Labels: Çok Kültürlülük
2 yorum:
Bu yazi ilk kez Vanklistte rahmetli Mirican tarafinnda postalandi.Daha sonra Hyetertte yayinlandi.
arsen
ben hafikte yazıyorum çok duygulandım gerçekten keşke bu topraklarda kardeşçe yasayabilseydik..
Yorum Gönder