Yıl 1985… Güldürü Üretim Merkezi’nde çalışıyorum o dönemler. İşyerimiz Taksim’de, daha doğrusu Elmadağ’da Cumhuriyet Caddesi üzerinde… Gazetelere mizah sayfası hazırlıyoruz, mizahla ilgili her türlü yazı-çizi yaptığımız çok renkli bir iş yeri. 15-16 kişi filanız aşağı yukarı. Patronumuz Müjdat Gezen, öğlenleri dışardan yemek yemenin sorun olması üzerine düşünüp-taşınıyor ve günün birinde işyerimizde, yaşlıca bir Ermeni madam çalışmaya başlıyor. Bize birbirinden nefis yemekler yapan, o sevimli aksanıyla sevgili Madam Vartuhi ile çok kısa süre içersinde kaynaşıyoruz. O artık işyerimizin her şeyi. Çocukluğumdan başlayarak pek çok Ermeni kökenli dost, tanıdık, arkadaş edindiğim için Madam'la da kısa sürede keyifli bir dostluk kuruyoruz. . . Bu yüzden işyerinin küçük mutfağındaki yemekler uzuyor. Lakin kötü bir dönemden geçmeye başlanıyor. Ermeni örgütü ASALA’nın yurt dışındaki konsolosluklarımızda gerçekleştirdiği cinayetler işleniyor. Konsoloslar, ateşeler öldürülüyor. O sıralarda Hürriyet gazetesine mizah sayfası yapıyoruz, bu cinayetler o sayfaya da karikatür olarak yansıyor.
70 yaşlarında olduğunu sandığım Madam Vartuhi’nin yüzü giderek bembeyaz oluyor. Madam Vartuhi tedirgin, madam Vartuhi üzgün… Derken gene mutfakta yemek yediğimiz bir öğlen vakti, derdinin nedenini öğreniyoruz üzülerek. Karanlık örgüt ASALA’nın işlediği cinayetler nedeniyle Türk toplumunda başlayan “Ermeni” kızgınlığının giderek öfkeye dönüşmesi onu korkutan. Çok sevdiği bu ülkede, yıllar önce yaşadığı 6-7 Eylül olaylarını anlatıyor gözlerinden yaşlar süzülerek. Gönlünü alıp, endişe etmemesini söylüyoruz.
Aradan kısa bir süre geçiyor. Toplumdaki “Ermeni” öfkesi gittikçe tırmanıyor. Madam’ın neşesi artık hiç yok. Masaya bıraktığı çayların ardındaki yüzü nerdeyse görünmez oluyor. Sonra bir gün, Madam yaşlı gözlerle yaklaşıyor yanımıza. Feriköy’de oturduğu daireyi yok pahasına sattığını ve ondan daha yaşlı, ayakta zor duran kocasıyla Paris’e oğlunun yanına gideceğini söylüyor... Kadıncağız öylesine bir korkuya kapılmış ki, artık ne desek boşuna. Tek varlığı olan daireyi elden çıkaran Madam Vartuhi, Müjdat Gezen’le ve biz yazar-çizer takımıyla tek tek vedalaşıyor. Çaresizlik karşısında gözlerimiz doluyor. Madam gitmeden, oğlunun Paris’te Renault firmasında müdürlük yaptığını söylüyor, kocasıyla artık oğlunun yanında yaşamaya çalışacağını söylüyor ama bunu söylerken de gözlerini ve yüreğini İstanbul’da bırakıyor sanki.
Sonra iş temposu içinde dalıyoruz çalışmaya… Aradan günler, aylar geçiyor… 1986 yılının ortalarında 4.5 yıllık GÜM maceramız bitiyor ben Fırt ve Gırgır dergilerinde çalışmaya başlıyorum. 1986’nın sonları ya da 1987’nin başları filan olmalı. Bir akşam birkaç arkadaşla Kumkapı meyhanesi yapıyoruz o dönemler sıkça yaptığımız gibi. Sahilde yürürken bankta oturan, oldukça perişan haldeki iki yaşlı insan dikkatimi çekiyor. Yanlarına, umarım onlar değildir diyerek yaklaşıyorum. Yaşlı kadın titreme nöbeti içinde, kocası ondan beter bir halde denize bakarcasına boşluğa bakıyorlar.
Korktuğum gibi, bunlar Madam Vartuhi ve kocası… Sözcüklerin boğazımızı tıkadığı bir an yaşıyoruz. Yaşlı gözlerle anlaşıp, konuşamıyoruz bir süre. Madama sarılıyorum, şaşkınım. Neden geri geldiğini soramadan, başlıyor titreyen bir sesle anlatmaya. Tek varlığı dairesini satarak, Paris’te habersizce yanına gittiği oğlu, onu da kocasını da istememiş meğerse yanında. “Siz orada yaşaya yaşaya Türkleştiniz artık, buraya niye geldiniz, benim huzurumu kaçırmaya mı” demiş ve annesi Madam Vartuhi’yle, babasını kovmuş. Madam bir yandan ağlıyor, bir yandan; “Oğlum Türk olduk diye istemedi bizi zoo, oysa bizi burada da istemiyorlar diye gitmiştik biz oraya” diyor. Artık Feriköy’deki dairede olmadığı için şimdi Kumkapı’daki bir yakınlarının yanına sığındıklarını, zor koşullarda yaşama devam ettiklerini söylüyor. Şaşkın ve yorgun… Bu toprakların onun gerçek vatanı olduğunu oğlu sayesinde bir kez daha anladığını söylüyor. Hiç unutmuyorum bu dediklerini…
Bir süre durup sessizce denize bakıyoruz Kumkapı’da, kış soğuğu içimize ve ortak yalnızlığımıza işliyor. Çünkü daha o yıllardan başlayarak bu ülkede bende kendimi azınlık gibi hissediyorum. Dürüst, namuslu, onurlu, ilkeli yaşamaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının azınlık duygusunu yaşıyorum ne de olsa… Madam Vartuhi’yle vedalaşıp yanından uzaklaşırken aklım hep onda kalıyor. Sonra bir süre aylak aylak yürüyorum sahil yolunda. Bu ülkenin Ermeni kökenli çilekeş vatandaşlarıyla ortak olan yalnızlığımı düşünüyorum. Üşümem daha da artıyor…
O üşümeyi yıllar sonra yoğun mu yoğun bir şekilde yeniden yaşıyorum 2007 yılının Ocak ayında… Aradan nerdeyse 20 yıl geçmiş… Şişli’de, çalıştığı gazetenin önünde haince öldürülen, yürekli gazeteci Hrant Dink’in hayat öyküsü akıp duruyor o andan itibaren bütün medyada. İşte o anda, bir daha kendisinden hiçbir haber alamadığım Madam Vartuhi düşüyor yeniden aklıma… Hrant Dink için akan gözyaşlarının hemen yanına, Madam Vartuhi için akan gözyaşlarım ekleniyor… Aradan geçen onca yıla rağmen onarabildiğimiz hiçbir şey olmadığını görmek burnumun direğini sızlatıyor… Hele hele cinayet sonrasında yaşanan ve yaşanmaya devam edeceği belli olan rezaletler ve kepazelikler karşısında anlatılamaz bir utanç duygusu sarıyor tüm benliğimi. Kasvet basıyor her yanımı. Anlıyorum ki artan tek şey, yalnızlığımız ve çaresizliğimiz bu topraklarda… Gerisi hikâye…
www.acikradyo.com.tr
Madam Vartuhi'nin Hikâyesi : Cihan Demirci
Labels: Çok Kültürlülük
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder