Ağrı’yan Yan Erivan

 © This content Mirrored From TurkishArmenians  Site turkiye-ermenileri.blogspot.com/ 28 Mayıs 2009 GÜLŞEN İŞERİ

BAŞLARKEN...
BAREV (Merhaba)

Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunların iki halkın diyaloğu yoluyla aşılabileceği düşüncesiyle Uluslararası Hrant Dink Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı’nın organize ettiği “Türkiye-Ermenistan Gazeteci Diyalog Projesi” kapsamında Türkiye’den 10 gazeteciyle Erivan’a doğru yola çıkmıştık. Kemal Göktaş (Vatan), Aslı Sözbilir (Hürriyet), Demet Bilge Ergün (Radikal), Bedia Ceylan Güzelce (Habertürk), Ergün Çolakoğlu (Yeni Ğafak), Namık Durukan ( Milliyet), Yonca Poyrazdoğan (Today’S Zaman), Erdinç Ergenç (Sabah), Tuğba Tekerek (Taraf). Bize mihmandarlık eden Agos gazetesinden Aris Nalcı’da bizimle birlikteydi. Yol uzun konuşulacak konu çoktu. Yakın komşu ‘uzak’ ülkeydik Ermenistan’la. 1991 yılında Sovyetlerin yıkılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’a geldiğimizde, “anlayabilmek” adınaydı kurduğumuz cümleler. Bir haftada anlamak güç olsa da anlamaya çalışmaktı derdimiz.
Kalacağımız yere geldiğimizde geceydi. Sabah uyanıp pencereden bakınca Ararat’ı göreceğimizi kim söyleyebilirdi ki? Hem bu kadar yakın olup, hem de bu kadar düşman olabilir miydik? . .
Evet, benim kaldığım oda Ararat’a bakıyordu. Onların Ararat’ı bizim Ağrı’yan yanımızdı. Bizim yükseklik diye baktığımız, onların derinliğiydi. Aris’e göre Ararat’ı görmek büyük bir şanstı. Çünkü hep sis inermiş ve görünmezmiş. Bu bir şans mıydı bilmiyorum… Acıyı iliklerine kadar hissediyorsan şans mıdır?
Geçen yıl Doğu Beyazıt’ta Ağrı’nın eteklerinde bir köye gitmiştim. Küçük bir çocuğun yanıma yaklaşıp, eliyle bana “bak, orası Ermenistan, ne kadar yakın değil mi” demişti. Ben de ona gitmek ister misin diye sormuştum… Gülerek, “Tabii ki, çok yakınız baksana…” demişti. Erivan’da da benzer şeylerle karşılaştım: “Bak, orada yanan ışıklar, işte orası Türkiye…” iki halk birbirine bakıp iç geçiriyordu. Geceleri ışıklarından tanıyorlardı birbirlerini. iki halkta bir birine varmak istiyordu, tanımak, görmek istiyordu. Erivan’dan Ararat’a baktığımda da çok yakındık. Bu kadar yakın olup, bu kadar ‘uzak’ olmayı nasıl başarabildik acaba?
Aris öyle bir program hazırlamıştı ki bize, günde en az üç görüşme yapacaktık… Yaptık. Erivan’da birçok kuruma gittik. Onlar bize sordu, biz onlara. Konuştukça birbirimizi daha iyi anladığımızı gördük. Önyargılar bir bir yıkılıyordu. Hem şaşkındılar, hem de mutlu. Tüm görüşmelerin sonunda, “yine gelin, sadece bir kez olmasın” diyorlardı. Bakıp da görenler için Erivan’ı yorumlamak o kadar güçtü ki?
Ama yine de gittiğim görüşmelerden izlenimleri yazı dizisi olarak tasarladığımda ve istanbul’a döndüğümde koca bir boşluk olmuştu. Yazamayacağımı düşünmüştüm. O kadar güzel ve özel deneyimlerim olmuştu ki, yazmazsam haksızlık etmiş olacaktım, bencillikti…

Zira yazsam da eksik kalacaktı bir yerleri… Bazen Soykırım tartışmasının içinde bulunup bazen de benzeyen yanlarımızı yakaladığımda ağlamaklı olduğum haller oldu. “Siz bizi anlayamazsınız” dediklerinde, anlamaya çalıştığımızı anlatmaya çalıştık defalarca. Bunun için Erivan’da değil miydik zaten.

Gazetecilerle, sivil toplum kuruluşlarıyla, din adamlarıyla ve sokakta ki insanlarla Erivan’ın nabzını tuttuk. Ve en çok ‘soykırım’ sözcüğü dolaştı konuşmalarımızda. Kimileri için geçmişte kalmıştı, kimileri içinse hâlâ derin bir yaraydı. Biz bu yaraları ve konuşulmayanları konuştuk Erivanlılarla. Anlatabildiğimiz, aktarabildiğimiz kadarıyla…
***
Ayaküstü diyalog: Bir önyargı var!
Öğrencilerle konuşuyoruz: Anna Nalbantyan’a Türkolojiyi bölümü neden tercih ettiğini soruyoruz: “Türkiye Ermenistan’ın komşusu ve Türkiye – Ermenistan ilişkileri çok önemli”
Çekinerek yanıtlıyor. Türkiye’ oturduğu sıradan nasıl görünüyordu peki? “Türkiye benim mesleğim. Duygum yok. Tarafsız olmaya çalışıyorum” diyor.
Ağzımızdan soykırım sözcüğünü duyunca da “Ermenistan’ın resmi görüşü benim de görüşümdür.”

Hemen yanımda bir kız var. Tez konusu Türkiye’de milliyetçilik. O daha sert bakıyor Türkiye’ye.

“Ben Vanlıyım, babam da Vanlı. Orada evimiz var. Bir gün gideceğim. Çünkü o topraklar bizim” diyor. Peki, bir Türk’le yaşara mısın dediğimizde? Yanıt oldukça sert ve hemen geliyor… Asla!” Peki, Türkiye’de soykırım tanınsa? “Türkiye soykırımı tanısa da toprak sorunumuz var. Topraklarımızı silahla alacağız demiyoruz. Sınırların değişmesi, bugün değil ama yarın öbür gün mutlaka olacak.”
Uzun süren konuşmanın ardından ayrılıyoruz sınıftan. Öğrencilerde bizimle birlikte. Okulun bahçesinde ayak üstü konuşmaya devam ediyoruz. Az evvel sınıfta Türk kelimesini duymak bile istemeyenler, meraklı gözlerle soru sormaya başlıyorlar. Türkiye’yi merak ediyorlar. Oradaki yaşamı, onlara karşı bakışı. Bir propaganda var değil mi bize karşı diyor Lilith. Var diyoruz ama bunun karşında olanlarda var. Sınıfta kuramadığımız diyalogu bahçede kurmuştuk ayaküstü. Gerçekten biri birimizi anlamıştık.

Konuşunca pekâlâ oluyormuş. ilk kez yan yana gelmişlerdi bizlerle. Gülümsüyorlar, arkamızdan el sallıyorlar oradan uzaklaşırken…

***

Erivan Üniversitesi, Türk Dili EdebiyatI öğr. üyesi Doç.Dr. Melkonyan: Türkiye’de aydınlar gerçeklerle yüzleşsin!

Toplumların bir bütün olarak kötülenmesini doğru bulmayan Melkonyan, “Geşmişe dayanan önyargıların kırılması için, karşılıklı tartışma yerine konuşmak gerekir” diyor

1977’de kurulan ve 1946’dan itibaren de Türkçe dersi verilen Erivan Devlet Üniversitesi’ndeyiz… Türklere mesafeli duran Türkoloji öğrencileriyle konuşacağız.
Bölümün 150 öğrencisi var ve Türk dili, edebiyatı, tarihi hakkında dersler veriliyor. 30 bilim adamı çalışıyor. 20’si Türkolog. Master programında 3 dal var: Türk filolojisi, Türk tarihi ve Osmanlı tarihi. Sınıfa girdiğimizde sadece kız öğrencilerle karşılaşıyoruz. Bizde öğrenciler gibi sıralara oturuyoruz. Karşımızda Doç. Dr. Ruben Melkonyan… Erkek öğrencilerinin olmama nedeni ise 4 yıllık lisans eğitiminden sonra 2 yıllık zorunlu askerlik için kışla yolunu tutmaları olarak anlatıyor Ruben hoca. Birkaç yıl önce bölümde ilk Türk dili ders kitabı da hazırlandı. Doç. Dr. Ruben Melkonyan’ın doktora tez konusu “Fakir Baykurt ve Köy Romanı.” Bölümde ders kitabı sıkıntısı yaşanıyor, çünkü hala ders kitaplarının büyük bölümü Sovyetler Birliği döneminde hazırlanmış kitaplardan oluşuyor.
Bölümün öğrencileri ve akademisyenler, Türkiye’den çıkan yayınları büyük bir ilgiyle takip ediyor. Öğrenciler internette günlük olarak gazeteleri okuyor. Ermenice’ye çevrilmiş Türk edebiyatçıları ise daha çok Sovyet döneminin tercihleriyle uyumlu: Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali… Orhan Pamuk’un Erminastan’a sınır olan Kars ilini anlattığı “Kar” romanının Rusçadan Ermenice’ye tercüme edilen basımı geçen hafta yayınlanmış.

TÜRKiYE’Yİ GÖREN YOK, ÖNYARGI ÇOK
Sınır kapısının kapalı olması yüzünden bölümden mezun olanların iş bulma olanağı pek yok. Zaten master sınıfında da sadece iki kız öğrenci bir nakliyat firmasında iş bulabilmiş. Bölüm mezunlarından şanslı olanlar Diaspora Bakanlığı ve Dışişleri’nde iş bulabiliyor. Diyaspora Bakanlığının başında bir Türkolog var.
Konuşmaya başlıyoruz, öğrenciler önce çekiniyor. Konuya Türkiye’den giriyoruz. Antalya’da tatile gelen bir kız öğrenci dışında Türkiye’yi gören yok. Önyargı ise çok. Dr. Ruben Melkonyan sınıftaki öğrencilerin master tez konularını bize bir bir sıralıyor. Hemen yan sırada oturan öğrenci Türkiye’de milliyetçilik’, adlı tez konusunu almış. ‘Türkiye’de ordunun rolü’, ‘dini azınlıklar’ ‘Osmanlı imparatorluğunda azınlıkların sorunları, ‘çağdaş Türk Edebiyatı’nda Kadınlar gibi konularda diğer azınlık konularını oluşturuyor.

SİZİN RESMİ TEZİNİZ YALAN, BİZİMKİSİ GERÇEK
Diyalog kurmaya çalışıyoruz öğrencilerle. Hepsinin de sınıf içinde Türk’e bakışı aynı. Hiç Türkiye’ye gittiniz mi diye soruyoruz… Önce susuyorlar, belli ki ilk karşılaştıkları Türkler biziz. Melkonyan söze giriyor: “Sizin resmi teziniz yalandan, bizimki ise gerçekten ibaret. O yüzden öğrencilerimiz resmi tezi sorgulamıyor” diye açıklıyor. Melkonyan’nın da Türklerle ilgili duyguları pek farklı değil. Melkonyan Muşlu. O topraklarını özlediğini defalarca söylüyor. Sonra onlarca soru soruyor bize: “Biz diyoruz ki, 5 bin yıldır orada Ermeniler vardı, şimdi yok. O Ermeniler nerede. Niçin Türkiye’deki cemaatimiz zavallı durumda. Ben Muşluyum. Niçin şimdi Muş’ta değilim?”

Muş’a girip gitmediğini soruyoruz: “Ben atalarımın geldiği Muş’a gittim. Oradaki evimizi görmek istedim. Bana niye geldiniz? Define mi arıyorsunuz? Sizin dedeleriniz bizimkileri öldürdü dediler. Ağır hakaret ettiler. Türkiye’de doğudakiler bize çok ön yargılı” Biz Türkiyeli gazeteciler, öğrenci ve hocayla yan yanaydık. işte o çarpıcı soru içimizden birinden çıkıverdi: Türk deyince aklınıza ne geliyor? Derin bir sessizlik hemen arkasından “Soykırım” kelimesi yankılandı… Melkonyan, Ermeni deyince de size de Asala geliyordur dedi gülerek.

Belli ki Melkonyan, hala kırgın ve kızgın. “Bizim umudumuz Türk aydınlarının gerçeklerle yüzleşmesi. Bütün Kürtler bütün Türkler kötüdür diyemeyiz. Hrant Dink’in Soykırım travması kuşaktan kuşağa geçiyor ve bu travmadan kurtulmadan Ermeniler rahat yüzü görmeyecek ve ruhu serbest gezemeyecek. Bu çocuklarda gördüğünüz travmanın devamıdır. Bu bütün Ermenilerde var.’ Konuşmak gerektiğinin altını bir kez daha çiziyor Melkonyan. Tartışma değil, konuşmak diyor bir kez daha. Türk edebiyatında anı romanları yazanları sayıyor bize: Fethiye Çetin, irfan Pala ve Yusuf Bağcı gibi… işte diyor bunlar soykırım acılarını anlatıyorlar.

HRANT DİNK NEDEN KORUNAMADI?
Sorular sıralanıyor, konuşmalar hararetleniyor… Melkonyan birden söze giriyor; “Türkiye toplumunda çok büyük bir bilgisizlik var. Onun için sizi suçlayamam. Bizim tarihimizde soykırım dışında da acı olaylar var. “

Hepimizin aklından geçen soruyu sorduk: Dink’in cenazesinde hepimiz Ermeni’yiz dedi 100 bin kişi… Neler hissettiniz peki? “Cenazeyi izlerken bir şey değil birçok şey hissettim. Yürüyenler arasında Dink için gerçekten üzülenler de vardı. Katılanların bir kısmı, çok azı da olsa, köklerinde Ermenilik olanlar da vardı. Buruk bir sevinç hissettim. Eğer bu kadar insan bir araya gelebiliyorsa neden Dink’i koruyamadı.“ Melkonyan ve öğrencilerle yaptığımız görüşme uzadıkça uzuyor… Soykırım kelimesinden bir türlü uzaklaşamıyoruz… “Sizin için konuşmak kolay. Soykırıma uğramadınız, topraklarınız alınmadı” diyor, devam ediyor, devlet resmi olarak kendi suçunu kabul ederse ondan başka adımlar da beklenebilir.“

KARABAĞ’DA TÜRKiYE TÜRKÇÜLÜK YAPIYOR
“Azerbeycan ve Ermenistan bağımsız ülkeler. Türkiye Karabağ konusunda 3. ülke. Türkiye’nin yaptığı açıkça Türkçülük. Neden yapıyor? Çünkü Azerbeycan kardeş ülkesi. Yıllardır demiyor musunuz Kıbrıs’a da yavru vatan, kardeş ülke. Ermenistan ne? 21. yy’da bu Türkçülüğü Batıda kimse anlamaz.”
***

Artık el sıkışıyoruz, iki halk sorunu çözecek
Erivan’da konuştuğumuz taksici: “Ben çok fazla dış ilişkilerle ilgilenmiyorum. Evime ne götüreceğimi düşünüyorum. Halkın yüzde 80’ine de böyle düşünüyor”
“Devlete etki eden örgütler konuşuyor, çalışıyor. Onlar çalışsın. Halk zaten diyalog kuruyor. Hükümetler gelip geçecek. Siz kalacaksınız, biz kalacağız”

Program o kadar yoğun ki, tüm bu görüşmelere nasıl yetişeceğimizi düşünüp duruyoruz arkadaşlarla. Gittiğimiz her kuruma ise gecikmeli varıyoruz. Bu kez yolumuz Erivan’daki gazeteler. Otelden taksiyle gidiyoruz, gideceğimiz yerlere. Biz Türk, taksiciler de Ermeni olunca başlıyor diyalogumuz. Bindiğimiz bir taksici adını vermek istemiyor ama bizimle de konuşmak istiyor. Ninesinin ve halasının Türk paşasıyla evlendiğini söylüyor. Sonra gülümsüyor; “paşa ona çok iyi bakmış” diyor. Dediğim gibi gezi boyunca en çok ‘Soykırım’ kelimesi dilimizdeydi, taksiciyle konuşurken de o kelime geldi dilimize: "Her şeyden bağımsız düşünürsek, öncelikle biz komşuyuz, ben çok fazla dış ilişkilerle ilgilenmiyorum. Evime ne götüreceğimi düşünüyorum. Halkın yüzde 80’i de böyle düşünür” diyor.

HALK DİYALOG KURUYOR
Başka bir taksiciyle daha konuşuyoruz. Arthur Karabağlı bir Ermeni. Babası Karabağ savaşında Erivan’a gelmiş. Karabağ’la ilgili soruyoruz: "Savaş olmuş bitmiş. İnsanlar orada yaşıyor, devletini kurmuş. Karabağ’ın en az yüzde 70’i Ermeni ve tarihinde hep böyle olmuş" diyor ve ortada bir sorun olmadığını anlatmaya çalışıyor. Arhur, sınırın elbette açılmasından yana.

"Enstitüler, sivil toplum örgütleri, devlete etki eden örgütler konuşuyor, çalışıyor. Onlar çalışsın, halk zaten diyalog kuruyor. Hükümetler gelip geçecek. Siz kalacaksınız, biz kalacağız. Bizde bir söz vardır, ‘Sevgiyle gelen, sevgiyle gider, barışla gelen, barışla gider...’ Biz iki komşu oturmuş aynı masada konuşuyoruz. Ben hiç olumsuz değilim. Türkiye - Ermeni ilişkilerinin gelişmesini savunuyorum ve bundan da gurur duyuyorum. Babamla, dedemle zamanında olan olmuş. Bizlerse yıllardır beraberiz, artık el sıkışıyoruz. Biz çözeceğiz her şeyi. ‘Soykırım’ da gönlümüzü yakan bir acı olarak kalacak..." Taksici Arthur anlatıyor Aris tercüme ediyor.

Konuşmalar uzadıkça uzuyor ve biz geleceğimiz yere varıyoruz. Gazetecilerle konuşacağız… sohbet o kadar sıcak ve derin ki, bırakmak da istemiyoruz. Ama bizi bekleyenler var. Taksi Hetq Online’nın önünde duruyor. Bir yandan da hararetli hararetli konuşuyoruz. Ama artık vedalaşmamız gerekiyor Arthur’la. Öğrendiğimiz Ermenice kelimeyle veda ediyoruz: Minas parov. (Hoşça kal) Arthur’un yüzünde koca bir gülümseme beliriyor, büyük bir sevgiyle uğurluyor bizi…

ERGENEKONDA İKİLEMDE KALIYORUM
İnternet üzerinden ayın yapan gazeteyle görüşüyoruz. Hetq Online’nın Genel Yayın Yönetmeni Edik Baghdasaryan bizi kapıda karşılıyor. Ancak “Sizinle randevumuz var mıydı” diye de bir soru soruyor. Şaşırıyoruz. Çünkü gideceğimiz tüm görüşmeler randevulu… Aris imdadımıza yetişiyor. Edik Baghdasaryan geçtiğimiz aylarda bir saldırıya uğramış ve beyin ameliyatı geçirmiş. O yüzden zaman zaman unutkanlık oluyormuş. Bizimle olan randevusunu da unutmuştu.

İlk olarak neden saldırıya uğradığını soruyoruz, pek de anlatmak istemiyor… Ama dönüp dolaşıp soru aynı noktaya gelince de anlatmaya başlıyor kısa kısa: “Eski çevre bakanı Vartan Ayvazyan’ın bakanlığı döneminde nüfuzunu kullanarak yolsuzluk yapmasıyla ilgili bir dosya hazırladım. Bir yıldan fazla sürdü araştırmam. Benim yazıların çıktığı sırada bakandı. Sonra görevinden alındı milletvekili oldu. O dosya yüzünden saldırıya uğradım. İki kişi önden geldi, onlar benimle tartışırken üçüncü kişi arkadan vurdu.

Bir kişi yakalanabildi. Susma hakkını kullanıyor. Holiganizmden (aşırılık, taşkınlık anlamında kullandı) yargılanıyor.” Bu olaya tepki olup olmadığını sorduğumuzda ilginç bir yanıt veriyor: Burada sivil toplum örgütleri, halk tepki verdi. Türkiye’den destek gelmedi,” diyor.

TÜRKİYE İLE YAKINDAN İLGİLENİYORUZ
Türkiye ile ilgili ne düşünüyorsunuz dediğimizde de: Biz Türkiye konusunda çok yazıyoruz. İnsan ticareti, Kürt sorunu konusunda yazıyoruz. Ergenekon konusunda ikilemde kalıyorum. Türk gazeteleri okuyunca hangi yazı doğru hangisi yanlış bilmiyorum” diyor.

Hetq (İz) araştırmacı gazetecilerin kurduğu bir internet sitesi olduğunu ve her yıl on ve üzerinde araştırma dosyası yayımladıklarını anlatıyor Baghdasaryan. Ve devam ediyor: “Hükümetteki yolsuzluklar, bireysel yolsuzluklar, insan ticareti, faili meçhuller, çevre sorunları, yeşil alanların talanı, çocuk işçiliği gibi konular… Bunları deştiğimiz için sorunlar oluyor.” Gazetenin reklam ve bağışlarla yoluna devam ettiğini de sözlerine ekliyor.

Erivan’da 31 Mayıs’ta yerel seçimler yapılacak ancak hiçbir ize rastlamıyoruz. Sokakta tek bir afiş bile göremiyoruz nedenini sorduğumuzda Baghdasaryan’a; “Cumhurbaşkanlığı seçimi renkli ve hareketliydi. Artık seçmenler de suskunlaştı. Daha pasif. İnsanlar yoruldu. Mutfaklarını düşünüyor. Türkiye’de azınlıkta olanlar var. Seslerini duyurmak için seçime katılıyor.

Burada öyle bir sorun yok. Seçmen sayısı yaklaşık 700 bin. Yarısı bile seçime katılmaz. “ Peki ya sendika? “Sendika yok. Sovyet döneminden kalma bir sendika vardı. Kaldı ki sendikaların da durumu belli, Türkiye’yi bilmem ama ABD’de sendikalarda mafyalaşma eğilimi var.”

SINIR BURADAN AÇIK, TÜRKİYE’DEN KAPALI
Azg (millet). 1991 yılında bağımsızlığını ilen eden Ermenistan’ın ilk bağımsız gazetesi. Hagop Avedikian Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni. 62 yaşında. 14 yıl Beyrut’ta genel yayın yönetmenliği yapmış. 90’lı yıllarda Sovyetlerin dağılıp Ermenistan’ın bağımsızlık sürecinde ve Karabağ savaşında gelmiş Ermenistan’a.
Üstelik haber için. Geliş o geliş diyor. Böyle başlayan üç ay, 19 yıla dönüşmüş. 5 ortaklı olan gazetede 35 çalışan var.

AZG’yi şöyle anlatıyor Avedikian: “Liberal, demokrat bir gazeteyiz. Bir parti gazetesi değiliz. Ermenistan’daki dengeli gazete. Gazete binası da Sovyetlerden kalma. Burası da küçük bir yer.
Şimdi 3200 trajlı AZG. Ermenistan’da bütün gazetelerin tirajı düşük. En çok satan 5 – 6 bin satıyor. Toplam tiraj 30 bini bulmuyor. Türkçe çevirinin çok zor olduğunu anlatan Avedikian: “Burada ortalama gazeteciler 300 dolar alırken, Türk çevirmenler yüksek maaş istiyor” diyor. Ve konuşmasına devam ediyor: 93’e kadar birçok Türk gazeteci için lojistik destek sağlıyorduk.

Gazeteciler buraya geliyor, onlar için röportaj ayarlıyor, çeviri yapıyorduk. Onlar da döndüklerinde ‘madalyonun öbür yüzü’ diyerek bizim görüşlerimizi de aktarıyordu. 93’te sınır kapandıktan sonda Türk gazetecilerle ilişkiler de kesildi. İnandığımız tek şey var, iki ülkenin konuşması. ‘Sınırların açılması’ demiyorum, ‘Sınırın açılması’ diyorum çünkü sınır buradan açık, oradan kapalı. Önce gazeteci dayanışmasıyla başlayalım, sonra kültür sanat, ekonomi…”

Avedikian konuşması sırasında Turgut Özal’ın sözlerini anımsatıyor bize: “93’te Özal’ın yaptığı bir açıklama vardı, “Ne olur ki Ermenistan’ın üstüne de birkaç bomba düşse” diye.. Çok yaralayıcıydı. O dönem Savunma Bakanı buna karşı açıklama yaptı. Bir günde oldu bunlar. İlişkiler Sovyet döneminden daha geriye gitti.”
Ya soykırım diyoruz: “Soykırım konusunda tartışacak bir şey yok. Gerçekleri tartışamayız. Yaraların sarılması üzerine konuşabiliriz.”
***
Hrant Gadarikyan (FETHİYE ÇETİN’İN KUZENİ)

Sınır açıldıktan sonra giderim, bu da benim önkoşulum
Hetq gazetesini dolaşıyoruz, zaten küçük bir yer. Gazetede çalışan Hrant Gadarikyan’la ayaküstü konuşuyoruz. Konuşurken Fethiye Çetin’le kuzen olduklarını öğreniyoruz.

İki yıl önce New York’tan Erivan’a yerleşen, Türkiye’ye hiç gitmeyen gazeteci Hrant Gadarikyan, Çetin’i 2008’de Erivan’a geldiğinde davet edildiği televizyonda dinlerken “kuzen” olduklarını fark etmiş. Fazlasıyla ilgimizi çektiği için sorular sormaya başlıyoruz Gadarikyan’a. Anne tarafının Kayseri’den, baba tarafının ise Elazığ Palu’dan sürüldüğünü anlatıyor ve devam ediyor:

“Dedelerim bu konuda çok fazla konuşmak istemezlerdi. Konuştuklarında da köylerinden, evlerinden, komşularından nasıl koparıldıklarını anlatırlardı. Buna rağmen aklımda, Türklerle ilgili genel bir önyargım yok, tanıştığım Türkleri bireysel olarak değerlendiriyorum” diyor.

Fethiye Çetin’le olan hikâyeniz nasıldı diyoruz: “bir televizyon kanalında, ailesini anlatırken fark ettim ki onun anneannesi Heranuş’un babasıyla dedem kardeşmiş. Ben ailenin o kısmını hiç bilmiyorum. O da ailenin diğer tarafını, benim bildiklerimi bilmiyordu. Tanışmamız ikimizdeki boşlukları tamamlayacaktı. Erivan’a geldiğinde onunla tanışmayı çok istedim. Ama oteline gittiğimde o çoktan ayrılmıştı.”
Gadarikyan, daha önce ABD’de New York’ta gazetecilik yapmış ve Erivan’a geleli de iki yıl olmuş. Motivasyonunun 1915’te halkının yaşadıklarını tersine çevirmek olduğunu söylüyor.

Sohbetimiz uzadıkça uzuyor: Gadarikyan anlatıyor: “O tarihten sonra Ermeniler dünyanın dört bir yanına dağıldı. Artık birleşmenin zamanı geldi. Diasporada yaşayan herkesin Türkiye’de anlaşıldığı gibi aşırı milliyetçi değil. Ama orada da milliyetçi söylemler geliştirenlerin çoğu bu mesele için pratik bir şey yapmıyor. Sonuçta konuşmak kolay. İş, Ermenistan’a yerleşmeye ya da Doğu Anadolu’daki köylerine dönmeye gelince, pratikle söylem arasında bağlantısızlık var” diyor.
Türkiye’ye gidip gitmediğini soruyoruz: “Türkiye’ye gelmek isterim ama bu bende yanmakta olan arzu değil. Oraya ancak sınır açıldıktan sonra giderim. Bu da benim önkoşulum.”

***
Gürcü, Ermeni, Azeri bir arada
İnternews: Basın konusunda bağımsız bir ajans. Daha çok görüntülü olarak haber yapıyor. Bu görüntüleri de metne çevirip servis ediyorlar. Programlar yapıyorlar. TV programları prodüktörü Armen Sarkisyan karşılıyor bizi. 1996 yılında kurulan İnternews Erivan’da bölgesel olarak (Gürcistan, Azerbaycan) haber yapan ilk haber ajansı olma özelliğini taşıyor.

Armen Sarkisyan yeni projelerini paylaşıyor bizimle… 97’de Azeri, Gürcü, Ermeni gazetecilerin katıldığı ‘kavşak’ denilen bir proje başlattıklarını anlatıyor. Sekiz buçuk yıl boyunca her hafta gazeteciler toplanıp aynı tema üzerinde haberler yapmışlar. Projeleri bununla bitmiyor: 13 – 16 yaş arasındaki çocuklar için de bir proje yürütüyorlar. Yine Gürcü, Ermeni, Azeri çocuklar biraya gelip program yapıyor.
Bu proje de tam beş yıldır sürüyormuş.

- - -

Malatya, Çavuşoğlu mahallesinden Hrant Dink’le komşu çıkan ve Ermenistan’da tanışıp arkadaş olan Çulciyan: Her bir millet buketteki çiçeklerden biri. Artık birbirimizi yemekten vazgeçmeliyiz. İnsan olarak hepimizin aynı güneşin altında yaşamaya hakkı var

Bu kez yolumuz Erivan’a 160 kilometre uzakta Vanadzor kentine uzanıyor. Ermenistan’nın üçüncü büyük şehri. Bizim Ermenistan’a geldiğimizi duyan Gugark Bölgesi Dini Önderi Episkopos Sebuh Çulciyan’ın davetlisiyiz. Yaklaşık 2 saat sürecek olan yolculuğumuz başladığında Aris bize Sebuh Çulciyan’la ilgili bilgiler vermeye başlıyor. Hrant Dink’in yakın arkadaşı olduğunu Aris’ten öğreniyoruz. Dağlardan tepelerden geçip Vanadzor’a vardığımızda, adeta tarihi bir kentle karşılaşıyoruz. Hava hafif yağmurlu, güneş batmış, alaca bir renk bizi karşılıyor. Çulciyan’nın resmi makamına gidiyoruz. Görkemli ve sade bir mekan… Üzerinde uzun koyu lacivert, yere kadar uzanan dini kıyafeti, yüzünde hiç silinmeyen bir gülümseme... Sebuh Çulciyan bu gülümsemeyle karşılıyor bizi. Hepimizin bir bir elini sıkıyor. Azar da işitiyoruz: “Bu saatte gelinir mi, niye daha erken gelmediniz…” diyor. Akşam olmuştu, hava kararmaya yüz tutmuş belli ki bizim için plan yapmıştı. Vanadzor’u gezdirecekti. Biz yine geç kalmıştık. Çulciyan’a; “görüşmeler uzadı, o yüzden geç kaldık” dedik. Çünkü hiçbir görüşmemiz planladığımız saatte bitmiyordu. “Arkadaşlar geç kalıyoruz” diyen Aris’i bile duymuyorduk…

Çulciyan’nın resmi makamına geçip bizim için ayrılmış sandalyelere oturduk. “Türkçem iyi değil” diyerek başladı Çulciyan sohbete. Çulciyan Malatyalı. 9 yaşında çıkmış Malatya’dan. Çocukluğu ve anılarını bırakıp gelmiş. Ama unutmak mümkün mü diyor.
Biz bir şey sormadan anlatmaya başlıyor, sıcak bir sohbet havasında her şey: “Benim adım Hayk, din görevlisi olarak adım Sebouh. Nüfus cüzdanımı çıkarana kadar babam çok zorluk çekmiş. Adımızı Mustafa, Ahmet koymamış, Ermeni adı koyduğu için nüfus cüzdanını bile zor almışlar.” Bu sıkıntıları anlatırken içerliyor. Hasreti ve çektikleri yüzüne yansıyor sanki. Devam ediyor konuşmasına: “Her sokakta gavuroğlugavurlar, gavuroğlugavurlar… Duya duya yoruldum. Ya gömleğimiz yırtılıyor, ya burnumuz kanıyordu, başımıza sapanla taş atıldı. Çocuktuk deyin geçin. Ben çok iyi hatırlıyorum. Ama geçmiş olsun… Deyip geçiyoruz.”

İki yıl önce Malatya’ya gitmiş Çulciyan, gitmiş gitmesine de ev sahibi bırakmamış ki içeri girsin. Sadece evi ve kiliseyi görmüş. Kilisenin ise çatısı yokmuş. Anlatmaya devam ediyor: “Köylere gittim. Bir köyün adı 4 defa değişmiş. Ama birinci adıyla tanınıyor. Çünkü o köyün insanları ya dönmedir ya oradaki yaşamış olan insanların hatırasını korumak istiyor. Fırat Enstitüsü’nün araştırmasına göre 28 bin köyün adı değiştirilmiş. Gene de eski adlarıyla anılıyor. Ne kadar da ad değişse, insanlar gelip geçse de önce insan değişmeli . Fikir, yürek, kalp değişmeden hiç bir şey değişmez. “

‘TOPRAK SAHİBİ KESEN Mİ KESİLEN Mİ?’
Masada duran albümler, duvarda asılı fotoğraflar, yağmurun hafiften cama vurması… Tüm bunların arasında başka bir anıyla devam ediyor Çulciyan. İki sene önce yaşadığı ‘acı’ hatırası… “İki sene önce Artvin’de bir otele gittim. “Oda var ama size yok” dediler. Dışarıda yağmur yağıyor. Akşam 23: 00. “Daha çok mu para istiyorsun” diye sordum. Neyse odayı verdi. Çok rahatsız oldum. Ağzımın tadı kaçtı. Kahve içeyim dedim. Aşağı indim ve ‘Bana şekersiz bir acı kahve’ dedim. Konuşurken Ermeni olduğumu söyledim. “Siz ne katil milletsiniz” diye başladı. “Neler yapmışsınız. Gebe karnını deşmişsiniz”. Ben sırılsıklam terledim. “Ben tarihçi değilim bilmiyorum’ dedim. Başladı küfretmeye. Bir fincan acı kahvenin hatırı var derler, oradan bana bu hatıra kaldı. Kalktım ayağa ve giderken, benden sonra bir düşün dedim ona: ‘Toprak sahibi kesen mi yoksa kesilen mi olur…’ ‘hadi iyi akşamlar’ deyip odama çıktım. “ Bunu anlatırken soğukkanlı olmak zorundaydım diyor Çulciyan. O benim seviyemde değildi diye de ekliyor.

HRANT’IN ARKADAŞI
Hepimizin aklından geçen sorular var elbet. Yolda öğrendiğimiz Hrant’la aynı köylü olmaları ve arkadaş olmalarını sormak istiyoruz. Biz sorumuzu bitirmeden anlatıyor:
Malatya Çavuşoğlu mahallesinden Hrant’la komşu çıktık. Ama o zaman birbirimizi tanımıyorduk. Ermenistan’a geldiği zaman tanıştık.” 2000 yılında tanışmışlar Hrant Dink’le. Sonra da çok iyi arkadaş olmuşlar. Hüzünlü bir ifadeyle “Hrant Türkiye’nin kalkınmasına çok inanıyordu. “Aşırı milliyetçilik Türkiye’ye de Ermenistan’a da zarar veriyor” diyordu.

Çulciyan Vanadzor’da bir kamp açmış. Kampı anlatırken de yine Hrant Dink’e getiriyor sözü: “Hrant nasıl Tuzla’da bir kamp açmıştı yetimler için, biz de burada bir kamp açtık. Ben büyük bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. İstanbul’da yatılı okula gittim. Ermeni cemaati bizi yetiştirdi. Başkaları bizi o kadar yedirdi içirdi. O duygularla hep düşündüm ki, ben de başkalarına yapayım. Zamanında kim bize iyilik yapmışsa biz de başkasına aynı iyiliği yapma görevini aldık. Ben de burada öyle bir kamp açtım. Ama Tuzla’nın sonucu kötü oldu. “

‘AYNI GÜNEŞİN ALTINDA YAŞIYORUZ’
“Öteki” olmaktan söz açılıyor, Çulciyan biraz öfkeli anlatıyor: “ Her bir millet buketteki çiçeklerden biri. Artık birbirimizi yemekten vazgeçmeliyiz. İnsan olarak hepimizin aynı güneşin altında yaşamaya hakkı var. “

‘BAŞKA DEVLETLERİN OYUNCAĞI OLACAKLAR’
Söz Ermeni ve Türk meselesine geliyor: İki halka da en çok zarar veren kişiler yalan söyleyen tarihçiler. Eğer iki millet yan yana oturup konuşmazsa başka devletlerin oyuncağı olur. Sınırın açılmamasında birilerinin çıkarı var. Yeni bir oyun başladı ve gene başkaları kazanacak, kaybeden Türk ve Ermeni olacak.”
İki halk yan yana gelmediği sürece sorunun devam edeceğini söylüyor Çulciyan. Türkiye neden korkuyor anlamıyorum diyerek devam ediyor o sakin konuşmasına: Ermenistan'da 3 milyon Ermeni var. Türkiye'nin korkması için ne sebep var? Ermenistan bomba olsa Türkiye'ye zararı olmaz. Ermeniler 94 senedir soykırım var diyor, Türkler yok diyor. Yorulduk artık. Ermeniler dostluk ve kardeşlik yapmaya hazır...

Ne kadar Hıristiyan zorla Müslüman olmuş, siz gidin sizin köyleri görün. Kendilerini güvende hissetseler bakın neler anlatacaklar size yaşlılar. Benim dedemden gelen bir tarihim var. Ben o tarihten vazgeçemem. Tarihçiler otursun soykırım olmuş mu olmamış mı konuşsun. Her bir Ermeni’nin hayatı bir soykırım tarihidir. Her bir Ermeni’ye sorun bakalım, hepsinin kökeni Anadolu’ya uzanır.”

Soykırımı tanımak sizin için yeterli mi dediğimizde: “Ben insan olarak Türkiye’nin sadece soykırımı tanımasını bekliyorum. Herkesin yüreğinde bir hasret var. Evleri kiliseleri görme isteği var. Ben Türkiye Cumhurbaşkanı olsam, “kiliseler bırakın yapılsın, ya da öyle kalsın yıkılmasın” derim. “Ermeniler hemen gelir Anadolu’da yaşamak isterler” diyorlar. 3 milyon oraya gidemez, herkesin burada evi barkı var. “

‘MİLLİYETÇİLİK BENİM İÇİN KAYIP VATAN’
Konuşma uzayınca acıkmışsınızdır, yemekte devam edelim deyip kalkıyoruz. Yemekte konuşmamız devam ediyor. “Milliyetçilik benim için kayıp vatan demek, yara demek, mezarsız ölüler demek. Herkes de biliyor, kimse kimseye toprak vermez, alan aldı, kesen kesti. Bizim değişmemiz kolay. Bir elin parmakları kadar şehiriz, bir elin parmakları kadar insanız. “

‘Acı’ kahvelerimizi içmek için tekrar resmi konutuna geliyoruz Çulciyan’ın. Kahvelerimiz geliyor sohbet bitmek bilmiyor. Hatta konuşmaların arasında durup durup; “ne diyordu Ahmet Kaya” diyerek bir dize okuyordu. Başka bir sohbete Sezen Aksu sıkıştırıyordu: Bu dünya ne sana ne bana kalmaz, sultan süleymana kalmadı gitti, hiçbir tarih yazmaz… Bazen gülüyor bazen de kederleniyordu. Dizileri anlatıyordu gülümseyerek. Türkçe kitaplarının olduğu masasında bir şey fark ediyoruz tabii: Can Yücel’in fark edebilmek şiirini.

“….Farkında olmalı insan...
Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen...
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını
fark etmeli.

Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını
Ve en Sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını
Fark Etmeli….”

Bu şiiri sesli okuyarak ayrılıyoruz Çulciyan’nın yanından ve neden masasından hiç ayırmadığını fark ediyoruz, fark ettirmeden…

Ayrılırken, “Minas Parov” diyoruz…

Yanıt hazır, güle güle. Ve ekliyor: Teşekkür ederim beni fark ettiğiniz için… (Gülüyor)
***
Patrik seçimlerinin güçlü adayı
Çulcİyan, Türkiye doğumlu olduğu için Patrik seçiminde aday gösterilebiliyor. Seçilmesi halinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmesi gerekecek. "Benim için görev yaptığım yer fark etmez, Türkiye de Ermenistan da ABD de farketmez. Ben 'gelirim' ya da 'gelmek istemem' demiyorum. Patriğin sağlığıyla ilgili olarak Türkiye'deki durum Ermenistan'da olsaydı yeni bir seçime hazırlanılırdı. Biz istiyoruz ki oradaki Ermeniler bu konuda kendileri karar versin. Doğru olan değişmesidir, yeter artık, o adam hastadır." Seçilmesi halinde İstanbul’da nasıl yaşayacaksınız diyoruz… Çünkü İstanbul’u sevmediğini defalrca söylemişti bizi. Gülümseyerek yanıt veriyor: Kınalıada’ya giderim ben de.
***
Annesinin rüyası gerçek oluyor
Bİr din adamı olarak oldukça renkli ve keyifli bir portre çizen Çulciyan'ın çok ilginç de bir yaşam hikayesi var. Kendi anlatımına göre üç dört yaşında hastalanmış. Doktorlar 'umut yok' diyor ama annesi çocuğunu kucağına alarak eski bir manastır olan Surp Krikor Kilisesi'nin içindeki büyük taşta uyuyor. Çulciyan'ın annesi o gece ilginç bir rüya görüyor. Bir melek gelerek "Oğlun kurtulacak ama sen onu Tanrı'ya bağışlamalısın" diyor...

Ailesiyle birlikte Ermenistan'a göçen Çulciyan, bir gün tren istasyonunda kontrol şefi olmak için gittiği okuldan kaçıyor ve bir kiliseye gidiyor. O gün din adamı olmaya karar veriyor. O gün annesi yıllar önce gördüğü rüyayı anlatıyor.

***
‘Ermenistan sınırının yanı sıra zihinlerdeki sınır da açılmalı...’
Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın açılması tartışmaları sürerken Ermenistan Araştırmaları Merkezi Direktörü Richard Giragosian, "İki ülke arasındaki sınırların yanı sıra zihinlerdeki sınırlar da açılmalı" dedi.

TESEV ve Kafkasya Enstitüsü, "Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Kısır Döngüyü Kırmak" başlığıyla hazırlanan rapor, dün Sabancı Üniversitesi’nde kamuoyuna duyuruldu.
Türkiye ve Ermenistan arasında yaşanan yakınlaşma süreci inceleyen, bölgesel gelişmeler ışığında iki tarafa çözüm önerileri sunan rapor için Türkiye'ye gelen raporun yazarlarından Kafkasya Enstitüsü Direktörü Alexander Iskandaryan ve Ulusal ve Uluslararası Ermenistan Araştırmaları Merkezi Direktörü Richard Giragosian, sorunun çözümüne yönelik önemli mesajlar verdi.

GÖRGÜLÜ: ÜÇ ÖNEMLİ SORUN VAR
TESEV Dış Politika Program Sorumlusu Aybars Görgülü, Türkiye-Ermenistan arasındaki üç önemli sorunun, "Karabağ, sınır ve soykırım" olduğunu söyledi. Görgülü, "Karabağ çok karmaşık bir yapıya sahip. Türkiye normalleşmeyi en baştan Azeri-Ermeni yakınlaşmasına bağlıyor. Çözümsüzlükten çıkar sağlayan çevreler var" dedi.

'ERMENİLERİN TOPRAK TALEBİ YOK'
TESEV Dış Politika Program Sorumlusu Görgülü, Ermenistan'ın Türkiye'den toprak talebi olmadığını, bu yöndeki iddiaların ise sorunun çözümünü istemeyen çevreler tarafından kullanıldığını ifade etti. Soykırım'ın ve 1915 olaylarının Türkiye tarafından örtülü bir şekilde kabullenildiğini belirtti.

'ERMENİSTAN'DA OSMANLI İMAJI VAR'
Kafkasya Enstitüsü Direktörü Alexander Iskandaryan, iki ülke arasındaki ilişkinin zorlu bir süreç sonucu bu aşamaya geldiğini belirterek, "Normalleşme için atılan her yeni adımda yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Yeni zorluklara şimdiden hazır olmalıyız" dedi.

Iskandaryan, "Erivan'daki pencerelerden çoğu Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesinden yana. Fakat sınırın açılmasına karşı olan kesimlerde var" şeklinde konuştu. Ermenistan'daki insanların zihinlerinde Osmanlı İmparatorluğu imajının hakim olduğuna dikkat çeken Iskandaryan, "Ermenistan hükümeti normalleşme sürecini destekleyecek, fakat halkın görüşü kısa zamanda değişmeyecek. Toplumların yakınlaşması uzun vadeli bir süreç alabilir. Hazırlıklı olmalıyız" dedi.

GİRAGOSİAN: ÖNEMLİ OLAN UZLAŞMA
Ulusal ve Uluslararası Ermenistan Araştırmaları Merkezi Direktörü Richard Giragosian da, "Sınırın açılması ödül ya da armağan değil, medeni komşuların yapması gereken davranıştır. İlişkilerin normalleşmesi bugün bile olabilir fakat esas önemli olan uzlaşma daha uzun sürecektir. Türkiye'nin demokratikleşme süreci ilişkileri etkileyecek. Hran Dink'in söylediği gibi: Geleceğin platformu Türkiye'de yatıyor." şeklinde konuştu.

Türkiye'nin Ermeni diasporası hakkında yanlış bir algıya sahip olduğuna dikkat çeken Giragosian, "Diasporadaki aşırı söylemlerden Ermenistan sorumlu tutuluyor. Türkiye'nin de diaspora sorunu var. İki ülke arasındaki sınırların yanı sıra zihinlerdeki sınırlar da açılmalıdır" dedi. Ozan Bilir

Kadının fazla olduğu Ermenistan’da, evin reisi de kadındır diye düşünebilirsiniz ama hiç de öyle değilmiş. Hâlâ çalışmak için erkeğin iznine muhtaçlar ve master yapan bir kadın bile evlenmesi için toplumsal baskı görüyor

Erivan’ın sokaklarını dolaştığımızda en çok dikkat çeken kadınlar oluyor. Makyajsız kadın görmek mümkün değil. Sokaklar cıvıl cıvıl ve sanki bir düğüne gider gibi giyim kuşamları. Gösterişli ve albenili… Ekonomik olarak zayıf diye bildiğimiz Ermenistan’da sanırım en çok şaşırtan bizi bu oldu. Bunun da nedenini Rus kültürünün fazlasıyla etkisinde kalınmış olmasıyla yorumlayabiliriz. E tabii kadın nüfusu erkek nüfusunun iki katı olunca ve çalışan kadın sayısının da fazla olması kadınların ekonomik anlamda az da olsa bağımsızlığını alması bu durumda büyük bir rol oynuyor.
Erivan’ın kadınlarını anlamak için sokağa çıkıyoruz. Aslında gideceğimiz yer belli.

Erivan’da tek kadın merkezi olan, bir derneğe gideceğiz ama önce sokakta dolaşmak ve sokaktaki kadınları dinlemek istiyoruz… Biraz daha içeriden bakma gayretimiz.
Erivan’ın meydanında bankta oturan üç öğrenciye denk geliyoruz. Usulca yanlarına oturuyoruz. Derdimiz konuşmak ama pek mümkün değil gibi. Önce İngilizce konuşuyoruz, birbirlerine bakıyorlar. Tercümanımız yetişiyor hemen, Ermenice konuşuyor. Gülüyorlar. Anlıyorlar ama anlamazlıktan gelip, Rus olduklarını söylüyorlar.

Tercümanımız olayı çözmüştü: Konuşmak istemedikleri için Rus olduklarını söylüyorlar. Bizde de garip bir paranoyaklık başlamıştı: Türk olduğumuz için mi?
Konuşmak istemeyen bu üç genç fotograflarının çekilmesine de izin verdi. Teşekkür edip ayrıldık yanlarından. Yine aynı meydanda iki kadınla karşılaştık. Bırakın karşılaşmayı, yolun ortasında durdurup, “biraz konuşabilir miyiz” dedik. Şaşkın şaşkın bize baktılar. Tercümanımız derdimizi anlattı. Türkiye’den gazeteciler deyince, gülümsediler. Konuşmak isteriz ama adımızı yazmayın. Fotograflarını da çekemiyoruz ama öyle zarifler ki. Bu zariflik bütün kadınlarda var elbet. Hemen ayaküstü konuşmaya başlıyoruz:

Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasıyla ilgili düşüncelerini merak ediyoruz: “Sınırın açılmasını istiyoruz tabii hem ekonomik olarak gelişir hem de ticaret artar. Onlarda diğer konuştuklarımızla hem fikir. Halklar arasında sorun yok.”
Mesleklerini merak edip konuşmaya devam ediyoruz. Tıptan mezunlar ve uzmanlık yapıyorlar. Uzmanlık konusunda ise Türkiye ile Ermenistan arasında büyük fark olduğunu söylüyorlar bu farkı sorduğumuzda, “Burada biz para veriyoruz uzman olmak için. Türkiye’de böyle bir şey yok” diyorlar.

Peki, Türklerle ilgili ne düşünüyorsunuz diye soruyoruz? “Türklerle tanışmadım hiç ama Türk deyince Gürcü, Azerbaycan’dan farkı yok. Ek olarak bir şey hissetmiyorum.”
Türkiye’nin soykırıma yaklaşımını sorduğumuzda ise biraz kederleniyorlar. Ama düşmanca da konuşmuyorlar. Gayet ılımlı yanıtlar: “Türkiye, soykırım konusuna mesafeli duruyor evet, ama doğru olan soykırımı tanımasıdır. Bir şey yapmışlarsa elbette tanıyacak.”

Türkiye’ye gitme gibi bir arzuları var mıydı? Yanıt hemen geliyor: “Ama çalışmak için ya da kalmak için asla Türkiye’yi tercih etmem. Bu yanıt bizi şaşırtıyor. Çünkü konuşmamız boyunca iyimser tablo çizmişlerdi. Arkadaşlarla birbirimize bakınca, onlarda anlıyor ve sözlerine şöyle devam ediyorlar: “Yanlış anlamayın sorun Türkiye olması değil, biz Ermenistan’da yaşamak istiyoruz. Memleketimiz burası. Gezmek ve görmek için gideriz Türkiye’ye sorun yok.”

‘TORUNLARIMA BARIŞ MİRAS KALSIN’
Kadın merkezine gideceğiz ama hâlâ okaktaki insanlarla konuşmaya devam ediyoruz. Bize doğru gelerek gülümseyen iki kadın.. Melenya Teyze, geliniyle birlikte alışverişte geliyordu. Ayaküstü konuşmak istiyoruz. Geri çevirmiyor bizi. Türk olduğumuzu duyunca hemen Ben de Muşluyum diyor yüzünde belli bir hüzünle. Anne ve babasının Muş’tan kaçtığını anlatıyor ve evini özlediğini söylüyor. En azından anne ve babasının anısına orada olduğunu söylüyor. Ama buna rağmen acı bir hikâye anlatmasını bekliyoruz. Daha sert cümleler kurmasını bekliyoruz ama Melanya Teyze de yorulmuş artık… Derin bir iç çekiyor ve biraz öfkeli sözlerine devam ediyor: “Sınır açılsın. Savaş olmasın. Dost olmak istiyoruz. Yaşadıklarımız babalarımız, dedelerimizin sorunuydu. Torunlarıma barış miras kalsın istiyorum.” Yaşadıkları olayların acı olduğunu da ekliyor sözlerine ve asla unutamayacaklarını…
Yanındaki gelini de aynı fikri paylaşıyor: “Evet acı olaylar yaşadık ama olumsuz düşüncelerle bir şey yapamayız. Bizim gibi düşünmeyenler de var. Biliyoruz. Bu da onların düşünce özgürlüğü” deyip gülümseyerek yanımızdan ayrılıyorlar.

KADINLAR YALNIZ KALDI
Biz de artık Kadın Merkezi’ne geliyoruz. Ermenistan’da tek kadın merkezi olmasının yanısıra 2000’e yakında üyesi var. Üç milyon 150 bin nüfuslu Ermenistan’nın 2 milyon 100 bini kadın. Biz de ilk duyduğumuzda şaşırmıştık. Hemen hemen erkeklerin iki katı. Nedenini Kadın Merkezi’nden sorumlu Emma Mirzebekyan şöyle anlatıyor: “1991 yılında Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan ettikten sonra ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar, aynı yıl 30 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Gümrü depremi ile bozulan ekonomi, erkeklerin yurtdışına çalışmaya gitmesine neden oldu. Bunun üstüne Karabağ Savaşı da eklenince, ya yurtdışında ya da savaşta olan Ermeni erkekleri, kadınları yalnız bıraktı… Erkeklerin yokluğunda kadınlar geçinmek için iş yaşamına atıldı ve çoğu kadın bavul ticareti yolunu tercih etti. Kadınların işgücü içindeki oranı da yüzde 30’lara ulaştı.”

Ermenistan için “kadınlar ülkesi” desek yalan olmaz… Hatta ülkedeki çöpçülerin tümünün kadın olduğunu anlatıyor Emma. Sabah çok erken çöpleri topladıkları için biz ne yazık ki karşılaşamadık. Emma o kadar hızlı konuşuyor ki, tercümelerde karışıyor… Tabii biz araya giriyoruz sürekli… Emma, Merkez’in gönüllü sorumlusu. Kendini bu işe adamış adeta. 2003 yılından bu yana Kadın Merkezi’nin başında olan Emma’ya nereden bu gönüllük diye soruyoruz… Emma gülümsüyor önce. Sonrada iki cümlede anlatıveriyor hikâyesini:

“Erivan’nın dışında bir yerde yaşıyordum. Komşularımın aile içi şiddetine tanıklık ettim. Hatta ölümlere. O süreçten sonra böyle bir merkez kurmaya karar verdik. Ve şimdi buradayım, mutluyum…” Bize de soracak bir şey kalmıyor. Merkezin asıl amacı ise kadınların kendilerinin farkına varmasını sağlamak ve bilinçlendirmek. Emma’ya göre dertleri devrim yapmak değil, devrime basamak olmak…

KADINLAR FAZLA, EZİLMİŞLİK AYNI
Kadının fazla olduğu ülkede evin reisi de kadındır diye düşünebilirsiniz ama hiç de öyle değilmiş. Erkekler yurtdışına çalışmaya ya da Karabağ’a savaşa gittiğinde, küçük işletmeler kurmuş kadınlar, ama yurtdışından dönen bazı kocalar ise bu işletmeleri ellerinden almışlar. Durum bu olunca da yine evin reisi erkek olmuş. Kadının fazla olması ezilmişliklerini pek de kaldırmıyor. Sovyetler döneminden söz ediyoruz. “Sovyetler dönemiyle şimdiyi karşılaştır desek” diyoruz: Emma hararetli konuşmasına devam ediyor: “Sovyetler döneminde kadınların sosyal güvencesi daha fazlaydı ama bağımsızlıktan sonra sorunlar arttı. Yasalarda pek sorun yok ama uygulamada kadınlar hâlâ eziliyor. İnsan ticareti mağduru kadın sayısı oldukça fazla ve kadına karşı şiddet hâlâ yaygın. Hâlâ çalışmak için erkeğin iznine muhtaçlar ve master yapan bir kadın bile evlenmesi için toplumsal baskı görüyor.” Merkez, bir sığınma evi kurmuş kadınlar için, psikolog ve avukat yardımı yapılıyor ve 3 ay kalmalarına olanak sağlanıyor. Aile içinde şiddet olduğunda müdahale ettiklerini söylüyor. Gerekirse kadını da çocukları da sığınma evine aldıklarını söylüyor.
Kadınların siyasetteki temsili ise çok yetersiz. 131 üyeli parlamentoda sadece 11 kadın milletvekili var. İki de bakan. Kültür Bakanı ve Diaspora Bakanı kadın. 11 idari bölgeden sadece 1’inin yöneticisi kadın. Emma yaptıkları faaliyetlerden söz ediyor… Her yıl 25 Kasım’da kadına karşı şiddetle mücadele kapsamında alanlara çıktıklarını söylüyor. Tabii biz hemen Dünya Emekçi Kadınlar Günü Ermenistan’da nasıl kutlanıyor diye soruyoruz. Bize ilginç bir yanıt veriyor. “8 Mart kimine göre kadınların güzelliğini ortaya koymak için alanlara çıktığı bir gün. Ancak bizim için 8 Mart çok daha başka. Biz 8 Mart’ı tahmin edemeyeceğiniz kadar önemsiyoruz. Bizim için mücadele demek. Kadın hakları demek.

EŞCİNSELLERE ‘HASTA’ MUAMELESİ!
Zamanımız kısıtlı konuşulacak konu fazla olunca, her şeyi sorup bir anda öğrenmeye çalışan biz gazeteciler, Emma’yı bir anda soru yağmuruna tutuyoruz. Emma şaşkın! Ve eşcinsellik meselesine giriyoruz. Eşcinsellik de Ermenistan’da sorunlu alanlardan biri. Erivan’da daha hoşgörülü bir ortamda yaşayan eşcinsellere yönelik tepki taşrada daha yüksek. Aslında bu Ermenistan’a özgü değil. Pek çok ülkede ve Türkiye’de olduğu gibi bakış açıları aynı. Kadın Merkezi ise tüm bunların hepsine kucak açmış durumda. Emma biz kendi aramızda konuşurken bununla ilgili de bir not düşüyor: “Askere alınan bir Ermeni genci eşcinsel olduğunu açıklayınca, doktor tarafından ‘hasta’ olduğu gerekçesiyle hastaneye yatırılmış” diyor ve eşcinselleri “hasta” olarak gören bir zihniyetin de altını çiziyor.

Ülkelerarası diyalog kurup kurmadıklarını da merak ediyoruz. Emma, Azeri kadınlarla İstanbul, Tiflis ve Karabağ’da toplantılar yaptıklarını ve Azeri kadınların önyargılarının daha az olduğunu söylüyor.

Söz yine sınıra geliyor. Türkiye Ermenistan arası diyalog bağını nasıl sağlayacaklarını, bunun için girişimde bulunup bulunmadıklarını… Sorular peş peşe soruluyor. Emma gayet sakin ama her şeyi de bir çırpıda söyleme derdinde:

“Sınırların elbette açılmasını istiyoruz. Sorunların çözümünü için Türk kadınlarıyla dayanışma daha kolay olur. Sonuçta sorunlarımız aynı.” Hatta Türkiye’yle yaptıkları projeden de söz ediyor: “Türkiye ve bizim yaptıklarımızı karşılaştırdık. Türkiye’den 40 sivil toplum örgütü tanışmak için Erivan’a geldi, aralarında kadın örgütleri de vardı. Barışın inşa edilmesinde önemli roller alabiliriz.” Saatler süren konuşmamızın ardından artık ayrılma vakti geliyor.

Erivan sokaklarında karşılaştığımız gençler Türkiye ile ilgili sorunlarının olmadığını söylüyor. Ancak Ermenistan’ı da Ararat’sız düşünemediklerini sözlerine eklemeden geçemiyorlar

Erivan, Gümrü ve Vanadzor… Ermenistan’ın üç büyük kentini bu proje kapsamında gezdik. Ama elbette Vaktimizin çoğunluğu Erivan’da geçti. Gümrü’ye günübirlik gitmiştik. 1988 yılında meydana gelen Gümrü depremi sanki hala sıcaktı. Sokaklar sessiz, insanlar kederliydi Gümrü’de. Depremde hayatını kaybedenlerin anısına yapılan heykelin önünde, Gümrü’ye bir kez daha baktık. Bir sonraki gün gittiğimiz Vanadzor ise tarihi bir kenti andırıyordu. Her iki kenti de günübirlik gördüğümüzden hatta Vanadzor’u gece gördüğümüzden pek bir izlenim edinemedik ama kentin kederli duruşu bize zaten her şeyi anlatıyordu.

Biz en çok Erivan’ı soluduk gezi boyunca. Sokaklarını, hayatları, günlük yaşamı bir hafta boyunca anlamaya çalıştık. Anladık belki de. Hepimiz farklı duygularla sarsıldık. “Diyalog Projemizin” son iki günü biraz daha boştu. Görüşmeler azalmıştı. Aslında son gün Karabağ planı vardı ancak, Karabağ’a vize çıkmayınca Erivan’ın sokakları bize kalmıştı. Erivan'da günlük yaşam yoğun ve boğucu değil. Caddeler, meydanlar ve kavşaklar oldukça geniş. Ancak trafik kuralları yok. Hayatı hızlı yaşayan bir kent özelliği taşıyor. Arabalar, kırmızda da, yeşilde de geçiyor… Hele bir de taksiye binmişseniz tamam… virajlarda her an bir kazaya kurban gidebilirsiniz.

Erivan sokaklarında eski Sovyetler Birliği döneminden kalma binalara sık sık rastlanıyor. Kentin altyapısı da zaten o dönemden kalma. Erivan'da sadece tarihi binalar değil, birbirinden ilginç mimarisiyle taş binalar da göz dolduruyor. Tabii bu mimari yapıya Türkiye’de de sık sık rastladığımızı söyleyelim. Ermenistan denildiğinde gri bir kent düşünmüştüm. Hiç de öyle değilmiş. Yeşil bir kent bizi karşılamıştı. Kentin içinde tarihi evlerin arasında uzunan ağaçlar hoş bir görüntü oluşturuyordu. Sanırım Erivan sokaklarının en dikkat çeken yanı yapılan heykeller. Kent içinde kimi Sovyet döneminden kalma çok sayıda heykel var. Ermenistan değerli gördüğü ülke vatandaşının heykelini dikmişti şehrin ortalarına. Görkemli heykeller şehre adeta hâkimdi. Şehir içinde insanların günün yorgunluğunu atabileceği parklar da hayli fazla. Şehrin trafik sıkıntısı da yok. İnsanların yüzde 25'i kirada oturuyor. Yeni yapılan evler ise pahalı. Örneğin bir odalı evin kirası 220 doları buluyor. Su ve elektrik ucuz. Peynir, limon ve sivri biber günlük tüketim malzemeleri arasında en pahalı olanları. Eğitim 17 yaşına kadar ücretsiz ancak üniversite harçları hayli yüksek.

Gelelim Erivan’ın yemek kültürüne. Erivan'da restoranlarda canlı müzik dinleyebiliyorsunuz. Bizimde yolumuz düşüyor bu otantik restoranların birine. Yöresel kıyafetleriyle sanatçılar sahne alıyor. En acıklı türküler söylenirken, dilini bilmeseniz de, bir Anadolu kokusu alıyorsunuz. İçinizin bir yerinde duruveriyor. Anlıyorsunuz ki şarkının bir yerinde Ararat geçiyor… Birbirine benzeyen yanlar ortaya çıkıyor. Aynı ezgi de ağlamak, aynı duyguları paylaştığını gösteriyordu. Acının dili yoktu ki… Özlemin ve hasretin de dil yoktu. Sanırım Erivan sokaklarında en çok Sarı Gelin’i duymuştuk: bindiğimiz taksilerde, gittiğimiz müzik marketlerde… “Dle Yaman” ise gittiğimiz bir restoranda özel isteğimizdi.
Yemekleri mi? Ermenistan yemekleri Türkler için hiç yabancı değil. İçli köfte, dolma, yaprak sarması ve et sofralarda yerini alıyor. Konyak, ev yapımı rakı ve şarap da ününe yaraşır lezzette.

ARARAT’SIZ ERMENİSTAN OLMAZ
Erivan’daki bu gözlemlerimizden sonra çocuk kütüphanesine gitmeye karar veriyoruz. Ermenistan’ ın en önemli kütüphanesi dersek yanlış olmaz sanırım. Ama tabii yine taksilerle yola çıkıyoruz. Taksiye biner binmez de diyalog başlıyor. Hatta Ararat hafif yüzünü gösteriyor biz taksideyken. Aris bize işte Ararat dediğinde şoför anlıyor, Ermenice bir şeyler söylüyor… “Araratsız Erivan olmaz” söylediği bu cümleymiş. Taksi şoförü Galan Levik… 61 yaşında. Konuşmaya öyle hevesli ki, biz de tanımaya. Tıpkı diğerleri gibi. Türk olduğumuzu öğrenince ben de Vanlıyım diyor. Erivan’da kime sorarsanız sorun mutlaka Anadolu’ya uzanıyor kökeni. Galan amca gibi.

Ararat’a bakınca tüylerim diken diken oluyor diyor. Ararat onlar için büyük bir derinlik ötesi yok ya da var, ötesi büyük bir hasret. Sonra arkadaşı Ramiz’i anlatıyor. Ramiz Karabağ’daymış. Yıllar önce Galan Levik annesini kaybedince Ramiz sınırdan kaçıp cenazeye gelmiş. O olayı hiç unutmamış. Sonra bir daha Ramiz’den haber alamamış. Ama 8 yıl önce evi aramış Ramiz. Telefona Galan amcanın eşi çıkmış. “ah, keşke ben olsaydım” diyor iç çekerek. Anlatmaya devam ediyor. Bir kızım bir de oğlum var. Oğlum evlensin diye uğraşıyorum diyor. Bir Türk’le evlense ne dersin diyoruz: “Ne diyeceğim, hiç fark etmez. İnsan olsun yeter ki… Ama benim oğlum bütün beynini bilime verdi, evlenmez ki…” Taksi kütüphanenin önünde duruyor. “Minas Parov” diyerek ayrılıyoruz.

ÇOCUKLARA SOYKIRIM YASAK
Ermenistan'da eğitime önem verildiğini kütüphaneye girince daha net anlıyoruz. Çocuk kütüphane binasının yaşı 77. Dev teknoloji salonları falan yok, ancak üç katlı kütüphanede 500 binden fazla kitap bulunuyor. Öğrenciler yaş gruplarına göre gruplar halinde kütüphaneye geliyor, kitap okuyor, müzik dinliyor. Hatta eğleniyorlar. Kütüphanenin her katının duvarları sanatçıların resim ve figürleriyle süslenmiş. Kitapların olduğu bölümde farklı dilden kitapların olduğu bölümler geziniliyor.

Türkçe' bölümünde sadece Rusça - Türkçe sözlük bulunuyor.

Kütüphane çalışanları Türkçe kitaplar gönderilmesi halinde bu bölümün de kitaplar dolacağını söylüyor. Kütüphanede en ilginç söylem ise yetkililerin çocuklara tarih hikâyeleri anlatıldığını ancak 'soykırım'la ilgili konulara girilmediğini söylemesi. Evet, çocuklar bu kütüphanede soykırımla ilgili tek bir kelime öğrenmiyor.

Çocukluklar sadece masal odasında masallar dinliyor. Bir yetkilinin "Burada insanlar evlerine çatal bıçak almadan önce piyano alır..." sözleri Ermeni kültüründe müziğe verilen önemi bir kez daha gösteriyor.

TÜRK’ÜN YÜZÜNDEN MAĞDURUM
Kütüphaneden sonra yeniden sokaklardayız. Son günümüz ve istiyoruz ki daha çok insanla konuşalım. Akordeon çalan bir amcanın yanına yaklaşıyoruz önce. Aram Arakelyan 69 yaşında. Konuşmak ister misin diyoruz, elbette diyor… Aram amca da Anadolu’dan, babası 1918’de Erzurum’dan gelmiş.

Yüzünde silinmeyen bir keder var. Biraz öfkeli: Ben Türkiye yüzünden şehidim diyor. Babasının 9 yaşında Erzurum’u terk ettiğini söylüyor. Tüm bu hikayleri ise annesinden dinlemiş. “Ben ailemi kaybettim ve yetimhanede büyüdüm. Dolaysıyla Türk’ün yüzünden mağdurum ben. Düşünün dedemler varlıklıydı, kimseye muhtaç olmadan yaşarken benim burada yetimhanede yaşamam kimin suçu? “gözleri doluyor ve hızlı hızlı anlatmaya devam ediyor: Ben de isterdim topraklarımda yaşamak. Dedem ve ninemin dizlerinin dibinde yatmak, ama o sevgiyi hiç alamadım ben. Elbette kızgınım Türkiye’ye ama ne yapabilirim ki?

Erzurum’u görmek ister misiniz sorusunu sorduğumuzda: Erzurum’u görmeyi çok istiyorum. Sınırlar açılsın giderim… “ Erivan’dan Ararat’a bakarak özlem gideriliyordu sanki. Acı yanı başlarındaydı, ‘Ağrı’ yanı başlarında.

SOYKIRIM DEDELERİMİZİN SORUNUYDU
Yorgunuz ama bu sokakta çok dolaştığımızdan değil. Dinlediğimiz hikayelerin yorgunluğu. Ruh yorgunluğu. Ama yine de daha çok yorulmak istiyorduk sanki. Daha çok ruhumuz örselensin ve daha iyi anlayalım diye. Bu kez bir çiçekçi dükkânın önünde duruyoruz. İçerideki gençle konuşmak istiyoruz tabii. Mihmandarımız Aris aracı olup önce bizi tanıtıyor. Konuşurum ama adımı yazmayın diyor, kabul ediyoruz. Genel bir konuşmadan sonra konuyu soykırıma getiriyoruz.: "Soykırım, dedelerimizin, tarihçilerin sorunuydu. Bizim şimdi başka sorunlarımız var. Türkiye'den toprak talep etmek çok saçma. Sınırın açılması yeterli bence. Halkın yüzde 90'ı da böyle düşünür. Herkes kendi ülkesinde daha iyi yaşamak istiyor o kadar. İntertten takip ettiğim kadarıyla Türkiye'de bize karşı daha saldırgan bir tutum var. Ancak en azından Hrant Dink davasının çözülmesi bile önemli bir adım olacak."

İÇİMDE BİR ACIDIR ARARAT
Şehrin işlek caddelerinden birinde elleri ceplerinde, ağızlarında sigara iki gençle karşılaşıyoruz. İsimlerini vermek istemiyorlar. İkisi de Erivan Devlet Üniversitesi'nde ekonomi eğitimi alıyor. Onlarında Türkiye ile ilgili bir sorunları yok ama elbette sınır açılsın diyorlar: "Sınırların açılması her şeyi değiştirir. Ama Türkiye 'soykırımı' tanısa iyi olur. Sonra devem ediyor: Aslında bu çok da gerçekçi gelmiyor ama öyle çıkıyor cümleler ağzımdan. Çünkü çok acı çektik. Çok şey yaşandı. Önce bunlar konuşulmalı, sonra sınırlar açılmalı. Sınırların açılması iki tarafın da sorunlarını çözecek."

Yanındaki arkadaşı karışıyor söze: "Sadece ekonomik anlamda değil, kültürel ve sosyal işbirliği de artacak. Büyük bölümümüz, yarımızdan fazlası böyle düşünüyor aslında. Karşılıklı oturup, konuşmalıyız. Ama içimde ne acı var biliyor musunuz, Ararat (Ağrı) hiç bizim olmayacak ve Ararat’sız da Ermenistan olmaz…” Bu sözleri söyleyip ayrılıyorlar yanımızdan.

Biz ise geleceğimiz gün sislerin arasında Ararat’a, ‘Ağrı’yan yanımıza bakıp duruyoruz. Göremiyoruz… Bize hoş geldiniz deyip yüzünü gösteren Ararat, biz ayrılırken kendini saklıyor. Erivan’daki yolculuğumuz boyunca bize yardımcı olan ama adını anamadığım arkadaşları geride bırakıp Ararat’tan Ağrı’ya yol alıyoruz...
***

Kalbim burada

Eğlence sektöründe çalışan iki gençle beraberiz. Amerika'da doğan Jack, yaklaşık dört yıl önce gelmiş Ermenistan'a ve burada işini kurmuş. Yaşamını Ermenistan'da sürdürmek isteyenlerden. Neden Ermensitan2ı tercih ettiğini bakın nasıl anlatıyor:
"Kalbim hep buradaydı. Ne zaman Amerika'ya gitsem bir yıl boyunca Ermenistan’a geleceğim bir haftayı beklerdim. İnsanlar, kültür, atmosfer... Aslında benim kalbim burada. Türkiye’yi hiç merak ediyor muydu acaba? Biz sormadan söylüyor, sanki iç okuma gibi: Türkiye'yi de görmek istiyorum. Yeni bir kültür, yeni bir ülke. Onları tanımak isterim. Kendi penceresinden yorumluyor bugünü: Bence bugünkü Türkler yanlış bir şey yapmadılar. Bence bir Türk insanının özür dilemesi doğru değil. Çünkü onlar yanlış bir şey yapmadı. Diaspora Ermenileri Türkiye'den daha çok şey talep ediyorlar. Çünkü Ermenistan’da yaşamıyorlar, memleketlerinden uzaktalar. Buradaki Ermenilerin bir Ermenistan'ı var. O nedenle 'bize toprağımızı ver, toprağımızı ver' diyorlar.

KÖKÜM ANADOLU’DA
Arkadaşıysa Suriyeli bir Ermeni. Erivan Devlet Üniversitesi bilgisayar mühendisliği mezunu. 1915'ten sonra dedesinin Elazığ'dan Halep'e geçtiğini, büyükbabasının kardeşlerinin öldüğünü anlatıyor. Çok iyi Türkçe konuşuyor ve bunu de Ermenistan'da öğrenmiş. Türkiye'yi merak ettiğini söylüyor: "Kökümü orada hissediyorum.

Büyükbabamın anlattıklarıyla büyüdüm. Sadece evi, orayı görmek istiyorum. Başka istediğim yok. Türk arkadaşlarım çok. Tarihte bir şey olmuş, kaldı orada. Acım çok, unutamam tabii ki… . Özür kampanyası güzeldi ama Hrant Dink geri gelir mi..."


www.birgun.net

Hiç yorum yok: