Ermeni Olmak

TV de izlediğim acı haberle üzülür, bir başka programda herkesle gülerim. Fasıl dinler, Türk müziğinden keyif alırım. Tuttuğum takımın galibiyetine de, oy verdiğim partinin seçim kazanmasına da, enflasyonun düşmesine de sevinirim.

Ermeniliğimi hiç hatırlamam.

Sivil toplum örgütlerinde Yılmaz, Metin, Fuat gibi isimlerle beraber çalışırken, deprem gecelerinde Türk komşularımla kader birliği yaparken, fatura kuyruğunda beklerken, trafikte takıldığımda, suyum ve elektriğim kesildiğinde;

Ermeniliğimi hiç hatırlamam. . .

Bir esnaf ve işçi lokantasında, kuru fasulyeye, yanında birde turşu varsa, bayılırım. Değişik görüşten dostlarla sohbet ederken, bir köşe yazısında ülke sorunlarını okurken, bilgi yarışmalarında doğru yanıtı bulmaya çalışırken;

Ermeniliğimi hiç hatırlamam.

Kimi zaman da Ermeni olduğumu bilirim, hatırlarım. Bu bana doğal gelir, huzur verir.

Komşum Kemal Ağabey'in, kapıcımız Mahir Bey'in, bir dostun cenazesinde saftaki cemaatin arkasında dururum. Oradaki insanların üzüntüsünü paylaşırım. Herkes beni camide gördüğü için; ben görevimi yaptığım için memnun oluruz. Müslüman komşularla dostlarla acı tatlı günlerimizde bir birimize gidip geliriz, aynı sofrayı paylaşırız; bunlar bana huzur verir.

Ermeniliğimi keyifle hatırlarım.

Cumhuriyet ve 23 Nisan bayramlarında Ermeni okulu şeref tribünü önünden geçerken alkışlara katılır gurur duyarım. Davet edildiğim iftar sofralarında bulunmaya özen gösteririm, onlar bana ben onlara ve dualarına saygı duyarım.

Ermeniliğimi keyifle hatırlarım.

Kiliseye giderim, gençlerimizin oyunlarını izler, konserlerini dinlerim. Keyif alırım. Dolmabahçe Sarayı'nın önünden geçerken, Ortaköy Camii'nin yanında çay içerken, uzaktan Beyazıt Kulesi'ni gördüğümde Balyan Kalfa ile gurur duyarım. Ara Güler, Agop Arad , Onno Tunç, Nubar Terziyan, Tatyos, Nigogos, Artaki, Bimen, Güllü Agop, Minakyan vb. isimleri bana kimliğimi hatırlatır.

Ermeniliğimi keyifle hatırlarım.

Kimi zamanda Ermeni olarak yaşamanın üzüntüsünün ne olduğunu duyarak yaşarım.

Her kötü olayda Ermeni parmağı, her kötü kişide Ermeni kökeni arandığında, "..bir komşumuz vardı..." diye başlayan nostalji edebiyatı okuyup dinlediğimde, Anadolu'da Ermenilere ait eski mezarlıklar toplu katliam yerleri olarak gösterildiğinde;<

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

İki dudak arasından çıkacak bir kararla veya iki cümlelik bir yasayla çözümlenecek sorunlarımızın yıllardır sonuçlanmayışını, kamu görevlerinden uzak tutulmamızı, bizim de Parlamentomuz olan TBMM de temsil şansı bulamayışımızı düşündüğümde;<

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Yaşlı ve kimsesizler için, bakıma muhtaç özürlüler için, belki de kendi geleceğim için evimi huzurevimize, yetimhanemize bağışlayamayacağımı. Vaftiz kaydımın bulunduğu, düğünümün yapıldığı, kiliseye, (işyeri olan çevresinde oturmuyorum diye) yönetici olamayacağımı bilirim,
Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Ve...Soykırım oldu mu, olmadı mı? Ermeniler mi Türkleri, Türkler mi Ermenileri diye başlayan soruların bizlere yöneltilmesine... Diyalogun milliyetçi söylemlerle, doğruya ulaşma yolunun siyasetle kesilmesine üzülürüm. Üzülürüm de... Elimden bir şey gelmez.

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Ermeniliğim nedeniyle üzülmek istemiyorum. Konusu Ermeni olmayan TV programı izlemek, Ermeni sözcüğünün geçmediği yazılar okumak, Ermenisiz konuşmak istiyorum. Ermeni ve azınlık olarak yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyorum, düşünüyorum.

Ama anlatamıyorum.

Yervant Özuzun
www.hyetert.com
'dan alınmıştır.


Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !

Paris´te yaşayan Ermeni asıllı Türk şarkıcı artık Bodrum´da


Yalıkavak'ta sahne alan Yorgantz, 1500 şarkılık repertuarıyla lO dilde şarkı söyleyerek dinleyenleri nostalji yolculuğuna çıkarıyor

Ünlü şarkıcı Johnny Halliday'in şarkılarından etkilenerek Paris'e giden ve 36 yıldır da müzik kariyerini orada sürdüren Marten Yorgantz, son iki yıldır yazları Bodrum'da sahne almaya başladı. Bu yaz Yalıkavak'ta Yacht Gub Del Mar'da haftada 4 gece sahne alan Yorgantz dinleyicilerine nostaljik şarkılarıyla unutulmaz anlar yaşatıyor.

Repertuarında 1500'ün üzerinde şarkı olan şarkıcı 10 dilde şarkı söyleyebildiğini belirterek şöyle diyor: "Bu şarkıların 800'ü hafızamda. Ben bu şarkıları her gece hangi ortamda olursa olsun o ambiansa göre temposunu değiştirerek okuyabilirim. Hafif Batı Müziğinin nostalji şarkıları kralıyım."

Yorgantz'ın, Johnny Halliday
ile tanışması da bir hayli ilginç. Hikayesini Ermeni asıllı şarkıcıdan dinleyelim: "Onunla Fransa'da değil istanbul Hilton Bar'ın roof'unda çalışırken tanıştım. Hatta ben Halliday'ı canlı izlemeden o beni izlemiş oldu. Şarkılarını Türkçe sözlerle duyunca şoke oldu. Birkaç yıl sonra da Sezen Cumhur Önal bu sarkıları ona da söyletti. Hem de Türkçe olarak."

TÜRK POPU İÇİN PROMOSYON IAZIM
Yorgantz, Türkiye'deki pop müzikle ilgili olarak ise şunları söylüyor: "1967de Hürriyet Gazetesi'nin Altın Mikrofon yarışmasını 'Mavi Çocuklar' orkestrasıyla kazandım. Yarışmanın ardından Sezen Cumhur Önal'la Batı müziğini Türkçe sözlerle söyleyerek çığır açtık Yarışmanın
ardından Hugue Aufray'nin Celine şarkısı bize ilham verdi. Hatta bu şarkı Celine Dion'un isim annesidir. O şarkıya Sezen Cumhur Ünal'ın 'Bilir misin Seni Sevdiğimi' isimli şarkının sözleriyle Türk müzik aranjmanında bir çağ açtik Yavaş yavaş bu sistem ve yenilik devam etti. Yani bugünkü pop müzik akımını Sezen Cumhur Ünal'la başlattık Bugün Türkiye'de pop söyleyenlerin dünyaya açılıp başarılı olması tamamen promosyona bağlı."

Bodrum aşığı olduğunu sürekli yineleyen Yorgantz, "Bodrum bir cennet. Yalıkavakın güneş batışı, Gölköy'ün denizi, insanların misafirperverlikleri çok güzel. Yılda 3 ay Cote d'Azur da yaşarım. Buradaki samimiyet kesinlikle yok Tabii Ege yemekleri de yok" diyor.

15.8.2006
Vatan Pazar

Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !

Kumkapı'da Her Çarşamba Küçük Bir Ermenistan Kuruluyor


Bir çarşamba günü yolunuz Kumkapı’ya düşerse, semt pazarında pek çok Ermenistan yurttaşının tezgáh açtığını, ticaret yapmaya çalıştığını göreceksiniz. Mağaza vitrinlerindeki Ermenice ilánlar dikkatinizi çekecek. Turist vizesiyle gelip Türkiye’de kalan 40 bin civarındaki Ermenistan vatandaşından çoğu bu bölgede ikámet ediyor. Ne soykırım tartışması var aralarında, ne de bir başka siyasi bahis.



Sadece para kazanmaya, ailelerine üç-beş kuruş göndermeye çalışıyorlar. Korkarak ve çekinerek gelseler de, bir süre sonra Türklerin kendilerini "kesmek" için elde testere ile beklemediğini anlıyorlar. Konuşurken isimlerini gizleme gereği duymadılar. Yine de bu yazıda hiçbirinin açık ismini kullanmadık.

İstanbul’da çarşamba günleri Kumkapı’da kurulan semt pazarını, uzunca bir süredir Ermenistan’dan gelen göçmenlerin açtığı tezgáhlar süslüyor. Çoğu başkent Erivan’dan. Önemli bir kısmının yaşı 50’nin hayli üzerinde. Ermenistan’dan getirdikleri üç-beş ürünü satmaya çalışıyorlar: Ucuz incik-boncuklar, sucuk, konyak, füme balık, havyar... Amaç, çocuklarına, torunlarına üç-beş kuruş gönderebilmek. Türkler, Kürtler tezgáhların gediklisi, ama asıl müşteri yine kendileri gibi Ermenistan’dan gelen hemşerileri.

İşleri yolunda gidenler, pazar çevresinde küçük dükkánlar açmışlar. Kapılarında Ermenice ve Türkçe yazılar var. Doğu Ermenicesi bilen, doktora çalışmasını Erivan’da sürdüren Alin Özinian’la Kumkapı Pazarı’nı adımlıyoruz. Fatih’in fotoğraf makinesinden tedirgin oluyorlar önce. Arkasından "Buyrun, hoşgelmişsiniz" diyerek dükkánlarına, tezgáhlarına buyur ediyorlar bizi.

Sayıları, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün söylediği gibi 40 bine ulaştı mı bilmiyoruz ama İstanbul’da çok güç koşullarda yaşadıkları açık.

MİLLETİN DEĞİL, İNSANIN KÖTÜSÜ OLUR

Pazarın kurulduğu sokaktaki tipik Kumkapı evlerinden birine konuk oluyoruz önce. A.L. 1946 Gümrü doğumlu bir inşaat mühendisi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra mesleğini yapamamış, Türkiye’ye gelmiş. "1997 senesiydi" diyor, "akrabalarımın evinde oturuyorduk, köşede bir soba yanıyordu ki bizim millet soba nedir bilmez, alışmışız merkezi ısıtmaya. Son sigarayı yaktım, paketi sobaya attım. Bizimkilere diğer paketi sorunca, yok ki, cevabını aldım. Bir tuhaf oldum ve hemen karar verdim: Bu durumdan kurtulmak için bir şeyler yapmalıydım. Otogara gittim, 30 dolar yeterliydi Türkiye’ye gidebilmek için. Atlayıp geldim."

17 gün sokaklarda yatıyor A.L. Sonra, bir kahvede, bir hemşerisine rastlıyor. Onun yardımıyla önce bir Türkiye Ermenisi’nin fabrikasında çalışmaya başlıyor, sonra piyasada aklınıza ne iş gelirse yapmaya başlıyor. Fırsatını bulup eşini getiriyor. Alin konuşmaları tercüme ederken, birden kırık dökük Türkçe konuşmaya başlıyor A.L. Dedelerinin Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a göç ettiği çıkıyor ortaya. "Sanmayın ki, geldim de burada öğrendim Türkçe’yi, bizim evde konuşulurdu zaten" diyor hüzünle. Torunlarının duvardaki fotoğraflarını gösteriyor sonra: "Onlar için buradayız."

Yoksul evlerinde bizim için ziyafet masası donatan, ağzından "canım" kelimesini düşürmeyen eşi O.L. ise evlerde temizliğe gidiyor. Yaşadıklarını anlatırken, salondaki kullanılmış koltukları gösteriyor: "Evinde çalıştığım bir Türk kadını verdi bunları. Bayramımızda, kendi bayramlarında hediye verirler. ’Eksiğin var mı’ diye sorarlar. Bazen Türkler, buradaki Ermenilerden daha iyi davranıyor. Çok müteşekkirim. Yabancılığımı hiç hissettirmiyorlar, zaten milletin kötüsü olmaz, insanın kötüsü olur."

KIZIM HASTAYDI GELDİM AMA O ÖLDÜ

1956 Erivan doğumlu A.N’yi pazarda gezerken görmüştük. Küçük tezgahında konyak, pirinç, sucuk, füme balık, hatta "tıtvaser" adlı bir çeşit kaymak satıyordu. Arkadaki küçük dükkánı, sonra çekti dikkatimizi.

Önce konuşmaya çekindi, sonra anlatmaya başladı: "2000’de geldim İstanbul’a. Evimi sattım, sermaye yaptım kendime. Gelmem şart olmuştu, çünkü kızım çok hastaydı. Çok çalıştım, ne iş bulursam yaptım. Lokantalarda yer süpürdüm, bulaşık yıkadım. Sonra dükkán açtım. Bütün mallar benim değil, kim ne getirirse satıyorum."

Peki Türklerle sorun yaşıyor mu? "Hayır, hiç sorun yaşamadım. Kötü muamele etmiyorlar. Yine de gönül, kendi toprağımda, vatanımda çalışmayı istiyor. Para biriktirebilirsem, dönüp ev alacağım. Kızım öldüğü için önemi yok artık. Ancak hayat da devam ediyor işte."

Küçük dükkándan çıkarken A.N. Alin’in eline bir kutu Ermenistan şekerlemesi tutuşturmaya çalışıyor. Alin almıyor. Çünkü A.N.’nin "sermayem" dediği şey biraz şekerleme, biraz da tütsülenmiş balıktan ibaret.

ERİVANLI EMEKLİ ÖĞRETMEN A.S.

Ermeni olduğunuzu söylemeyin dediler

33 yıl öğretmenlik yaptım. 62 yaşındayım. 1992’de geldim Türkiye’ye. Eşimle ticaret yaptık. Ermenistan’a büyük çapta züccaciye götüren üç kişiden biriydim. Neden Türkiye, sorusunun cevabı çok basit aslında. Başka bir ülkede çalışmak isteyenler için en yakın ve en ucuz ülke. Vize almak kolay, sınırda 10 dolar vermek yetiyor.

Türkiye’ye gelirken, kendimizi Gürcü olarak tanıtmamızı söylemişlerdi. Yaklaşık iki yıl buna uyduk. Sonra Türklerin, Ermenilerle alıp veremedikleri olmadığını gördük. Herkes işinde gücünde. Ticaret yaparken esnafla hiç problem yaşamadım. Ermenistan’dan gelenler, İstanbullu Ermenilerin yanında, daha doğrusu evlerinde çalışıyor. Bazıları çalışana misafirmiş gibi davranıyor. Bunun yanında Ermenistanlıları hiç sevmeyen, evlerinde çalıştırmak istemeyenler de var. Çünkü İstanbul’a gelenlerin çoğu köylü. Gelenlere bakıp Ermenistanlılar hakkında "Kabadırlar, gözleri açtır, giyinmesini bile bilmezler" diyorlar.

Ermeniler, Ermenistanlılara yukarıdan bakıyor ve horluyor. Buna çok üzülüyorum, çünkü bu ülkemizin bütününü yansıtmıyor. Zaman zaman öyle şeylerle karşılaşıyorum ki, Ermenistanlı olduğumu söylemekten utanıyorum. Ayıptır söylemesi, evime sokmayacağım kişiler var aralarında. Açık yüreklilikle söyleyeyim: Buradaki Ermeni ve Türklerle hiç sorun yaşamadım. Özellikle Türklerden hiçbir kötü davranış, hakaret, taciz görmedim. Ermeni olduğumu söylemekten çekinirdim önceleri, şimdi rahatım.

32 kişi bu eve nasıl sığar, nasıl yaşar
/_newsimages/1962793.jpg
Kumkapı meyhanelerine yakın bir sokakta, dışardan üç katlı görünen bir eve giriyoruz. İçerisi ise bir barınaktan ibaret. Odalar perdeyle ayrılmış. Yoksulluk dizboyu. Piknik tüpünde makarna kaynıyor. Banyo dökülüyor. Buna rağmen, duvarlarda Hz. İsa ve Meryem Ana tasvirleri mevcut.

İlk katta kalan kadın, oğlu izin vermediği için konuşmak istemiyor, ikinci kat boş. Üst katta ise küçücük bir somyaya sığışan üç-beş kadın karşılıyor bizi. İçlerinden V.T. kabul ediyor konuşmayı.

Asıl mesleği muhasebecilik. 1955’de Leninakan’da doğmuş. 2003’ten bu yana Türkiye’de. Geliş sebebi: "İş yoktu, para lazımdı, en yakın ülke Türkiye’ydi. Ben de kalkıp geldim." Önce Ermeni bir ailenin çocuğuna bakıcılık yapmış, evlere gündelikçi gidiyor artık. "Çocuğa yavrum gibi baktım. Her kucağıma alışımda, tanrım ben bu çocuğu nasıl bakıp büyütüyor ve analık yapıyorsam, sen de benim çocuklarıma öyle bak, diye yalvardım" diyor. İlk geldiğinde hem Ermeni hem Türk işverenleri tarafından horlanmış V.T: "Küçük görmeyi seviyorlar. Oysa düşünmüyorlar, bir zamanlar ben de evimin hanımıydım, bir işim vardı. Ama şimdi yok. Aynı şey onların da başına gelebilir bir gün. Yine de yaşadıklarımı hiç kimse yaşasın istemem."

V.T.’den cesaret alan N.F. de konuşmaya başlıyor. 1948’de Leninakan’da doğmuş. 2000’de gelmiş Türkiye’ye. O da evlere gündeliğe gidiyor. "Türkler çok iyi insanlar, bugüne kadar hiç kötülüklerini görmedim" diyor bütün samimiyetiyle. Normal koşullardaki herhangi birinin adım bile atmayacağı o evde tam 32 Ermenistan yurttaşının yaşadığını söylüyor.

Yoksulluğun içinden çıkıp Ermeni Patrikhánesi’ne doğru yol alırken, karnını doyurmak, daha iyi bir hayata sahip olmak için dünyaya dağılan diğer göçmenleri düşünüyoruz. Avrupa hayaliyle Meriç Nehri’nde boğulan, Ege kıyılarından teknelere bindirilip ıssız adalara bırakılan, Kuzey Afrika’dan İspanya’ya geçerken batan teknelerde boğulan kadınlar, çocuklar geliyor.

Ne diyordu Behçet Necatigil:

"Ölmüş nice değerler ben de ölmüşümdür..."

TÜRKİYE ERMENİLERİ PATRİĞİ MESROB II
/_newsimages/1962794.jpg
Aralarında Türklerle evlenenler var

Ermenistan’dan gelenlerle ilişkileriniz nasıl? Sorunları olduğunda size başvuruyorlar mı?


- İki-üç sene öncesine kadar, daha çok maddi yardım için geliyorlardı. Araştırıp, mesela ortada kalmışlarsa, Ermenistan’a dönüş paraları yoksa, yol paralarını karşılayarak yardım ediyorduk. Sonra baktık ki, Samsun’da ya da Trabzon’da otobüsten inip İstanbul’a dönüyorlar. Maddi yardım yapmamaya karar verdik. Ancak kilise onlar için hálá buluşma yeri. Kumkapı Kilisesi, pazar günleri Ermenistanlılar ile dolar.

İstanbul’a gelen Ermenilerin Kumkapı’yı seçmelerinin sebebi Patrikhane’nin burada bulunması mı?

- Hayır, ucuz olması. Burası İstanbul’un en ucuz semtlerinden biri.

Temel sorunları nedir?

- Öncelikle vize. Bunun dışında çocukların okul problemleri var. Burada kalabilen, işlerini oturtanlar çocuklarını okula gönderemiyor. Ailece gelenlerin en büyük problemi bu.

Eğitim profili nasıl?

- Hemen hepsi enstitü bitirmiş ama orada iş bulamamış. Doktorlar bile var aralarında. Evlerde hasta bakıp hizmetçi gibi çalışıyor, Ermenistan’dakinden fazla kazanıyorlar.

Türklerle ilişkileri nasıl?

- İlişkileri gayet iyi. Zaten eğitim ve ekonomidir her sorunun anahtarı. Öğrenci değişimi sağlanabilirse çok şey değişir, beşeri ilişkiler her şeyi düzeltir. Tanımadığın kişinin arkasından atıp tutarsın, küfredersin ama tanıdığına yapamazsın bunu.

Kötü muameleye maruz kaldığını söyleyenler veya farklı şikáyetler dile getirenler oluyor mu?

Gördüğüm kadarıyla herkes gül gibi geçiniyor. Hatta Türklerle evlenenler bile var.

Buradaki Ermeni cemaati rahatsızlık duyuyor mu Ermenistan’dan gelenlerden?

- Rahatsızlıktan ziyade güvensizlik var, Ermeni cemaati güvenmiyor bu insanlara. "Sözlerine güvenilmez, söz verirler yapmazlar" diye genel bir kanaat oluştu.
 
 


Sefa KAPLAN - Alin ÖZİNİAN
Fotoğraflar: Fatih YALÇIN

Kaynak: Hürriyet
6 Ağustos 2006
© Copyright 2006 Hürriyet
Mirroring of this article is kindly permitted by Temuçin Tüzecan,
Hürriyet Corporate Communications Coordinator



Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !

En Uzak Komşu Ermenistan : Ağrı'nın Öteki Yakası

Ağrı'nın öteki yakası

Baştan başa bir aidiyet sorunu yaşanıyor Erivan'da. Kendilerini, kendilerinin olmayan bir dağa ait hisseden insanlar, köklerini dışarıda bırakmış bir ağaç gibi kederli. Buna, piyasa ekonomisinin ve sınırın iki yanına ait olmayan, uzaklardan gelen Batı kültürünün karmaşası ekleniyor. Bunları en iyi İstanbul'dan gelen Ermeniler görebiliyor


En uzak komşu Ermenistan
Ece Temelkuran
Fotoğraflar: Yurttaş Tümer

Görüp bakmadığımız ışıklar: Ermenistan

"Ararat buradan daha güzel görünüyor değil mi?"
Kederle çürüyen bir gülümsemeyle soracaklardır bu soruyu. Kavganın, tartışmanın, tarihin, iddiaların, tüm gürültünün ötesine geçmek isteyen, duygusal bir sesle... Eğer bir gün Ermenistan'a giderseniz size de Anadolulu bir hançereyle soracaklardır:



"Söyle, buradan daha güzel görünüyor değil mi?"
Bu memleketin dört bir yanından ışıklar görünür. Sınır boylarında çocuklar, kendi evlerine benzeyen evlere bakar. Ama ertesi sabah hepsi dokunacakları kadar yakın bu ışıklarla ilgili öfkeli manşetler okur gazetelerde. Çünkü üç tarafı denizle, dört tarafı kederle çevrilidir bu toprağın. En yakınımızdakileri uzaklara itmek üzerinedir yan yana yaşama geleneğimiz. Biz, her gece ışıklarını gördüklerimize bir kere bakmamaya alışmışız. En yakınımızdakilerdir bizim en uzak komşularımız...

İki ucun ortası
"Çok güzel bir yer. Tavsiye ederim, gidin" dediğimde, Ermenistan'ın başkenti Erivan'dan döndüğümde, herkesin yüzünde şaşkın bir boşluk oluşuyordu. Bu kadar çok konuşulmasına rağmen çoğu insan oranın neye benzediğini bilmiyordu. Her yıl nisan ayında manşetlere taşınan Ermeni meselesiyle ilgili herkesin bilgili veya bilgisiz bir görüşü olmasına rağmen insanlar, Erivan deyince gözünde ne canlandıracağını bilmiyordu.
Bakmak isteyen için de iki zorunlu güzergâh vardı hep: Ya soykırım kavgasına tutuşacaksın ya da burnunu çeken bir duygusallıkla "Ah! Ne çok benziyoruz birbirimize!" deyip yıkılacaksın ağlamaktan. Öfke ile sonuçsuz duygusallık arasında bir bakma şekli olabilir mi Ermenistan'a?
Kimliklerini ölüm, sürgün, acı, "soykırım anlatıları" üzerine kuran; kendilerini, kendilerine ait olmayan bir dağa ait hisseden; bizim Ağrı, onların Ararat dedikleri dağda varoluş efsanelerini gören bir halkı anlamak için, nasıl yaşadıklarını anlamak gerek önce.

Ağrı ve 'ağrı'ma
Onların da belki bir gün, o dağa bizim Ağrı dediğimizi, bu adın belki de "ağrımaktan" geldiğini, bu ülke topraklarının zaten hep ağrıdığını, bu ağrıya dokununca büyük bir öfkenin doğduğunu... Anlamak için görmek, görmek için bakmak gerekli... En uzak komşu Ermenistan acaba nasıl bir yer, hiç "gördünüz" mü? Onlar her gün buraya bakıyorlar, hiç duydunuz mu?



"Senin gibi aynı, bir haftalığına gelmiş. Ermenistan Rus topraklarına katılınca, görmek istemiş Ararat'ı. Fakat yine böyle yağmur olunca görememiş. İşte o zaman demiş ki, 'Sen Ararat'san ben de Çar'ım. Ben seni göremediysem sen de Çar'ı göremedin Ararat! Bu da senin göreceğin son çar olsun!' Hak'katen de o çar Ararat'ın gördüğü son çar olmuş. Çünkü çarlık yıkılmış!"
İşte o yağmurlu sabahta, Erivan'ın en yüksek noktası olan "Ermenistan Ana" heykelinin dikili olduğu tepede Ermenilerin Ararat'ını göremedim diye öfkelenmemeye karar verdim. Dağların laneti insanlardan büyük olur zira. Tam da Türkiye'de Ermeni meselesi iyice gerilmişken, Fransa'daki yasa tasarısı yüzünden Türkiye'de "Ermeni" sözcüğünü bile duymak istemeyenler varken, yapacağım son gazetecilik bu olur diye susmayı yeğledim.

Avrupa şehri Erivan
Ama bazen insana, gördükleri değil göremedikleri yol gösterir. Ararat'ı görememek iyi oldu, çünkü böylece bir dağı değil, Ermenilerin Ararat'ı nasıl gördüğünü görmek mümkün oldu.
Bütün bir Ermeni meselesinin bilinçaltı o dağda duruyordu çünkü; durmadan "Ağrı"yordu...
Ortadoğu'ya fırlatılmış bir Avrupa şehri Erivan. Kütüphane kadar sessiz, bir sanat fakültesi kampusu kadar estetik. Konuşkan insanları ve müthiş güzel sokaklarıyla tam "turistik."
Ama bunca yağmur varken, Ararat görünmez olmuş ve insanlar sokaklardan çekilmişken, Ermenistan'ın kılcal damarlarına girmenin, kendilerine ait olmayan uzak bir dağa gönülden bağlanan bu ülkenin hissiyatını anlamanın tek yolu, ülkelerin dertlerini ve kalplerini yazan insanlarla konuşmak oldu.
Kafka romanlarındaki dehlizli binalara benzeyen Yazarlar Birliği'nde Başkan Levon Ananyan, daha sonraki bütün sohbetlerde herkesin yapacağı gibi kendi teybini açıyor. Türkiyeli gazetecilere güvenmiyor! Ve elbette, sonraki her sohbette olacağı gibi soykırım konusu açılıyor.

'Alaskalı bir gazeteci!'
Oysa anlaşamadığımız değil anlaşabildiğimiz yerden başlamalı konuşmaya. Bu yüzden diyorum ki, "Alaska'dan geldiğimi düşünün. Ararat'ın anlamı ne? Niye herkes 'Buradan daha güzel görünüyor, değil mi?' diye soruyor bana?"
O zaman efkârlı bir sigara yakıyor Ananyan:
"Bizim için Ararat'ın anlamını bilseydiniz, kamyonlarla onu buraya taşırdınız! Sizin için bir dağ orası, bizim için kökümüz!"
Ararat hakkında yazmayan tek bir Ermeni şairi olmadığını anlatıyor, Ermenilerin Ararat'sız var olamayacağını, her Ermeni'nin kalbinde Ağrı'dan daha büyük bir Ararat olduğunu:
"Biz duygusal bir halkız. Siz Ararat'ı isteriz diye korkuyorsunuz, ama o bizim için kalbi bir mesele."
Sonra, serbest piyasa ekonomisine geçişle bulunan toplumsal ve kültürel alışkanlıkları, "dünya edebiyatını iyi bilmeyene cahil denen" bir ülkede best-seller düzenine geçişi, Sovyet döneminde 40 bin basılan şiir kitaplarının şimdi 2 bin basıldığını ve bu "duygusal halkın" kalbinin iyice bulandığını anlatıyor Ananyan. Daha ilk gün anlaşılıyor:
Ermenistan, kalbi asla onun olmayacak bir dağda, aklı komünizmde kalmış bir memleket. Bu yüzden sokaklarında yağmurla birlikte yağıp duran kederli bir hasret.

Anadolu gürültüye gidiyor

Gece başka renkleri çıkarıyor ortaya. Atlantic Disko'da, DJ, techno çalıyor. "Dım tıs"lar arasından, üzerlerinde "I love NY" yazılı tişörtleri, daracık pantolonlarıyla kızlar, oğlanlar geçiyor. Disko'dan bakınca, ABD'nin Grand Canyon'ı Ararat'tan daha yakın görünüyor!
Bir İstanbullu daha Erivan gecesinin içinden... Müzisyen Arto Tunç Boyacıyan, oğlunun Amerikalı arkadaşlarıyla kurduğu "Paper Boys" adlı rap grubuyla ilk kez müzik yapıyor. Ufaklığın teki, güneş gözlüğü takıp sınırın ne bu tarafına ne o tarafına ait, bambaşka bir dilde söylenen "zenci" bir şarkıyla MTV'dekiler gibi dans ediyor. Arto, gecenin bir yerinde efkârlanıp o cümleyi kuruyor: "Ben Anadolu'yu seviyorum. Ve iki taraf kavga ederken kaybedilen şey o Anadolu duygusu. Ve onu hiçbir yerde bulamazsın sonra."
Böylece hızlı bir giriş yapıyoruz Erivan'a. Kalbi ve aklı karışık, sınırları ve sorunlarıyla karaya kilitlenmiş bu Ortadoğulu Avrupa şehrine.

Belki de Ararat yoktur!

Bir yağmur aralığında, Türkiye'deki Agos gazetesinde "Azınlıkyan" tiplemesini yaratan İstanbullu karikatürist Aret Gıcır'la buluşup ona soruyorum Ararat'ı:
"Kendilerini oraya ait hissediyorlar. Türkiye'de bu siyasi anlaşılıyor, oysa tamamen duygusal. Uzakta kurulan hayal de gerçeğin kendisinden daha güzel oluyor. Mesela diaspora Ermenisi bir kitap yazıyor Tokat üzerine. Sanırsın Paris'i anlatıyor."
Aret, Türk-Ermeni gerginliği üzerine, iki ülkede de "azınlık" olmak üzerine mizah yapıyor. Bir karikatüründe Ararat maket çıkıyor mesela, diğerinde bir kedi camdan Ararat'a bakıp "Van! Van!" diye iç geçiriyor, sınırın öte tarafına duyulan özleme nazire. Ama burada mizahın sınırı var, kimse "hassas tarih" üzerine şakalaşmıyor. Soykırım iddialarının Türkiye tarafından tanınmaması meseleyi Ermeniler için hep taze ve ciddi tutuyor.
Uzaktaki bir dağa ve malum tartışmalı tarihe kederle bakan bir ülke, acının ucunu bırakırsa kendini ve kimliğini kaybedeceğini düşünüyor...

Sayılarla Ermenistan

  • Yüzölçümü: 30 bin kilometrekare.
  • Nüfus: 2.976.372
  • Yaş ortalaması: 28.
  • Nüfusu yüzde 1 azalıyor.
  • Büyüme oranı: Yüzde 13.9
  • Kişi başına düşen GSMH: 1120 dolar (Dünya Bankası, 2005)
  • Sektörlerin üretime katkı payları: Tarım yüzde 19.8, endüstri yüzde 41, hizmet sektörü yüzde 39.2.
  • İşsizlik oranı: 2004 verilerine göre yüzde 31.6.
  • Nüfusun yüzde 43'ü yoksulluk sınırının altında.
  • 1 dolar = 457 dram.
  • Bir öğretmen yaklaşık 100 dolar maaş alıyor.
  •  
    'Soykırım'la yatıp kalkmıyoruz

    Onlarca insanla konuştum Ermenistan'da, iki hadise dışında "Soykırımı tanıyor musun?" diye soran olmadı. Konu açıldı ama her seferinde "Böyle bir şey olmasa ne iyi olur" tonunda konuşuldu


     


    Patlayan şampanya köpüklenirken bu küçük hoş geldin partisinin tatsız laf sokuşturmalarıyla bölüneceğini düşünmemiştik elbette. Fakat yüzümüze "Hadi bakalım! Ne diyeceksiniz" gibi bir meydan okumayla bakarak müzeyi dolaştıran hanım (ismi lazım değil) tam kadeh kaldırırken "Türkler de 'şerefe' diyerek içiyor, değil mi" diye sorup çaktı "ucuz golü"nü:
    "Ee, tabii. Her millet kendinde eksik olana içermiş."
    İtiraf edeyim fotomuhabiri arkadaşım Yurttaş daha hızlı tepki verdi. Ben böyle çıkışları ciddiye alamadığım için sinirlenemedim bile. Müze Müdürü Bagrasyan Lavrenti durumu yumuşatmaya çalıştı ve sonra başladı 4 bin yıl öncesinden anlatmaya. Tahmin edebileceğiniz üzere uzun hikâye malum meseleyle sona erdi:
    "Soykırım için özür dileseniz, ne olur?" diye yumuşak sordu Lavrenti, şahsen benim özür dilemem gerekiyormuş gibi bir tonda.
    Suçluluk hissetmem gerekiyordu sanki. Sadece müze müdürü değil, aynı günün gecesinde "Cheers" adlı bir mekânda, uzun saçlı "rocker" işletmeci de "Soykırımı tanımıyorsanız lütfen burayı terk edin" derken aynı suçluluğu hissetmemi bekliyordu.

    Che ve dağların mülkiyeti
    Adam, "Ararat"ın resmini gösteriyor, "Orası bizim, sizin değil" diye çıkışırken Ağrı Dağı'nı o gece ona vermem gerekiyormuş gibi davranıyordu. Hemen yanındaki Che Guevara resmini göstererek sordum ben de:
    "Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın resmini asıp sonra da o dağ senin-benim diye tartışmak komik değil mi?"
    Kabul etti, güldü.
    Onlarca insanla konuştum Ermenistan'da, bu iki hadise dışında biri bile "Soykırımı tanıyor musun?" diye sormadı. Konu açıldı ama her seferinde "Böyle bir şey olmasa ne iyi olur" tonunda konuşuldu.
    İki ülkede de o ülkelerin hassasiyetlerinin arasından kendine yol bulmaya çalışan diyalog yanlısı, sınırların açılması taraftarı insanlar var elbette. Ermenistan'da bu işin öncülüğünü yapan da "Açık Diyalog Merkezi." Yöneticisi Lilith Bleyan, tatsız deneyimlerimizi anlatınca gülmeye başladı:
    "Böyle insanlar var tabii. Soykırımdan başka hiçbir şey konuşamazlar. Ama bu ülkenin çoğunluğu böyle değil. Burada soykırımla yatıp soykırımla kalkmıyoruz elbette."
    Bleyan, iki halkın da psikolojik engelleri aşıp konuşmasından yana. Bleyan'a göre konuşma da soykırımla başlamamalı:

    Makul zemin nerede?
    "Başka birçok şey var konuşabileceğimiz. Ama soykırımla başlayınca başka hiçbir şey konuşamaz hale geliyoruz."
    Bleyan'ın eşi Vahe Hovhannisyan da Devlet Başkanı Koçaryan'ın danışmanı. Hovhannisyan'ın "STK'lar ve Devrimler" adlı da bir kitabı var. Bleyan ve eşi, Ermenistan'ın diyalog yanlısı yeni kuşağını temsil ediyorlar ve ikisi de kendileri gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunun altını çiziyorlar:
    "Devrimci Ermenistan Partisi'dir bu konuyu merkeze alan ve aldıkları oy yüzde 6. Giderek da azalıyor. Gerisini siz düşünün."
    Lilith Bleyan özellikle belirtiyor:
    "Artık yavaş yavaş soykırım meselesinde o dönemdeki Ermeni politikacıların da suçu olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Bu görüş, Ermenilerin Türklere karşı duyduğu sempatiyle yaygınlık kazanabilir."

    'Kırlangıçlar' geri dönmeyecek

    Akın akın çocuklar çıkıyor tepeye, otobüslerle. Halk arasındaki ismiyle "Kırlangıç Yuvası"na bir okul gezisi daha. 24 Nisan haftası boyunca kırmızı laleler atacaklar onların "Soykırım Müzesi", bizim ise "Sözde Soykırım Müzesi" dediğimiz anıta, hiç sönmeyen bir ateşin kenarına.
    İçeri girip son derece rahatsız edici fotoğraflar ve tarihi belgelerle dolu müzeyi gezecekler. Bütün Ermenistan yapılarının taşı olan tüf taşı üzerine kazınmış "Batı Ermenistan" diye Türkiye'yi gösteren haritaya bakacaklar. Bir kez daha beslenecek bir hayal, bir nesil daha kaderlerini bir acılı hikâyenin ipliğiyle örecek.

    Yeni hayatlara başlamak
    Belki bir nesil daha kendisini acılı hikâyeler üzerinden tarif edecek. Acı bir şey yaşandığını herkes kabul edecek ama "soykırım" sözcüğü siyaset masalarında çekiştirilecek. Bütün o acı hikâyeler bir kez daha o masalarda malzeme olacak.
    Hayata devam etmek için, yeni hayatlara başlamak için acılarımızın ne kadarını unutmalıyız? Geçmişin acılarını nereye koymalıyız? Kapalı sınırlarıyla "toprağa kilitli" Ermenistan şimdi bu soruyu soruyor kendine.
    Kimilerinin tek hazinesi o acı hikâyeleri, yapıştıkça yapışıyorlar. Kimileri ise insanlık tarihinin zaten hep kanlı bir destan olduğunu biliyor, Ermenistan'ın geleceğinin geçmişine takılıp kalmasını istemiyor. Kimileri için ilişkinin olmazsa olmazı "soykırımın tanınması", kimileri için hakikaten de sadece "duygusal bir mesele."

    Bizim için de çok tanıdık bir soru
    Ama her iki ülke de birbirinin saldırısından şüphelenip planlar yaparken, bir yüzyıl önce yaşadığımız bir acı, masalarda pazarlık konusu olmaya devam ediyor.
    "Acımızın peşini bırakırsak ihanet etmiş olur muyuz geçmiş nesillere?"
    Bizim için de çok tanıdık olan bu soruyu soruyor Ermenistan kendine.

    Ermeni gençlerin toprak çelişkisi

    Natalya: Yüz yıl kabul etmedilerse yüz yıl daha kabul etmezler.
    Armen: Ama o yüzyıl boyunca bizim bağımsız bir devletimiz yoktu. Bu, fark yaratır.
    Natalya: Onlar soykırımı kabul etmeden bizim ilişki kurmamız insanî olur mu?
    Hovhannes: Ama biz çocuklarımız için güzel bir gelecek istemiyor muyuz? Bunun yolu Türkiye ile ilişki kurmak.
    Gaya aralarına giriyor:
    "Sizinle konuşurken, bizim ağır bir sorumluluğumuz var. Eğer soykırım meselesini bir kenara bırakalım dersek kendimizi ihanet etmiş gibi hissetmemiz gerekiyor."

    10 yaşında düşmanlık
    Hepsi üniversite öğrencisi, hepsi dört dil biliyor. Çok iyi bir eğitimden geçmişler ve tıpkı buradaki gençler gibi işsiz kalacaklarından korkuyorlar. Çünkü sınırları kapalı, çünkü taşıdıkları ağır bir yük var. Ben sorunca Natalya anlatıyor:
    "Ne zaman mı öğrendik? Ben kendimi bildim bileli biliyorum soykırım meselesini. Kardeşlerim 'Türkler bize saldırınca ne yapacağız' konulu bir oyun oynadılar yıllarca."
    Anlattıklarına göre hepsi 10 yaşındayken, müfredat gereği öğrenmeye başlıyorlar soykırım meselesini. Ama uluslararası ilişkiler okuyan Gaya ekliyor:
    "Başlangıçta Türkleri düşman olarak öğreniyoruz ama ardından halkların düşman olamayacağını anlıyoruz hepimiz."

    'Çatışma ışığı karartıyor'
    Türkçe de öğrenen, Ankara siyasetini yakından takip eden Hovhannes bir diplomat gibi yaklaşıyor olaya:
    "Bizim sınıra yakın bölgelerinizin, Türkiye'nin Batı'sına göre daha az gelişmiş olduğunu biliyoruz. Eğer sınır açılırsa o bölgelerin kalkınacağını düşünüyoruz. Avrupa'da da problemli ülkeler var ama sınırı kapatmıyorlar. Biz genç bir ülkeyiz ama kapalı sınırlar, çatışmalar tünelin sonundaki ışığı karartıyor bizim için."
    Arkadaşı Hovsef atılıyor:
    "Sınır açılınca kimse kimseye saldıracak değil. Türkiye toprak isteriz diye tedirgin. Toprak isteyen varsa delirmiş olmalı."
    İşte o anda buluşmanın başından beri konuşmayan Aram ve Gor konuşuyor:
    "Evet, biz topraklarımızı geri alacağız. Türkiye 'Soykırım var' demezse masaya oturulmaz."
    Aram ve Gor, diğer gençlerin "Öff be!" gibisinden, yarı alaycı tepkisiyle karşılaşıyor. Hovhannes kulağıma eğilip gülerek söylüyor:
    "İşte bizim de 'bozkurtlar'ımız var!"

    Diaspora-Ermenistan tartışması canlı canlı:
    Biz değil, siz suçlusunuz!

    "Benim için Ermenistan turistik bir yer. Niye yatırım yapayım? Para kaybetmek için mi? Burada müthiş yolsuzluk var."
    Paris'te yaşayan, İstanbullu (!) Arto Bülent Kilimli, hali vakti yerinde bir halı tüccarı. Düzgün Türkçesi ile söyledikleri, Türkoloji okumuş televizyon muhabiri Haygaram Nahabedyan'ı sinirlendiriyor:
    "Siz diasporadakiler de ayrıcalık istiyorsunuz yatırım yaparken!"
    "Buradakiler kapitalizmin acemisi. İş yapmayı bilmiyorlar" diye devam ediyor Arto, "Hem zaten ben kendimi buradan ziyade Türkiye'ye ait hissediyorum."
    O anda işte asıl mesele başlıyor. Ermeni meselesini "tuzu kuru" diaspora geriyor Haygaram'a göre. Arto'ya göre tam tersine.

    'Biz Türkiye'ye aitiz'
    Bir tüccar maharetiyle Arto bağlıyor konuyu:
    "Biz Türkiye'ye aitiz. Ama bunu bilmeyenlerden çıkıyor mesele!"
    Erivan'a birkaç oyun, birkaç müze için gelen Arto biletleri gösteriyor:
    "Nasıl buraya ait olayım? Bak, gideceğiz oyuna. Dillerini bile anlamıyorum. Başka bir Ermenice konuşuyorlar burada."
    Tuhaf bir karikatür gibi: Ermeniler, bir tek Türkçe anlaşabiliyorlar...

    Ermeniler ve Ararat

    İncil'de "Ararat" adıyla geçen Ağrı Dağı, çeşitli dini kaynaklarda Ermenilerin ruhsal evi olarak gösterilir. Ermenistan'ın sembolü olan dağdan, İncil'de (Eski Ahit) Nuh'un gemisinin oturduğu zirve olarak söz edilmiştir. Yaradılış 8:3: "Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı. Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu." 1950'lerde havadan çekilen fotoğraflarda dağdaki gemiye benzeyen şekiller Nuh'un gemisinin kalıntısı olarak yorumlanmış, buna "Ararat Anomalisi" denmiştir.
    Sınır kapısı sinir kapısı!

    Genç cumhuriyet Ermenistan, odasına kapatılmış delikanlı gibi. Kendilerini en yakın hissettikleri Türkiye'nin sınırı açmaması, diplomatik bir sorun olmanın ötesinde tek tek insanların gündelik hayatını, hatta psikolojisini etkileyen bir mesele


     

    - Türkiye'deki kuş gribi Ermenistan'a işlemez.
    - Niyeymiş o?
    - Çünkü, sınır kapalı!
    Ortadoğu'da şakalar ekseriyetle dertlerden üretilir. "Bir zamanlar denizlerden denizlere bir ülkeydik" efkârıyla yaşayan Ermenistan'ın bugün en büyük derdi denize çıkışının olmaması, her sınırda bir sinir ucunun durması.
    Genç bir cumhuriyet olarak Ermenistan, odasına kapatılmış bir delikanlı gibi. Küresel dünya "Bütün sınırları kaldırdık" diye onlara televizyonlardan dil çıkarırken Ermenilerin yerlerinden kıpırdamasına izin yok. Ama kapalı sınırlar içinde onları en çok dertlendiren Türkiye sınırı.
    Kendilerini en yakın hissettikleri Türkiye'nin sınırı açmaması, uluslararası diplomatik sorun olmanın ötesinde insanların gündelik hayatını, hatta ruh dünyasını etkileyen bir mesele. "Kapalı" kalmak, "toprağa kilitli" kalmak Ermenistan'da, abartmadan söylüyorum, her Ermeni gencinin evlilik dahil tüm gelecek planlarını etkileyen bir sorun.

    Terk edilmiş ülke
    Sınırlar dışında, denizlere nazır, hatta çoğu kez lebiderya yaşayan diaspora Ermenilerinin de Erivan'a çoğu kez sadece turistik amaçlı geldikleri düşünülürse Ermenistan her bakımdan "terk edilmiş" bir ülke. Hele 1991'deki bağımsızlık ilanından beri nüfusunun dörtte birinin ekonomik göç sebebiyle ülke dışına çıkmak zorunda kaldığı düşünülürse...
    Erivan'da, sosyalist ölçülerde yapılan dev binalar, geniş geniş caddeler insanlara bol geliyor sanki. İstanbul için "Bu kadar insanı taşımıyor" deriz ya bazen, Erivan'da da insanlar şehri taşıyamıyor bir bakıma. Ne trafik sıkışıyor ne kimse çarpışıyor.

    Gurbet yorgunları
    Gidip gelenler ise... Atatürk Havalimanı'nda her cuma, sabaha karşı, havalimanının kafeleri kapalıyken ve kimse bir yere gitmiyorken siyah, deri ceketli adamlar (Ermeni erkeklerinin niye hep siyah deri ceket giydiğine ilişkin sırrı ileriki günlerde öğreneğiz!), gurbet yorgunu olarak uçağa biniyorlar. Ülkelerindeki aileleri için çalışan erkekler, kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırının üzerinden uçup evlerine gidiyorlar. Onları, ellerinde büyük büyük poşetlerle kadın grupları izliyor. Köhne uçaklar bir kamyon havalanır gibi kalkıyor ve uçakta hostesler yarım saette bir bayram şekeri ikram ediyor.
    Eğer Ermenistanlı değilseniz, vizeyi kapıda, hiç sorun çıkmadan 10 dakikada, 30 dolar karşılığı alıyorsunuz. Kapalı sınırdan bu kadar kolay geçiyorsunuz. Yani sınır parası olana kapalı değil ama Ermenistan'ın yüzde 46'sının yoksulluk sınırı altında yaşadığı düşünülürse...

    Ortadoğulu dirayeti
    Ermenistan, büyük oranda kapalı sınırlardan kaynaklanan yoksulluğunu diğer eski Sovyet ülkelerinden farklı yaşıyor. Her şeyini pervasızca satışa çıkarmış bir ülke değil. Ortadoğulu bir dirayeti de var insanların, dik duruyorlar.
    Aslında onlar, dışarıdan müthiş güzel görünen ama içleri dökülen binaları, bu estetik harikalarını, o güzel taştan şehri her gün sırtlarında taşıyorlar.
    Ermeniler, sınırların kapalı kaldığı her gün, içleri köhnese de yüzleri sağlam kalan taş binalara benziyorlar. Üstelik erkekler çalışmaya uzaklara gittiğinden beri bu yükü ekseri kadınlar sırtlanıyorlar.

    'Ya aç kalacaktık ya kocasız!'

    Alla 44, Rozanna 32 yaşında. İkisi de öğretmen. Alla 14 yıldır, Rozanna 1 yıldır eşinden ayrı, çocuklarıyla yaşıyorlar. Bu ayrılık boşanma değil, yoksulluk ayrılığı

    İyi öğretmenlere has, o asalet çağrıştıran yüzü ve duruşuyla böyle söyledi matematik ve tiyatro öğretmeni, 44 yaşındaki Alla:
    "Bir ülkenin ergenlik dönemi sorunları bunlar. Ama bir halk olarak bir yetişkin gibi ayakta durmak istiyorsak bunun bir bedeli var. Bu acılar çekilecek. Bunu baştan beri biliyorduk. Ama bu kadar uzun süreceğini düşünmemiştik."

    14 yıldır eşi uzaklarda
    Alla, on dört yıldır eşi olmadan yaşıyor iki çocuğuyla. Ermenistan'da, sayıları belli olmayan ama çok olduklarını herkesin söylediği "kocasız kadınlar"dan biri o da. Evliliğini on dört yıldır eşiyle yılda bir iki kez görüşerek ve uzun telefon konuşmalarıyla sürdürüyor.
    Kadınlar yaşamlarını, bağımsızlık sürecinin "mecburi kahramanları" oldukları bu dönemde kendi kaderiyle ülkesinin kaderini birleştirerek anlamlandırabilir ancak. Yoksa çok zor tabii. Çünkü:

    Postmodern azizeler
    "Eşim matematik mühendisiydi. Şimdi Rusya'da çiçek satıyor! Bu zor. Ama daha zoru, bu zor hayat içinde her zaman güzel ve güçlü olmak mecburiyeti. Çünkü çocuklar bu zorlukları hissettirmemek için çabalıyor bütün kadınlar."
    Azizelere benzediklerini söylüyorum. Alla ve meslektaşı 32 yaşındaki Rozanna'nın gözleri doluyor. Asalet ve dirayet yerini kedere bırakıyor. Alla gözünün kenarına asılı kalan bir gözyaşı ile anlatıyor:
    "Fiziksel ve ekonomik sorunları çözdük. Ama insanî ilişkiler... Bir özel gün geçirmeden evlilik de zor, bir aile olarak kalmak da."
    Rozanna'nın eşi de Amerika'da. Kendisi gibi eşi de basketbol hocası iken şimdi oralarda mobilya satmaya çalışıyor. İki çocuğuyla henüz bir yıldır uzakta eşinden. Hasret konusunda kendinden daha kıdemli olan Alla'ya bakarak konuşuyor hep. Ve ikisinin anlattıkları tek bir cümlede birleşiyor:
    "Sınırlar açılmadıkça bu hasretin sonu görünmüyor."
    Anna ve Rozanna, neredeyse her aileden bir kişinin yurtdışında çalıştığı Ermenistan'ın gözyaşlarını kendi gözlerine gömüyor. Ders zili çalıyor, ikisi de makyajlarını tazeleyip hayata devam ediyor.

    Açıl susam açıl!

    "Her sabah İsa'ya yalvarıyorum sınırların açılması için!"
    Kendiliğinden gülen bir yüzü var Anait'in. Etine dolgun, güçlü bir kadın; "hükümet gibi" derler ya, öyle. Ama sesi yumuşacık. Türkiye'den gelen konfeksiyon ürünlerinin satıldığı çarşıda, Laleli'den getirdiği giysilerin ortasında konuşurken, Türkçe konuşmayı tercih ediyor:

    İlk yolculuktaki sürpriz
    "Biz tekiz şimdi. Komşu ne zaman sınır açacak biz de, siz de iyi olacak. Türkiye'den gelen ticaretle ekonomi dönüyor. Ne zaman 'Sınır kapalı kalacak' diyorlar, biz mahvoluyoruz."
    Anait, en eski "tüccarlardan" biri. 1993'te başlamış Türkiye'ye gidip gelmeye. Önce araba parçaları getirmiş Türkiye'ye. Otobüsle Gürcistan'a, oradan Ardahan'a gelmiş. İlk gelişini hiç unutmuyor:
    "Korkuyorum. Türkler nasıl, bilmiyorum. Belki saldırırlar mı? Ama otobüs bozuldu Ardahan'da. Otobüsün içi hep kadın. Türk geldi, hepimize karpuz, peynir verdi. Otobüsü tamir ettirdi. Para da istemedi. 'Malları satın. Dönerken verirsiniz' dedi. Şimdi burada malların yüzde 90'ı Türkiye'den geliyor."

    Marmaris'te iş hayali
    Anait "93'te 100 kişi varsa, şimdi bir milyondur" diyor. Türkiye'ye gidip gelenlerden söz ediyor. "Türkiye'nin bütün malları iyi" diyor ve bu yaz, şimdi işsiz olan oğluyla Marmaris'e gidip bir otelde çalışmanın hayalini kuruyor. Anait, her sabah sınır açılsın diye dua eden kadınların ve erkeklerin hissettiklerini anlatıyor:
    "Çok iyi olacak çok. Size de bize de!"

    Bütün Ermenistan tüccar değil!

    Ekonomi analisti Aram Safaryan, işadamları için diplomatik ilişki ve sınır açısından sorun olmadığını, asıl sıkıntıyı yoksul halkın çektiğini söylüyor

    "Diplomatik ilişki yok, sınır kapalı. Ama işadamları için her şey açık! Mesele şu ki bütün Ermenistan tüccar değil!"
    Ekonomi analisti Aram Safaryan, Ermenistan 2. Kanalı'nda "Konuşma Hakkı" ile "Politik Diyaloglar" programlarının da yapımcısı ve sunucusu. Yerinde duramayan Safaryan, "Her yıl 120 milyon dolarlık ticaret oluyor iki ülke arasında. Ermenistan 1 miyon dolarlık ihracat yapıyor, 119 milyon dolarlık ithalat! Türkiye bu durumun değişmesini niye istesin ki! Ama benim ülkemin yüzde 49'u yoksulluk sınırının altında yaşıyor bu arada" diyor.

    Türkiye için seçenek
    Safaryan, Türkiye ile Ermenistan'ın doğrudan ilişki kurması gerektiğini söylüyor:
    "Ne ABD ne de Avrupa Birliği Ermenistan'la Türkiye'yi bir araya getirebilir. Türkiye, buraya Türkiye'deki Ermeni toplumu gibi bakıyor. Ama burası, yeni, bağımsız bir ülke. Türkiye, AB için ABD'nin desteğini aramaktan vazgeçse ve Ortadoğu'yu domine etme seçeneğini düşünse AB'ye daha çabuk girecek.
    Burası Türkiye'nin ucuz mallar pazarı olmamalı. Türkiye'de kimsenin giymediği giysileri Ermenistan giymemeli. Bu görmezden gelinen ve devam eden ticaretle ticaret pazarında küçük yatırımlar için yer kalmadı."

    'Türkiye yatırım yapsın'
    Küçük yatırımlar için yer kalmamasına rağmen büyük yatırımlar için çok yer olduğunu söylüyor Safaryan:
    "Ermenistan'ın yüksek teknoloji yatırımları için bütçesinden ayırdığı pay yıllık 50 milyon dolar. Türkiye buraya, ABD'deki gibi bir Silikon Vadisi kurabilir. Enerji alanında büyük yatırımlar yapabilir. Ama diplomatik ilişkiler kurulmadığı sürece bütün bu kaynaklar boşa gidiyor."
    Safaryan Ermenistan'daki pimapenlerin yüzde 80'inin, kâğıdın, selülozdan yapılan malların neredeyse tamamının ve çikolatanın Türkiye'den geldiğini anlatıyor. Buna karşın malum, diplomatik ilişki kurulmuyor. Safaryan soykırım meselesiyle ilgili bir "formül" geliştirilmesi gerektiğini düşünüyor:
    "Türkiye, bir zamanlar o topraklarda yaşamış Ermeniler için yaşama hakkı tanımalı. O insanların atalarından kalan toprakları istememesi koşuluyla orada yaşama hakkı olmalı bu insanların."

    'On beş gün sonra dönerler'
    O toprakların onların terk ettikleri günkü gibi olmadığını söylüyorum. Safaryan cevap veriyor:
    "Şimdi yasak olduğu için bu kadar güzel hayaller kuruluyor tabii. Gitseler eskiden yaşadıkları yerlere, on beş gün sonra geri dönerler zaten! Ama düşmanlık sayfasının kapatılması Ermenilerin mantalitesinde de bir devrim yaratır. Böylece ortak tarihimizi, o tarihten geri kalan varlıklarımızı koruyabiliriz."
    Bizim ruhumuz var küçük hanım!

    Ermenistan'ın en yaşlı kadın şairi Gabudikyan, yaşanan sıkıntıları sıralayıp 'Bu ülke, dört yıl mum ışığında yaşadı. Giysileriyle yatıp kalktı bütün halk' diyor ve devam ediyor: Ancak ruhu olan halklar bulanık zamanları atlatabilirler. Bizim ruhumuz ve sizinki küçük hanım, çok dalgalandı. Ama biliyorsunuz, hiç değilse iki halkın da bir ruhu var


     

    "Siz çok zor bir zamanda geldiniz küçük hanım. Bu ülke bütün bir yaşama sistemini değiştirdi. Ardından çok canımızı yakan Karabağ savaşı geldi. Sonra 1988'deki deprem... Elli bin kişi öldü, ülkenin yarısı yıkıldı. Kapalı sınırlar yüzünden yardım gecikti. Bağımsızlık ilan edildiği gün, bütün bu sıkıntıların on beş yıl süreceğini kimse düşünmemişti.
    Biz küçük hanım, dört yıl elektriksiz yaşadık. Bu ülke, dört yıl mum ışığında yaşadı. Giysileriyle yatıp kalktı bütün halk. Ülkenin dörtte biri göç etti.
    Siz küçük hanım, işte böyle şeyler yaşamış bir halkın ruhunu anlamaya çalışıyorsunuz."
    Yeni geçirdiği kalp krizinin tereddüdü, halkına dair kederine yenik düşüyor; Ermenistan'ın 84 yaşındaki en yaşlı kadın şairi, ulusal simge Silva Gabudikyan, Ararat marka konyağı bir dikişte bitiriyor. Boğaz yangınının ezdiği sesiyle gülüyor:

    'Sadece acıyla yaşamıyoruz'
    "Demek Ermenistan'ın ruhunu anlamak istiyorsunuz. O zaman size dört bin yıllık bir hikâye anlatmam gerek. O yüzden acele edip konyağımızı içmeliyiz."
    Silva, olur da konyak biter diye kırmızı şarabı da hazırlamış. Yağmur cama vururken, uzaklara dalıp dalıp anlatıyor ülkesini. Bir anıt kadar eski bir şair olarak, bu ülke, bu halk üzerine şiirler yazmış bir geçmiş nesiller mirası olarak konuşuyor:
    "Ancak ruhu olan halklar bulanık zamanları atlatabilirler. Bizim ruhumuz ve sizinki küçük hanım, çok dalgalandı. Ama biliyorsunuz, hiç değilse iki halkın da bir ruhu var."
    Konyaktan küçük bir yudum daha alıp delici bir bakışla sorguya başlıyor bu kez:
    "Köylere gittiniz mi?"
    Bir hafta boyunca durmayan yağmuru gösteriyorum camdan. Müstehzi gülüp devam ediyor:
    "Bir gün giderseniz çobanlar, süt sağan kızlar göreceksiniz. Adlarını sorduğunuzda size 'Ophelia' ya da 'Hamlet' diyecekler.
    Biliyorum, siz soykırımla ilgili sorular sormaya geldiniz buralara. Ama biz, acı ile yaşamıyoruz sadece. Dünyanın, insanlık tarihinin iyiliklerini de önemsiyoruz burada. Burası iki yüz yıl önce Shakespeare çevirmiş, okumuş bir ülke!"

    'Zenginler için iyi'
    Ülkenin bağımsızlık ilanı, serbest piyasa ekonomisine geçiş ve kapalı sınırlarla sarsılan ruhunu soruyorum Silva'ya. Merak ediyorum, o mu daha iyi bir Ermenistan'da yaşadı, yoksa şimdi fotoğraflarına baktığı torunları mı daha iyi bir hayat yaşıyor acaba?
    "Van'dan göçenlerin acısını, Stalin döneminin zulmünü yaşadık biz. Ama İkinci Dünya Savaşı zaferinin coşkusuyla sıkıntılarımızı unuttuk. Şimdiki nesil Sovyet döneminin iyi yanlarını göremedi. Zengin çocukları için iyi bir sistem bu elbette ama biliyorsunuz küçük hanım, burası fakir bir ülke."
    Peki ya Ararat? Ermeniler niye bağlı bu dağa bu kadar çok?
    "O, biz ulaşamadıkça güzelleşen bir dağ. Japonların Fujiyama'sı gibi bizim Ararat'ımız. Ararat, sizin için bir yükseklik bizim için bir derinlik meselesi!"

    'Nâzım'ı gördünüz mü?'
    Gabudikyan kendisine verilen devlet nişanını hükümette yapılan yolsuzluklar nedeniyle iade edecek kadar politik hâlâ. Kenara çekilmiş bir "ihtiyar" değil yani. Ama konu göçe gelince ihtiyarlıyor gerçekten:
    "Son elli yıldır propaganda buydu, bütün dünya Ermenilerini bu topraklarda yaşamaya çağırıyorduk. Astrofiziğin dünyadaki kurucusu, ulusumuzun onuru ve onurumuzun simgesi Victor Hampartsumyan vardır. Biz bu topraklara, 'Öyle bir yer ki yıldızlar Hampartsumyan'ın dilinde konuşur' derdik. Ama şimdi gidiyorlar. Durmadan gidiyorlar..."
    Uzun bir yudum konyaktan... Ve ardından, yarım bırakıp konyağı, heyecanla, gözlerinde ışıklarla:
    "Nâzım Hikmet'i gördünüz mü?"
    Gülmeye başlıyorum, şaka yaptığını düşünerek. Kederleniyor:
    "Kusura bakmayın. Bu, psikolojik bir şey. İnsan ne kadar ihtiyar olduğunu fark etmiyor. Sanıyorsun ki gördüklerini herkes gördü."

    'Hadi, eyvallah!'
    Sonra fotomuhabiri arkadaşım Yurttaş'a dönüyor ve ona söylüyor:
    "Sen Nâzım'a benziyorsun!"
    Flörtçü bir bakışı var şimdi Silva'nın, çünkü Nâzım'ı, saçlarını, gözlerini, boyunu posunu anlatıyor. Bir gün Tiflis'te nasıl şerefine kadeh kaldırdığını, "Sovyetler'in en lirik ve en güzel şairine!" diye kendisine seslendiğini...
    Duvardaki gençlik fotoğrafı canlanıyor sanki, Nâzım her buluşmalarında yaptığı gibi yanağından öpüyor. İşte o anda, son yudum için kaldırıyor konyak kadehini ve Türkçe söylüyor:
    "Hadi, eyvallah!"
    Paranın ve gücün tanrılaştığı yeni bir sisteme ağır ağır ayak uydurmaya çalışan Ermenistan'ın komünizm hatıraları, Silva'nın yüzünde her gün biraz daha ihtiyarlıyor.

    Sosyalizm bir yalan mıydı?

    Ne olursa olsun, geçmişi bir anda kaldırıp atmak, yaşanmış olanla dalga geçmek, "Bütün o yaşananlar topyekûn yalan mıydı, yanlış mıydı?" dedirtir, kendinden şüpheye düşürür insanı. Hele koca bir ülke böyle bir hesaplaşmadan geçerse...
    Sovyetler'in dağılmasıyla birlikte 1991' -deki bağımsızlık ilanının ardından yıllarca tapılan "orak-çekiç" matrak bir restoranın logosu olursa, kahramanlıklarla alınan madalyalar üç kuruşa pazara düşerse, üniversite mezunları evsiz kalırsa, her şey bedavayken bir anda suya bile para verilirse, garsonlar profesörlerden çok kazanırsa...

    Artık her şey para
    Herhalde sosyalizmde aklı kalır insanın. Kimsenin açık açık söylemediği ama herkesin aklının bir köşesinden mutlaka geçirdiği bir şey bu Ermenistan'da. Hele de eğitim söz konusu olduğunda. Çünkü eskisi gibi üniversite öğrencilerine maaş verilmiyor Ermenistan'da, ne kitaplar, ne okulda yenen öğünler, ne de tiyatro bedava artık. Ve şimdi bilmiyor kimse, nereye gitti "karşı devrimcileri" Kremlin'e bildiren onca sivil polis!
    Daha bunlarla hesaplaşamamışken o Sovyetik taş binalar bir bir satılıyor şimdi dünya markalarına. İçlerinde tamamlanmamış bir hesaplaşmayla dışlarına marka giysiler giyiyor Ermenistan. "Pek yakında burada" ilanlarıyla değişiyor başkentin yüzü. Ama içi?

    Gençlik hatırası gibi
    "Kırmızı Pazar"lar var hâlâ. Sovyet döneminden kalma beyaz önlüklerini takan kadınlar, ellerine alıp süpürgeleri, tıpkı sosyalist dönemde yaptıkları gibi, yaşadıkları sokakları temizliyorlar.
    Bahar geldiğinde, tatlı bir gençlik hatırası gibi belki, komünist ideallerini hatırlayıp, senin-benim olana değil, "bizim" olana, kimseye ait olmayana daha güzel, daha temiz olması için gözleri gibi bakıyorlar. Şimdi onlar, yeni evlerini kurarken, eski, tuhaf evlerinden neyi saklayıp neyi atacaklarına karar vermeye çalışan, her bir parçada dalıp giden insanlara benziyorlar.

    SSCB basit bir lokanta

    "Sovyet mikro-çipleri dünyanın en büyük mikro-çipleridir!"
    Porsche galerisinin yanındaki CCCP (SSCB) Lokantası'nda "borş çorbası"nı içerken göreceğiniz onlarca komik slogandan biri bu. Sosyalist dönemin, daha doğrusu Kremlin yönetiminin ilkel propaganda teknikleriyle dalga geçen sloganlar çeşit çeşit:
    "Sovyet emziklerini ömür boyu kullanabilirsiniz!"
    Televizyoncu arkadaşımız Haygaram Nahabedyan sloganları tercüme ederken aklına Brejnev fıkraları geliyor:
    "Sofia (Sophia) Loren SSCB'ye geliyor. Burası gerçek. Fıkra buradan sonra başlıyor. Brejnev soruyor: Bir isteğiniz var mı Bayan Loren?
    Sofia cevap veriyor: Sınırları açsanız ne iyi olur.
    Brejnev, Sofia'ya yaklaşıp flört ederek soruyor: Ne o Sofia, baş başa mı kalmak istiyorsun?"

    Ermenistan için korku krallığına benzeyen Demir Perde Dönemi artık sadece bir lokantanın "konsepti."
    Öyle ki lokantanın bir odasında bir zindan, içinde de siyasi mahkûm var.
    Daha neler: Lenin heykelleri, "Stalin'e mektup yazın" köşesi, eski paralar, gizli evrak formatında mönüler, eski kimlik cüzdanlarında gelen hesaplar...
    Fıkraları bile unutulan bir dönem, artık Ermenistan için komik(!) bir hatıra fotoğrafına fon oluşturuyor.


    Yüz kişilik 1 Mayıs!



    1 Mayıs kutlamalarını "Nasılsa bir iki saat sürer" diye on beş dakika gecikince, kaçırıyorduk. Zira trajikomik tören sadece yarım saat sürdü. Göğüsleri madalya dolu üniformalı adamlar, artık kimsenin kendilerinden korkmadığı Erivan sokaklarına, ilk Sovyet Ermenistan'ı başkanı Miyasnikyan'ın heykeli önünde bağırıyor, megafondan ses çıkmıyor, çıkan ses de çöp arabalarının gürültüsünde duyulmaz oluyordu.
    Yüz kişilik tören dağılırken Bapian Annik'le konuştuk. 84 yaşındaki Bapian "Ruhen çok doyurucu" dediği törenden çıkarken "işçi kahramanı" olduğunu söyledi hemen. Bir fabrikada kırk yıldan fazla çalışarak kahraman olmuştu.
    Kaç kere sordum göğsündeki madalyaların sokakta satılmasından ne hissettiğini. Bu soruyu... Bir türlü duymadı!

    Bir Talat Paşa yorumu
    Yazı dizisinin klişesinde el sıkıştığım Arşak Sarkisyan İstanbul'dan geldiğimi duyunca hemen Azericeye geçti:
    "Talat Paşa, Yahudiydi. Türklerle Ermenilerin arasını bozdular. Türkler soykırım yapmazlardı. Ama jöntürklerin hepsi Yahudi idi."
    İşçi Bayramı'nda, nüfusunun yarısı yoksulluk sınırının altında yaşayan Ermenistan artık sınıfla ilgili bir simge değil, eski mecburi sosyalist törenleri görüyordu sadece. Şehir, hâlâ ulusal tatil olan 1 Mayıs'ın tadını çıkarıyordu evlerde.
    'Devlet yoktu tiyatro vardı'

    Devlet Tiyatrosu yöneticisi ve özel bir tiyatro sahibi Armen Elbakyan, Ermenistan'da bugünün Don Kişot'unun gündelik hayatın kaosuna, serbest pazar ekonomisinin yel değirmenlerine karşı savaştığını anlatıyor. Tiyatronun tarih boyunca Ermeni kimliğini koruduğunu söylüyor


     

    "Kendi komedyeninin dilini kesen rejimlere denir totaliter diye. İşte o zalimlerle aynı sofraya oturmayacaksın!"
    Sovyet döneminde kukla tiyatrosu, mecburi olarak getirilen öğrencilerle dolsa da, şimdi yarısı yoksulluk sınırı altında yaşayan ülkede her hafta sonu salonun yarısı boş kalsa da Armen Elbakyan böylesini tercih ediyor:
    "Şimdi gelenler benim için daha kıymetli" diyor, "Hiç değilse isteyerek geldiklerini biliyorum."
    Heykellerle dolu, caz festivalleri düzenlenen, nüfusu yaklaşık Bakırköy kadar olsa da çok sayıda tiyatrosu olan Erivan şimdi televizyon ekranlarından dışarı fışkıran kapitalist değerlerin sel baskınına uğruyor. Elbakyan şöyle diyor:

    Ortam çamurlu
    "Özgürlük bazen kudurmuş bir ırmak gibi akar. O zaman su, çamur da getirir. Şimdi, sanat açısından kabul edilemez olan sadece anlık değere sahip eserler, ucuz komediler çıkmaya başladı ortaya. Ama ben insanlığın derin bilgisine inanıyorum. Yeni çağ peygamberlerinin köpüğü söndüğünde su temizlenecek ve geriye iyi olanlar kalacak."
    Geriye hep tiyatronun kaldığını anlatıyor Elbakyan:
    "Devlet olmuş halklar bunu anlayamaz. Devlet olmayan halklarda tiyatro dili ve kimliği korur. Çünkü felsefi bir kategori olarak tiyatro, çağının kahramanını bulmaya çalışır. O kahraman daimi sorunla hesaplaşır. O dönem için 'Niye yaşıyorum?' sorusunu sorar. İzleyenlerle birlikte katarsis yaratarak o günkü hayatın sorusunu cevaplar."

    Ermeni oyun sever
    Elbakyan'ın tiyatrosunda şimdi Don Kişot oynanıyor. Klasik işler üzerinden bugünkü sorunları anlamak için. Peki Ermenistan'da Don Kişot bugün hangi değirmenlere saldırıyor, kimlerin değirmenlerine?
    "Düşman bütün zamanlarda bellidir. Düşman, kötü olandır. 21. yüzyılın kahramanını bulmaya çalışıyoruz hepimiz. Şimdi Ermenistan'da biz bu gündelik hayatla nasıl başa çıkacağımızı bulmaya çalışıyoruz. Bizim Don Kişot'umuz bu kaosta, bu geçiş döneminde ayakta kalmaya çalışıyor."
    Elbakyan son bir cümle söylüyor, halkına ve halkının ruhuna dair:
    "Ermeni halkının iki tarafı vardır: Oyunu sever. İnsan ilişkilerindeki oyunu da sever. Ama asıl sevdiği şeffaf bir derinliktir."
    Şeffaf olmayan derinliklerin ne demek olduğunu bilenler Elbakyan'ın söylediğinin ne kıymetli olduğunu anlayacaktır.

    Şiir sorar: Kim görmüş böyle bir Ortadoğu şehri?

    Heykeller, muktedirlerin en sevdikleri oyuncaklardır. Peki bir halk, 4 bin yıllık tarihinde bu dünyanın Sultan Süleyman'a kalmayacağını öğrenmiş ve "sakinlemişse" kimin heykelini diker?
    Devrimden önce su satan çocuğun heykelini: Bir daha hiçbir çocuk çalışmak zorunda kalmasın diye yemin eder gibi.
    Bir zamanlar kızlara bedava çay veren ihtiyarın: Kızlar hep bu şehrin sokaklarında neşeyle dolaşsın diye.

    Ünlü kompozitörlerin heykellerini: Neşeleri hiç eksik olmasın diye.
    Ve belki bir bina yapılırken kesip ısınmak için yakmak zorunda kaldıkları bir ihtiyar ağacın anıtını bile dikebilir küçük bir teşekkür yazısıyla ağaca: "Ermeni ailelerinin ısınmasını sağladığın için sana minettarız!"
    Erivan bir açık hava müzesi gibi. Heykeller bir kenara her binanın üzerinde, siyah mermer tabakalara kazınmış yazılar görüyorsunuz. O binada hangi sanatçının, hangi kahramanın, hangi filozofun yaşadığını yazan mermer tabakalar. Şimdi reklam panolarının şımarık renkleriyle bölünse de şehir, hâlâ kızıl - kahverengi ve taş. Her an şehrin yoksulluğunu anımsatan dilenciler yaklaşsa da yanınıza Erivan, bunca yoksulluk varken Botero'nun yaptığı bir siyah kedi heykelini alıp şehrin meydanlarından birine dikecek kadar başka türlü. Yeni yapılan ve dev Ermenistan Ana (Mayr Hayastan) heykelinin olduğu tepeye çıkan uzun yürüyen merdivenlerin içi de heykellerle dolu. Bu merdivenlerin bittiği alt noktada ise Erivan'ı planlayan Aleksandr Tamanyan'ın, dev opera binasına bakan heykeli var. Heykelin altında Ermenistan'ın Nâzım Hikmet'i sayılabilecek Şair Çaretz'in sorusu:
    "Kim görmüş böyle bir Ortadoğu şehri?"

    İki kalas bir heves üzerine kimlik

    "Elbakyan'ın yöneticiliğini yaptığı kukla tiyatrosunun gişesi salonun içinde, koltuklar eski, sahne küçücük. Ama yine de hafta sonları çocuklarla doluyor salon. Büyükler için de kukla tiyatrosu yapan tiyatro Erivan'daki tiyatrolardan yalnızca biri. Elbakyan, dört bin yıllık tarihleri boyunca Ermenilerin hep tiyatroyla yaşadığını, değişen yeni koşullarda bu sevginin kalıcı olacağını söylüyor.

    Kadınlar her yerde

    Ermenistan, her ne kadar Ortadoğulu "erkek adam" imgeleriyle bölünse de bir kadın cumhuriyeti. Sokaklar geceleri yalnız başına olan bir kadın için son derece güvenli. Konuştuğum kadın örgütü temsilcileri ve kadın gazetecilerin söylediklerine bakılırsa Ermenistan her ne kadar tutucu bir toplum olsa da sokaklarda taciz pek rastlanan bir durum değil. Bilhassa gazetecilikte olmak üzere birçok sektörde kadınlar çoğunluğa geçmiş durumda. Bunun bir nedeni kadınların erkeklere oranla daha az ücretle çalışmaya rıza göstermeleri. Ama daha önemlisi, kadınların söylediklerine bakılırsa, kadınların erkeklere göre yeni koşullara uyum göstermede daha hızlı ve başarılı olması.

    Çocuklara özel kafe
    Erivan'ın sokaklarında çok sayıda kafe var. Belki Sovyet dönemindeki sansür ve siyasi baskıdan ötürü, belki de gelenekten gelen bir şey ama bu kafelerin hemen hepsi oda oda bölünmüş halde. Yani bir kafeye gittiğinizde konuşacağınız kişiyle kesinlikle baş başa kalıyorsunuz, ne kimse sizi görüyor ne de siz kimseyi. Ama "çocuk kafeleri" hariç. Erivan'da çocukların doğum günleri ve eğlenceleri için ayrıca çocuk bar'ları denen kafeler var. Tatlıların, simli, dev pastaların satıldığı yerler, Hansel ve Gretel masalındaki pasta ev gibi leziz. Otobüslerde büyüklerin çocuklara yer verdiği düşünülürse çocukların eğlencesine gösterilen bu özen daha iyi anlaşılabilir.
    Çarşılarda ise yine kadınlar çoğunlukta. Sovyet döneminde sağlık ocağıyla, oteliyle şehir dışından gelen pazarcılara hizmet veren dev semt çarşıları şimdi tek tek özelleştiriliyor. Sona kalan birkaç tanesinde de mahsun satıcılar alıcı bekliyor bütün gün. Özelleştirmenin henüz uzanamadığı tek şey "bulbulak" denen çeşmeler. Şimdilik hava ve su bedava!

    Hediyelikten ucuz orijinal resim!
    Vaktiyle, ressamlar kendilerine bedava verilen atölyelerinde çalışıyorlarmış Ermenistan'da. Gelen bir Kültür Bakanlığı görevlisi ressamın çalışmakta olduğunu tespit ettiği sürece hiç sorun yokmuş. Hatta yazları çalışmalarınızı Soçi'de veya başka bir yazlık mekanda sürdürmek isterseniz hükümete bir dilekçe yazıyormuşsunuz, hazır oluyormuş yazlık atölyeniz anında. Ama şimdi...
    Araba parçalarından, eski müzik aletlerine her şeyin satıldığı Vernisaj pazarının devamında onlarca ressam resimlerini çok ucuza satmaya çalışıyorlar. Bir eski madalya fiyatına gidiyor orijinal resimler. Üstelik bu büyük pazardan şehrin bir başka noktasında bir tane daha var. Bu yüzden hafta sonları dev bir açık hava galerisine dönüşüyor Erivan. Ve ressamlar pazarlığı hiç beceremiyor.
    Sokaklardaki sürpriz

    Bir şehir ancak yürüyerek anlaşılır. Bir halkı siyasetçilerinden ziyade sokakları anlatır. Her ayrıntı bir ipucudur. Erivan sokaklarında bu çok daha iyi görülüyor. Bir taksi şoförü binaların ve heykellerin tarihlerini anlatabilir. Taksici mastırlı biri olursa, avuç açan dilenci istediğini İngilizce ya da Fransızca söylerse şaşırmayın


     

    Eğer bir gün giderseniz Ermenistan'a, ilk günlerde "Belki bir kıyafet yönetmeliği filan var" diyeceksiniz. Çünkü bütün adamların siyah deri ceket giydiğini göreceksiniz. Bu, kimilerine göre Sovyet döneminden kalma bir gelenek, kimilerine göre de geçiş döneminin belirsizliğinde herkesin birbirini korkutmaya çalışmasından kaynaklanıyor erkeklerin siyah giymesi.
    Sonra öğreneceksiniz ki, tıpkı Türkiye'deki "erkek adam" anlayışı gibi, orada da bir maçoluk var bu maçoluğun kaldıramadığı tek şey mavi! Mavi, Ermenistan'da homoseksüelliğin göstergesi.
    Hani sert görüneyim diye bıyığınız varsa dikkat. Çünkü bu da sizin İranlı zannedilmenize neden olacak.

    Dinin ve kiliselerin sırrı
    Kadınların hayli cüretkâr, daracık pantolonlarına da şaşırabilirsiniz. Ama "moda" kavramının kısmen yeni bir şey olduğu düşünülürse Ermeni kadınlarının henüz deneme aşamasında olduğunu anlayabilirsiniz.
    Fakat bu deneme son zamanlarda kiliseyi kızdırmış durumda. Hatta Ermeni kadınlar minicik eteklerle geldikleri için kiliselerde uyarı almaya başlamışlar. Dinin ulusal kimlikteki yeri, Sovyet döneminde bütün kiliseler yıkılırken, Ermeni kilisesinin ayakta kalmasından anlaşılabilir.
    Ermenistan'da göreceğiniz tarihi kiliselerin hep binalar arasına sıkışmış olmasını da böyle anlamlandırabilirsiniz. Ermeniler kimlikleriyle birlikte dinlerini koruyabilmek için Sovyet döneminde tarihi kiliselerin etrafına kamuflaj amaçlı yüksek binalar yapmışlar.
    Kilise yoğunluğuna rağmen İranlıların 1765'te yaptığı Mavi Cami hala duruyor. Bugünlerde restorasyonu yapılan caminin sakin bahçesi ise Ermenistan'ın Nâzım Hikmet'i sayılan Yerişe Çaretz'in anılarıyla dolu.
    Çünkü Çaretz, söylenenlere bakılırsa şiirlerini, firuze renkli kubbeli camiinin güvercinlerle dolu bahçesinde, bir ağacın altına oturup yazıyordu.

    Mastırlı taksiciler
    Ermenistan'da bütün bu tarihi bilgileri edinmek için çoğu kez çok müstesna bir rehbere ihtiyacınız yok. Size herhangi bir taksi şoförü de anlatabilir binaların ve heykellerin tarihlerini. Şaşırmayınız, taksi şoförleri mastır dereceli olabilir, dilenciler Fransızca, İngilizce dilenebilir.
    Her iki evden birinde piyano olduğu söylenir. Fakat dikkat! Taksiciyle konuşurken bir kural ihlali olursa trafik polisleri gelebilir. Korkmanıza gerek yok, onlara Erivan'da "1000 dram" denir. Hepsinin günahına girmeyelim ama trafik polislerinin rüşvet aldığı söylenir.
    Yola devam ettiğinize göre şoför size tıp fakültesinin doktorlarıyla olduğu kadar komedyenleriyle ünlü olduğunu söyleyebilir.
    Vaktiniz yetmeyecektir muhakkak müzelere, yolda Ararat konyağı içilebilir. Dünyanın en ucuz ama en güzel konyağı olması muhtemeldir. 50 gramı yaklaşık 4 YTL'ye satılır. Fakat garsonların, tıpkı sizin gibi masalarda oturmasına, biraz geç gelmelerine şaşırmayın ve sinirlenmeyin. Çünkü bu halk kapitalizmin hızına daha yeni yeni alışmaktadır.

    Bizi konuşturmuyorlar Ahbercan!*

    Öğrenmenin hayretiyle yazılanlar yanında, sayıları az da olsa, gelen öfkeli mektuplar şöyle diyor birkaç gündür:
    "Tam da bu zamanda, Fransa'da sözde soykırıma ilişkin, bizim aleyhimize bir yasa tasarısı görüşülürken siz nasıl Ermenistan halkını sempatik gösteren bir yazı dizisi hazırlarsınız? Tam da bu zamanda..."
    Evet, tam da bu zamanda. Çünkü, üzerine kavgalar ettiğimiz tarihi bir mesele, Avrupa masalarında pazarlık konusu, kanlı bir koz olarak olarak kullanılırken, bahsi geçen insanların yaşadığı ülkenin nasıl bir yer olduğunu, nasıl yaşadıklarını, bizlerin söz ettiği insanların kimler olduğunu görmeliydi herkes.
    Yazı dizisini okuyan herkesin itiraf ettiği üzere, "gözümüzün önüne tek bir görüntüsü bile gelmeyen" bu ülke ve insanları hakkında fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmak gerekiyordu.
    Şimdiye kadar sınır boylarında görüp de hiç bakmadığımız ışıkların içinde yaşayan insanları göstermekti niyet. Bundan sonra bakıp da görmemek demek... Neyse, kısmet!

    Tıkalı damarlar açılmalı
    Topik (İstanbul'da hâlâ yenen bir Ermeni mezesi) ile soykırım meselesi arasına sıkıştırdığımız ortak kaderimiz için yeni bir damar açmak gerekiyordu çünkü. Bu iki tıkalı damar arasında yeni bir damar açmak, konuşabilmek için üçüncü bir dil yaratmak için yeni sözcükler, yeni bilgiler eklememiz gerekiyordu dilimize.
    Gelen öfkeli mektuplarda ihtimal verilmeyen o ihtimalde ısrar etmek lazımdı: Belki Ermenistan'dan da bir gazeteci gelir, Türkiye üzerine buna benzer yazılar yazar ve Ağrı'nın öte yakasından bu çabaya katkıda bulunabilir ihtimaline inanmak gerekiyordu.
    Buna inanmamak, insanlığın daha iyi bir hayat yaratabileceğine inanmamak demekti.
    Buna akılcı bir biçimde inanabilmek için de Ermenistan'ı anlamak gerekiyordu.
    Bir halkı anlamanın bir sınırı var mıdır? Var ise eğer, Ermenileri anlamanın sınırı, onların Ararat, bizim Ağrı dediğimiz dağın eteklerindedir. Yazı dizisi başladığı günden beri bir sorunun cevabı netleşmedi:

    Ağrı'ya bakmak bir ibadet
    Ermeniler neden kendilerini, kendilerine ait olmayan bir dağa ait hissediyordu?
    İncil'de adı geçiyordu Ararat'ın, Nuh efsanesinin başladığı yerdi, insanlığın yeniden türediği noktaydı, Ağrı oradan bambaşka görünüyordu... Bunların hiçbiri gerçekten açıklamıyor değil mi? Uzaklardaki diaspora evlerinin duvarlarındaki Ağrı resmini, ne zaman "Ararat" dense Ermenistan'da yaptığım konuşmalarda seslerin yükselişini... Açıklamıyor.
    Bunu anlamak için, dört bin yıllık tarihi boyunca fetih yollarının kavşağında durmuş bir halkın toprağa, hayata, zamana tutunma direncini anlamak gerekiyor. "Dağ orada durdukça biz buradayız" diyor belki Ermeniler. Hayatta kalışa dair bir ibadet Ararat'a bakmak onlar için. Ama bu bilgi onların omurgasına nakşedildiği için bu cümleyi kurmaya gerek duymadan, daha baştan biliyor hepsi: Onlar kendilerini Ararat'a ait hissediyorlar.
    Biz de şimdi biliyoruz artık: Bir halkın kalbi bizim elimizde. Peki biz o kalbi avucumuzda sıkıştıracak kadar merhametsiz miyiz?
    Konuşmaya gönül indirmeyecek kadar mı mağrur? Bu yazı dizisi işte bu soruyu herkesin kendisine sorması için yazıldı.

    Hayaletlerin sesleri
    Kimse konuşmadığı için sadece hayaletlerin sesleri var şimdi. Öfkeli, yaralı hayaletlerin sesleri duyuluyor sadece. Ama biz konuşursak, ölüm ve öfke susacak, hayat ve hakikat konuşacak. Ermenistan'da kavgalar, ekseri, "Ahbercan!" diyerek, birbirine sarılmakla bitiyor. Sınırlar açılsa ve konuşma başlasa, biz "Ahbercan!" demeyi öğrenirsek, hayaletlerin kavgası bitecek. Eğer biz konuşursak Anadolu'nun efkârını hiç bilmeden iki halk adına ve iki halktan daha çok konuşan uzaklardaki adamlar, yasa tasarıları, susacak.
    *Kardeşim!

    Ermenistan'daki Anadolu

    Biraz dışarı çıkıp nehrin ötesindeki mahalleye bakın. Sorun birine oranın neresi olduğunu, söyleyecektir:
    Yeni Malatya!
    Sonra devam edecektir: Yeni Sivas, Yeni İzmir...
    Sovyet döneminde yıllarca hapis yatmış, sinema yapması yasaklanınca geri kalan bütün sanatları yapmış Parajanov'ın müzesine gidin. Ermenilerin esprili, zengin bilinçaltını görmek için Parajanov'un yaptıklarına bakın. Ama sakın şaşırmayın geçtiğiniz yerlerin elektriklerini söndürürse bir ihtiyar. Çünkü bu memleket, yoksulluğunu kültürel zenginliğiyle saklar. Ama o kadar da saklı değildir.

    Bir Ermeni şakası
    Ermenilerin kendileri üzerine yaptığı şaka şöyledir:
    Kalabalıkta bir Ermeniyi nasıl ayırt edersin?
    Bekle. O gelip söyler zaten!
    Birbirimiz ve kendimizle ilgili şakalara gülebilmek için işte, biraz anlamak gerekli.


    Kilise 'mini'ye kızdı


    Dar pantolon, mini etek, Ermeni kadınlarının gözdesi. Burada moda kavramı yeni ve Ermeni kadınlar modayı deneme aşamasında. Ancak bu deneme kiliseyi kızdırmış ve mini etekle kiliseye gelenler uyarılmaya başlanmış. Çünkü Ermenistan'da dinin ulusal kimlikte çok önemli yeri var.


    BİTTİ
     
     
     
     
     
     
    Kaynak: Milliyet
    14-19 Mayıs 2006

    Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !

    Bayramlar - Kiliseler - Aileler


    Bayramlar

    Gağant
    Ermenilerin yılbaşına verdikleri ad. Gağant, zengin bir ziyafet sofrasıyla eş anlamlıdır. Bütün aile biraraya gelir ve gece yarısına dek sofrada birlikte olunur. İstanbullu Ermeniler, yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlar. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, topik, hindi ve anuşabur (aşûre) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleridir. Yılbaşının sabahında, erkekler ne kadar yorgun ve uykusuz olurlarsa olsunlar işyerlerini bir-iki saatliğine açar ve evden getirdikleri bir narı kırarak tanelerini etrafa serperler. Yeni yılın ilk sabahında kırılan narın yıl boyunca bereket getirdiğine inanılır.


    Dzununt
    Ermeniler, Noel'i, yani Doğuş Yortusu'nu, diğer Hıristiyan mezheplerden farklı olarak, Vaftiz Yortusu ile birlikte 6 Ocak tarihinde kutlar. Ermeni çocuklar, 5 Ocak gecesi "Melkon, Kaspar yev Bağdasar, avedis" şarkısını söyleyerek evleri dolaşır ve İsa'nın doğumunu müjdelerler. Çocuklara küçük hediyeler ve bahşiş verilir. Melkon, Kaspar ve Bağdasar, İsa doğduktan hemen sonra hediyelerle onu ziyarete gelen üç çobandır. Doğuş Yortusu'nda aile bir araya gelir ve o gün akşam yemeğinde mutlaka balık yenir.

    Katolik Ermeniler ise Doğuş Yortusu'nu, diğer Katolikler gibi, 24 Aralık'ı 25'e bağlayan gece ve 25 Aralık'ta kutlar.

    Diyarnıntaraç
    Eski Ahit'te "İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak" denir. İsa da buna uygun olarak sünnet edildi ve kırkında Kudüs'teki tapınağa götürüldü. Ermeniler, İsa'nın doğumunun 40. gününü ve tapınağa sunuluşunu 14 Şubat'ta kutlar. Yortu arefesinde, günbatımında, kilisedeki kutsal sofra üzerindeki mumdan alınan ışık, ellerinde mum tutan halka dağıtılır. Bu ışığın tüm uluslara yönelik olduğunu vurgulamak için doğu, batı, kuzey ve güneye dönülerek kutsama yapılır. Halk kilisede yaktığı mumu söndürmeden götürür ve evindeki mumu onunla yakar. Bu, o ailenin Rab İsa tarafından aydınlatıldığını ifade eder. Diyarnıntaraç, halk arasında "ateş gecesi" olarak da bilinir. Bu günün Hıristiyanlık öncesinde bir tür Hıdırellez olarak kutlandığı söylenir.

    Vartanants
    O dönemde ateşe tapmakta olan İranlılar'ın, Hıristiyanlığı seçen Ermeniler'le MS 451 tarihinde yaptığı din savaşının anısına kutlanır (2001'de 22 Şubat). Aslında savaş yitirilmiştir. Ancak Başkumandan Vartan'ın efsanevi cesareti, halkın, orduyla omuz omuza savaşması ve savaşın sonunda yine Hıristiyan kalmış olması nedeniyle bu savaşın Ermenilerin tarihinde, büyük zaferlerden daha önemli bir yeri vardır. Vartanants Günü'nde, savaşta yitirilen bini aşkın insanın anısına, herhangi bir kutsal güne bağlı isimleri olmayanların isim günü kutlanır.

    Pun Paregentan
    Ermeniler, Büyük Oruç'un arefesinde (2001'de 25 Şubat) Pun Paregentan adı altında karnavalı kutlar. Günbatımıyla Medz Bahk'a (Büyük Oruç) girilir. Bu tövbe dönemidir, amacı dua ve oruçla yürekleri sınayıp, inananları Diriliş Yortusu'na hazırlamaktır. Pun Paregentan'da yenir, içilir, eğlenilir. Herkes çeşitli kılıklara girip, komşularına, arkadaşlarına şakalar yapar. Büyük Oruç 7 hafta (50 gün) sürer. Bu sürede hayvansal gıda alınmaz. Günde tek öğün, akşam duasından sonra, sadece sebze ve tahıl yenir. Düğün yapılmaz, eğlence düzenlenmez. Hemen her kilisenin özel günü vardır, buralarda ayinler yapılır, halk kiliseleri ziyaret eder. Büyük Oruç'ta dargınlar barıştırılır, yoksullara erzak yardımı yapılır.

    Avak Şapat
    Ermenilerin "Büyük Hafta"sı... Pazartesiden başlayarak (2001'de 9 Nisan) her gün, İsa'nın çarmıha gerilmesi süreciyle ilgili önemli bir olayın anısı yaşatılır. Perşembe, İsa'nın son akşam yemeği günüdür. Aynı gün akşamüstü ruhaniler, kilisede küçük çocukların ayağını yıkar. İsa Peygamber, son gününde, sevgisinin ve alçakgönüllüğünün bir simgesi olarak, havarilerinin ayaklarını yıkamıştır. Perşembe, İsa'nın Romalı askerler ve Yahudi görevliler tarafından tutuklanması anısına gece yarısına dek ayin yapılır. Halk arasında bu gece "Latsi Kişer" (Ağlayış Gecesi) olarak bilinir. O akşam, yeşil mercimek yenir, mercimeğin Meryem Ana'nın gözyaşlarını simgelediğine inanılır. Cuma sabahı İsa'nın Haç'a gerilmesi ve insanlığın günahları için ölmesi, akşamüstü kaya mezarına gömülmesi anısına ayinler düzenlenir.

    Surp Zadik
    Ermeniler, Paskalya Bayramı olarak bilinen Surp Zadik'te (İsa'nın Yeniden Diriliş Günü), "Kristos hariav i merelots" (İsa ölülerden dirildi) ve karşılığında "Orhniyal e harutyun Kristos'i" (Kutlu olsun İsa'nın dirilişi) diyerek bayramlaşır. Surp Zadik'te (2001'de 15 Nisan) insanlar birbirlerine kırmızı yumurta armağan eder. Yumurtalar geleneksel olarak kırmızıya boyanır, ancak değişik renklerde boyanmış olanları da vardır. Yumurta dünyayı simgeler. Dış kabuk gökyüzünü, zarı havayı, akı denizleri, sarısı ise yeryüzünü... Kırmızı rengi ise İsa'nın kanının tüm dünyanın kurtuluşu için aktığını gösterir. Surp Zadik'te ayrıca saç örgüsü biçiminde paskalya çöreği yapılır. Ertesi gün mezarlıklar ziyaret edilir.

    Hampartsum
    Surp Zadik'in 40. gününde Ermeniler, İsa'nın göğe yükselişini, Hampartsum'u kutlar (2001'de 24 Mayıs). Aynı zamanda bu adı taşıyanların isim günüdür. Hıristiyanlık öncesinde, bir tür bahar karşılaması, Hıdrellez olarak kutlanır ve Vicag (niyet) adını taşırdı. O tarihlerde, Vicag gününde gençler yaylalara çıkıp eğlenirler, kendi aralarında niyet çekerek bahtlarını öğrenirlerdi. İstanbul'da da birkaç on yıl öncesine dek, Hampartsum'da Yedikule'deki marul bostanlarında piknik yapılır ve marul yenirdi. Ermenilerin büyük bir bölümü, bu günde Hampartsum sofrasından marulu eksik etmez.

    Vartavar, Vartivar
    İnanışa göre, tufan sonrasında Nuh gemiden iner, son kez hafif bir yağmur yağar, yaşam yeniden başlar. Ermeniler'in Hıristiyanlık öncesinden beri kutladıkları bayram, Hıristiyanlıkla birlikte, Baydzaragerbutyun Diarn Yortusu'yla (İsa Mesih'in Suret Değiştirmesi) birleşmiştir (2000'de 22 Temmuz). Çıktığı yüksek dağda, üç öğrencisinin önünde İsa'nın yüzü güneş gibi aydınlanmış, giysileri göz kamaştırıcı bir beyazlığa bürünmüş, yanında Musa ve İlyas peygamberler belirmiş, etrafı saran bir buluttan Tanrı'nın sesi yükselmiştir: "Sevgili oğlum budur. Ondan razıyım..." Vartavar, "vart" (gül) ve "var"dan (ışık saçan) türemiştir. Bu günde ibadet yerlerini ve çevreyi güllerle süsleme geleneği vardır. Nuh'un anısına, bu günde halk birbirini ıslatarak, "sulu" şakalar yaparak eğlenir. Bazı Kürt toplulukları da bu bayramı, kuzuların sütten kesilme zamanına rastlayan başka bir tarihte (7 Ağustos), "Vartivar" adı altında kutlar.

    Khacverats
    Haç Yortusu. Ermeniler Kutsal Haç'ın özgürlüğüne kavuşmasının yıldönümü olan bu yortuyu 14 Eylül'e en yakın pazar günü kutlarlar (2000'de 16 Eylül). Pers İmparatoru Hüsrev, M.S. 610 tarihinde Herakleus'u yenilgiye uğratarak Kudus'ü işgal etmiş ve Kutsal Haç'ı İran'a götürmüştür. Bunun üzerine Herakleus Kutsal Haçı geri almak için büyük bir ordu kurarak Persler'le savaşır ve Hüsrev'i yener. Kutsal Haç 628 tarihinde tekrar Hıristiyanlar'a iade edilir. Bu olayın kutlandığı yortuda, Ermeni kiliselerinde pazar öğleden sonra törenler yapılır ve haç fesleğenlerle süslenir. Rumlar bu günü 14 Eylül'de kutlarlar.

    Tarkmançats
    404 yılında, Sahag Bartev ve Mesrob Maştotz adlı din adamları tarafından Ermeni yazısının bulunmasıyla, Ermeni kilisesi tarihinde "Altın Çağ" olarak tanımlanan dönem başladı. Surp Mesrob ve öğrencileri, Kutsal Kitap başta olmak üzere birçok eseri Ermeni diline çevirerek büyük bir aydınlanma ve kültür hareketi yarattılar; Yunanca ve Asurice'nin Ermeni kültürü üzerindeki egemenliğine son verdiler. Ermeniler bu nedenle, bu iki din adamını azizlik mertebesine yükseltti ve onları bir bayramla (Don Tarkmançats Vartabedats) anmaya başladı (2001'de 13 Ekim).
    (G7 takviminden derlenmiştir.)



    Ermeni Kiliseleri
    İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşundan (1461) sonra 55 Ermeni Kilisesi inşa edilmiştir. Bunlardan 30 kadarı halen ibadete açıktır.

    Halen ayakta kalan kiliselerin en eskileri, İstanbul'un fethinden sonra yerli Rum halkından alınarak Ermenilere verilen kiliselerdir. Bu kiliselerin başında Kumkapı'daki Surp Asdvadzadzin Patriklik, Samatya'daki Surp Kevork eski Patriklik ve Balat'taki Surp Hreşdagabed Kiliseleri gelir. İlk inşa tarihleri çok eski olmakla birlikte, ahşap ve az dayanıklı yapı malzemelerinden yapıldıklarından, deprem ve yangınlara karşı koyamamışlar, birçok kez farklı planlarla yeniden inşa edilmişlerdir.

    Ermeni Patrikhanesi
    Ermeni kiliselerinin çoğu 18-19. yy'larda inşa edilmiştir. Bugün yaşayan kiliselerden 15'inin ilk tesisi bu döneme rastlar. Daha önce inşa edilen kiliseler de bu dönemde büyük onarımlar geçirmişlerdir.

    Geleneksel mimari uyarınca, ibadethane bir haç planı üzerine oturur. Başka bir diğer plan şekli ise baziliktir. Bu yönden İstanbul'da tipik Ermeni kilise mimari planına uygun bir kilise bulmak oldukça zordur. Yapının doğu ucunda sunak vardır. Çatı örtü sisteminde yaygın olan merkezi kubbedir. Osmanlı döneminde kubbe yapımına yazısız bir yasak olduğundan ya hiç uygulanmayarak bir tonozla geçiştirilmiş ya da Beşiktaş'taki Surp Asdvadzadzin Kilisesi'ndeki gibi kırma çatının altına dışardan görülmeyecek şekilde uygulanmış ya da Kuzguncuk'taki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi'nde olduğu gibi yalnızca bir kez uygulanmıştır.

    Cumhuriyet Dönemi
    Cumhuriyet döneminde kilise yapımı yasaklanmıştır. İstisna olarak bu dönemde Karaköy'deki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yeniden inşası dikkat çekicidir. Bir de Balıklı Ermeni Mezarlığı'ndaki Surp Sarkis Şapeli'nin yapımı kayda değer (1985).

    İstanbul'da günümüzde varlığını koruyan Ermeni Gregoryen kiliseleri şöyle sıralanabilir:
    Surp Hovhannes Avedaraniç Kilisesi (Gedikpaşa),
    Surp Tateos-Partoğomeos Kilisesi (Yenikapı),
    Surp Hovhannes Avedaraniç Kilisesi (Narlıkapı),
    Surp Nigoğayos Kilisesi (Topkapı),
    Surp Hreşdagaberdatz Kilisesi (Balat),
    Surp Yeğya Kilisesi (Eyüp-Nişanca),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Eyüp-İslambey),
    Surp Pırgiç Şapeli (Yedikule),
    Dzınunt Surp Aasdvadzadzin Kilisesi (Bakırköy),
    Surp Harutyun Kilisesi (Kumkapı),
    Surp Istepanos Kilisesi (Yeşilköy),
    Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Surp Istepanos Kilisesi ile-Karaköy),

    Surp Istepanos Kilisesi

    Surp Yerrortutyun Kilisesi (Surp Minas Şapeli'ni kapsar-Beyoğlu),
    Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi (Surp Toros Ayazması ile-Kumkapı),
    Surp Kevork Kilisesi (Surp Hovhannes Mıgırdiç Ayazması ile-eski Patriklik-Samatya),
    Surp Hagop Kılkhatir Kilisesi (Altımermer),
    Surp Sarkis Şapeli (Balıklı),
    Surp Harutyun Kilisesi (Taksim),
    Surp Hripsimyantz Kilisesi (Büyükdere),
    Surp Takavor Kilisesi (Kadıköy),
    Surp Haç Kilisesi (Üsküdar-Selamsız),
    Surp Vartanantz Kilisesi (Feriköy),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Beşiktaş),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Ortaköy),
    Yerevman Surp Haç Kilisesi (Kuruçeşme),
    Surp Santuht Kilisesi (Rumelihisarı),
    Surp Yeritz Mangantz Kilisesi (Boyacıköy),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Yeniköy),
    Surp Garabet Kilisesi (Üsküdar-Yenimahalle),
    Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Kuzguncuk),
    Surp Yergodasan Arakelotz Kilisesi (Kandilli),
    Surp Nigoğayos Kilisesi (Beykoz),
    Surp Nişan Kilisesi (Kartal),
    Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Kınalıada).
    Ermeni Katolik kiliseleri:

    Anarad Hığutyun Kilisesi (Pangaltı),
    Surp Andon Kilisesi (Tarabya),
    Anarad Hığutyun Kilisesi (Samatya),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Beyoğlu-Sakızağacı),
    Surp Levon Kilisesi (Kadıköy),
    Surp Yerrortutyun Kilisesi (Beyoğlu),
    Surp Boğos Kilisesi (Büyükdere),
    Surp Hovhannes Mıgırdıç Kilisesi (Yeniköy),
    Surp Hovhan Vosgeperan Kilisesi (Taksim),
    Surp Asdvadzadzin Kilisesi (Büyükada),
    Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Ortaköy),
    Surp Hisus Pırgiç Kilisesi (Galata).
    Ermeni Protestan kiliseleri:
    Avedaranagan Amenasurp Yerrortutyun Kilisesi (Aynalıçeşme-Beyoğlu),
    Emanuel Kilisesi (Fincancılar-Eminonü),
    Gedikpaşa Protestan Kilisesi,
    Halıcıoğlu Protestan Kilisesi ve Üsküdar Şapeli vardır.

    Aileler ve insanlar
    Coğrafyacı Ğugios İnciciyan

    Asıl adı Ğugios olan İnciciyan, bazı kayıtlarda Ğugas olarak da geçer. İstanbul'da 1758 yılında doğmuş, 2 Temmuz 1833'te Venedik'te vefat etmiştir. Edirneli İncici Hacı Mikayel'in torunu ve İncici Bogos Mikayelyan'ın oğludur. Annesi Diruhi, aynı tarikattan tarihçi Mikayel Çamçiyan'ın (1738-1823) kız kardeşi olarak kayıtlardadır.

    1770'te, babası tarafından Venedik'teki Mıkhitharist Manastırı'na gönderildi. Orada, sonradan tarikatın başkanlığında bulunan Başepiskopos Istepannos Akontz-Küver'in (1740-1824) talebesi oldu. Nisan1774'te ruhani hayata girdi. 1779'da rahip oldu. 1786'ya kadar, hakkında başka önemli bir kayda rastlanmayan İnciciyan, aynı senenin sonlarına doğru, vatan hasretini gidermek üzere ve vaizlik görevi ile İstanbul'a gelip, 4 yıl kadar kaldı. 1790'da Venedik'e döndü. 14 Mart 1805'te, gerek tedavi, gerekse Coğrafya'sının bazı kısımlarını gözden geçirmek niyetiyle tekrar İstanbul'a geldi. 1810'da, yeni Ermenice olarak neşredilen kitapları Ermeniler arasında yaymak gayesini güden Arşarunyatz adlı cemiyetin kuruluşunda önemli rol oynadı. 1815'te çıkan bir yangında bütün kitaplığı kül oldu. Osmanlı Devleti Coğrafyası'nın ikinci ve üçüncü ciltleri de bu yangında yandı.

    1819'da Düzyan ailesinin başına gelen felaket esnasında, onlarla dost olduğu için korkup Odessa 'ya sığındı. Hadise yatıştıktan sonra, 1820'de İstanbul'a döndü. Düzyan ailesinin hamisi olduğu Arşarunyatz cemiyeti de bu sıralarda feshedilmişti. Bu sebeple, cemiyet tarafından finanse edilen, Yeğanak Püzantyan adlı yıllığın yayımı da sona erdi.

    1828 başlarında, İstanbul'daki Katolik Ermeniler Ankara 'ya sürgün edildiklerinden, İnciciyan İstanbul'da kalmayı sakıncalı gördü ve bu sebeple aynı yılın mayıs ayında Venedik'e döndü. Az sonra, bir yıl önce ölen, Rahip Kapriel Avedikyan'ın (1751-1827) yerine tarikat başkan vekili seçildi ve bu görevde iken vefat etti.

    İnciciyan, eserlerinin geniş halk kütleleri tarafından okunabilmesi için, yeni Ermeniceyi tercih etmişse de, tarikat başkanı Akontz-Küver'in muhalefeti yüzünden, onun başkanlık döneminde (1800-1824), önemli çalışmalarını eski Ermenice ile yayımlamak zorunda kalmıştır.1791'de, Venedik'te basılan, Desutyun Hamarod Hin Yev Nor Aşkharhakrutyan (Eski ve Yeni Coğrafyaya Dair Muhtasar Mülahazat) adlı ilk kitabı yeni Ermenice ile basılmıştır.

    Diğer önemli eserleri arasında, başta gelenleri Amaranotz Püzantyan (Bizans Yazlığı) veya Boğaziçi'dir (Venedik, 1794). Kitabın başında 7 sayfalık bir önsöz vardır. Ardından, Boğaziçi hakkında genel bilgiler verilmektedir. Sonraki sayfalarda, her bir Osmanlı padişahının sadrazamlarının adları ile birlikte, hicri ve miladi tarihlerle, tahta çıkış yılları kaydedilmiştir. Arada yine bir önsöz gibi düşünülebilecek, yazarın görüş ve düşüncelerini aktaran bir bölüm vardır. İleriki sayfalarda, Rumeli ve Anadolu kıyısında bulunan köyler hakkında, numaralandırılmış dörtlükler halinde, topografik ve tarihi bilgiler verilmektedir. Son bölümde, hasislik, bencillik, dünya ve şöhret sevgisi hakkında, yine manzum olarak yazılmış "öğütler-kıssalar" bulunur .

    Kitabın başında, Venedik Mıkhitharist rahiplerinden, Egya Endazyan (1755-1789) tarafından oyularak hazırlanan kalıptan basılan ve 1791'de Venedik'te basılan, 23x40,5 cm boyutunda Ermenice, çağı için oldukça ayrıntılı sayılabilecek bir Boğaziçi haritası bulunur. Harita, sahil köylerini, şehrin kapılarını, cami ve kiliseleri, ayazmaları, iskeleleri ve dalyanları gösterir.

    Boğaziçi hakkında çok kıymetli bilgiler bulunan bu eserin ilk kısmı (s. 1-78), 1813'te, Fransızcaya çevrilmiştir. Yine Venedik Mıkhitharist rahiplerinden Kerovpe Aznavuryan (1791-1843), Villegiature de' Bizantinisul Bosforo Tracio adı altında, eserin tamamını İtalyancaya çevirmiştir (San Lazzaro, 1831). Üçüncü eseri, Darekrutyun (Vakayiname) adı altında, 1800-1802 arasında yayımlanmış küçük bir yıllıktır. Dördüncü eseri, 1803-1820 arasında neşredilen Yeganak Püzantyan (Bizans Mevsimi) adlı yıllıktır.

    1817 yıllığında bulunan, "On Sekizinci Yüzyılın Muhtasar İstanbul Tarihi Kronolojisi" (s. 83-90), Kevork Pamukciyan tarafından Türkçeye çevrilerek, Tarih ve Edebiyat Mecmuası'nın Haziran 1979 sayısında yayımlanmıştır (s. 44-49). 1820 yıllığında bulunan, Galata Kulesi hakkındaki yazı da (s.190-194) tarafımızdan Türkçeye çevrilerek, Tarih ve Toplum dergisinin Mart 1987 sayısında sunulmuştur (s. 142-144).

    Aşkharhakrutyun Çoritz Masantz Aşkharbi (Dünyanın Dört Kısmının Coğrafyası) adlı eserinin ikinci bölümü, Avrupa'ya ayrılmıştır. Bu bölümün beşinci cildi ise tamamen İstanbul'u ele almaktadır (1804). Bu eserin ilk sayfalarında Osmanlı Devleti'nin yapısı hakkında genel bilgiler bulunur. Bu bölüm de Hovannes Bogosyan tarafından günümüz Türkçesine çevrilip Hayat Tarih Mecmuası'nda yayınlanmıştır. (1965, sayı 1-10). İstanbul'a ait ikinci kısmı ise bu tarihten de önce, daha 1956'da Hrand Der-Andreasyan'ın çevirisi ile birlikte, 18. Asırda İstanbul adıyla yayımlanmıştır .

    İnciciyan'ın bir başka eseri de Coğrafya'nın Avrupa kısmının altıncı cildidir (1804). Bu eserde Osmanlı Devleti'nin coğrafyası ele alınır. Bulgaristan'ın merkezi Sofya'dan başlayıp Marmara Denizi'ndeki adalarda sona erer.

    Coğrafya'nın Asya'yı anlatan bölümünün birinci cildi de Doğu ve Güney Anadolu'dan bahseder. Isdorakrutyun Hin Hayasdanyaytz (Eski Ermenistan'ın Tasviri) adını taşır (2 c., 1822). Dokuzuncu eseri 8 ciltlik Tarabadum'dur (Asrın Tarihi). Bu eser 18. yüzyılın ikinci yarısını tasvir eder. Bu eser genel olarak bir harpler tarihi olarak değerlendirilebilir. Osmanlı ve Avrupa devletlerinin yaptıkları harpler genel çizgileriyle anlatılır. İstanbul'da vuku bulan olaylar hakkında da bilgi mevcuttur. İnciciyan'ın bilinen son eseri ise 1835'te basılan Hınakbosutyun Aşkharhakrakan Hayasdanyaytz Aşkbarbi (Ermenistan'ın Coğrafi Arkeolojisi) adlı üç ciltlik çalışmasıdır.

    (Kevork Pamukciyan'ın sunuş yazısından özetlenmiştir)


    Kaynak: www.minidev.com

    Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !

    Ermeni Kültür Kurumları -Müzik -Yemekler -Kitap


    Ermeni Kültür Kurumları
    Ermenilerde kültür kurumlarına ilk kez 17. yy'ın sonu ve 18. yy'ın başlarında rastlanır. Bu dönemdeki kurumlar "kardeşlik" adı altında daha çok dinsel ve hayırsever amaçlarla kurulmuşlardır. Ermeni kültür kurumları tarihsel olarak üç döneme ayrılırlar:


    1) 1810 öncesi "eski dönem", genellikle "kardeşlik",
    2) 1810-1908 arası "orta dönem", genellikle "kurum",
    3) 1908 sonrası "yeni dönem", genellikle "dernek"
    adı altında toplanılır.


    Yeni dönem öncesi kültür kurumları genel anlamda okullara yardım Mekhitarian Okulu etmek dışında, okul olmayan yörelerde okul açma çalışmalarında bulunur.

    Ermeni kültür yayılma dönemi Tanzimat'la (1839) başlar, 1880'li yıllarda son bulur. 1881'de okul ve dernek salonlarında toplantı ve konuşma düzenlemek yasaklanır. 1882'de Babıali tüm kültür kurumlarının listesini, amaçlarını ve maddi durum raporlarını ister. 1895-1908 arasında İstanbul'da kültür kurumlarının hayatı durmuştur.



    19. yy'ın ikinci yarısında Galata'da 41, Pera'da (Beyoğlu) 84, Feriköy'de 10, Pangaltı'da 4, Dolapdere'de 2, Şişli'de 7, Sakızağacı'nda 1, Taksim'de 2, Beşiktaş'ta 21, Ortaköy'de 29, Kuruçeşme'de 3, Arnavutköy'de 5, Rumelihisar'da 9, Boyacıköy'de 6, İstinye'de 1 Yeniköy'de 2, Büyükdere'de 5, Sarıyer Yenimahalle'de 2, Beykoz'da 6, Kandilli'de 1, Kuzguncuk'ta 3, Üsküdar Selamsız'da 53, Üsküdar Yenimahalle'de 20, Üsküdar İcadiye'de 4, Haydarpaşa'da 1, Kadıköy'de 27, Kartal'da 2, Kınalıada'da 3, Tophane'de 1, Etmeydanı'nda 5, Hasköy'de 33, Eyüp'te 7, Balat'ta 20, Karagümrük'te 7, Salmatomruk'ta 10, Topkapı'da 14, Samatya'da (Kocamustafapaşa) 39, Narlıkapı'da 4, Samatya Yenimahalle'de 3, Gedikpaşa'da 17, Kumkapı'da 43, Kumkapı dışında 3, Makriköy'de (Bakırköy) 14, Yenikapı'da 21, Langa ve Musalla'da 10, Ayastefanos'ta (Yeşilköy) 2, Yedikule'de 1, Nişanca'da 1, Beşiktaş'ta 1 Kasımpaşa'da 1, semti saptanamayan 77 olmak üzere toplam 688 Ermeni kültür kurumu vardı.


    Getronagan Okulu
    Bu kültür kurumlarından bazıları günümüze ulaşabilmişlerdir. Bunlar ya kilise koroları (Tıbratz Tas) veya okullardan yetişenler dernekleridir (Sanutz Miutyun).

    İstanbul'daki Ermeni kültür kurumları içerisinde kilise korolarının yeri büyüktür. 18. yy'ın başında kurulan düzenli kilise koroları arasında ilkler Kumkapı'daki Surp Asdvadzadzin Patriklik, Samatya'daki Surp Kevork ve Balat Surp Hreşdagabed kiliseleri korolarıdır.

    5 Şubat 1811'de Patrik XI. Hovhannes Çamaşırcıyan döneminde ilk Ermeni kilisesi koro tüzüğü yayımlanır. Surp Asdvadzadzin Basımevi'nde yayımlanan bu 9 maddelik tüzükten yaklaşık bir yüzıl sonra, Patrik I. Mağakya Ormanyan döneminde korolara önem verilerek yeni bir yönetmelik hazırlanır. 70 maddelik bu tüzük 5 Şubat 1904'te onaylanarak yayımlanır.

    1906'da Kumkapı'daki Patriklik Kilisesi Korosu 70 kişilik bir grup kurarak Magar Yegmalyan'ın armonize ettiği üç sesli badarağı okur. 1906'da Galata Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi Korosu, Levon Çilingiryan'ın, Beşiktaş Surp Asdvadzadzin Kilisesi Korosu, Aram Pıjışgyan'ın Yenikapı Kilise Korosu ise Yegmalyan'ın faminör-karma armonizasyonlu badarağını öğretirler.

    Bu çabalar sayesinde Ermeni Kilisesinin diğer bazı ayinleri de çoksesli olarak armonize edilerek uzun yıllar okunur. Bu korolar dinsel müzik dışında halk müziğini de başarı ile okuyup birçok konser düzenlerler.

    Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra kilise korolarında tekrar canlanma başlar. Yeni korolar kurulur, eskiler yenilenir. Cumhuriyet döneminde kurulan ilk kilise korosu, Kumkapı Patriklik Kilisesi Korosu üyelerinin bir kısmının kurduğu Koğtan Kilise Korosu'dur (1924). Operaya da birçok solistler yetiştiren kilise korolarının son yönetmelikleri 27 Aralık 1991'de Patriklik Ruhani Meclisi tarafından onaylanarak 1992'de yayımlanır. 1994'te İstanbul'da 20 kilise korosu faaliyettedir.

    Günümüze değin yaşayan diğer kültür kurumları, okullardan yetişenler dernekleridir. Bunlar kültürel amaçlı konser, panel, açıkoturum, konferans, gösteri ve sergiler düzenlerler. 1994'te bu türden faaliyette bulunan dernek sayısı 25'tir.

    Öğrencinin Gözünden Esayan Lisesi

    Bir zamanlar anneniz elinizden tutmuş, bu kapıdan geçtiyseniz, artık bu kapı hayatınıza mal olmuş demektir.


    Burası İstanbul. Beyoğlu'nun köhne sokaklarından Meşelik Sokağı. Okul sabah 8.30'dan itibaren dolmaya başlar. Gelenler liseli büyüklerine bakarak önce bahçedeki kiliseye gidip mumlarını yakar ve dua ederler veya öyle görünürlerdi. Sonra da sınıflarında 9.00'da çalacak ders zili öncesi hazırlıklarını tamamlar, derin sohbetlere dalarlardı.

    Saat 15.30'da buradan geçmek, bu kapıdan dışarı fırlayan talebelerden, seyyar satıcı seslerinden sokak adeta panayırı andırırdı... Hatta öyle ki tam karşısındaki Zapion Rum Lisesi talebe çıkış saatini 16.00'ya almıştı, daha da büyük sıkıntı yaşanmaması için...

    Okuldan adeta boşanırcasına çıkan öğrenciler, koşuşturma halinde fıstık, leblebi, çekirdek satan veya rengarenk tatlı macunlarını çubuklara saran seyyar satıcıların başında, pür dikkat, Müdire hanım Oriort Kalusyan'a, Müdür Yardımcısı Oriort Eliz'e, Oriort Hakcıyan'a yakalanmamak için, alışverişlerini yapıp derhal ya köşedeki kırtasiyecei Aleko'nun ya da arka sokaktaki kırtasiyeci Rober'in (dayım) dükkanına dalarlar, yarınki derslerine göre elişi kağıdı, krapon veya resim kartonları alınırdı. Liseli kızların alışverişleri dışında başka yaptıkları bir şey de, burada eteklerini kısaltmak, ruj ve parfüm sürünmekti ...

    Bugün o sokaktan geçerken okulların formalarını taşıyan sadece birkaç öğrenciyi farketmemeniz bile olası, maalesef...


    NURAN IBAGUNER
    http://www.angelfire.com/id/iba/index.html




    Ermeni Müziği

    İstanbul'un çokrenkli kültür evreninde kendine özgü tonlarıyla varlığını sürdüren Ermeni kültürünün en belirgin parçalarından bir mimari ise, diğeri de kuşkusuz musikidir. Dindışı kültürlerini Müslümanlar ve diğer azınlıklarla paylaşan Ermeniler, yüzlerce yıl dinsel kültürlerini dış etkilere karşı korumaya çalışmışlardır. Böylece Ermeni besteciler musiki etkinliklerini daha çok klasik Türk musikisi, 19. yy'ın ortalarından sonra da klasik Batı musikisi kulvarında sürdürmüşlerdir. Dinsel musikideki kapalılık ise yaklaşık 700 yıllık bir repertuvarın değişikliklere uğramadan yaşamasını sağlamıştır. Ancak, Ermeni musikisinin klasik Batı musikisi repertuvarı Türk musikisindekine oranla sınırlı kalır.

    Maral Müzik ve Dans Topluluğu
    İstanbul dışında ise, hem Türk Musikisi, hem de geleneksel müzik türlerinde eserler veren çok sayıda aşuğ (Aşık) ve bestekarın adı, ünlü araştırmacı Kevork Pamukciyan'ın derlediği belgelerde zikredilmektedir. Ayrıca Zilciyan gibi Ermeni kökenli ailelerin ve ustaların geleneksel yöntemlerle ürettiği kimi enstrümanlar, halen dünya çapında tanınır ve kullanılır.


    Dinsel Müzik
    Ermeni Apostolik Kilisesi ilk dönemlerinde musikisini, alfabesini ve ayin kitaplarını aldığı Süryaniler ve Yunanlılarla sıkı bir ilişki kurdu. Ermeni kilisesinin bu bağımlılığı 5. yy'ın başlarında Surp Mesrop Maştotz'un Ermeni alfabesini geliştirerek Süryanice ve Yunanca yazılmış bir çok dinsel ve dindışı eserin çevirisini gerçekleştirmesiyle sona erdi.

    Bu değişimler, Ermeni dinsel musiki tarihini kabaca şu üç döneme ayırır: 4-12. yy'lar arasında Süryani ve Yunan etkisi altındaki birinci dönem; 12. yy'dan 19. yy'ın sonuna kadarki, Ermeni halk musiki ile dinsel musikinin yakınlaştığı ve Ermeni liturji (ayin düzeni) musikisinin son şeklini aldığı ikinci dönem; 20. yy'ın başından günümüze kadarki, çoksesli musikinin kullanılmaya başlandığı üçüncü dönem.

    Ermeni kilise musikisinde "şaragan", "meğeti", "yerk", "dağ", "gandz" gibi ilahi formlarının dışında "badarak" ve "dağavar" (büyük bayramlar) gibi daha büyük çaplı formlar da kullanılır. Hıristiyanlığın temel ibadet biçimlerinden biri olan ve "Hz. İsa'ının son akşam yemeği"nde ekmek ile şarabı kendi bedeni ve kanı olarak havarilerine sunuşunu anlatmak amacıyla düzenlenen komünyon ayini, Ermenice "badarak" (kurban) diye adlandırılır. 20. yy'ın başına kadar Ermeni kiliselerinde, "ana melodi" olarak adlandırılan bu badarak bestesi kullanılmışır. Teksesli makamsal ve anonim bir beste olan "ana melodi"nin ilk kullanılmaya başlandığı tarih kesin olarak bilinmiyor. Ancak son şeklini 12. yy'da aldığına inanılıyor. Badarak ayini 20. yy'ın başından itibaren çok sesli olarak icra edilmeye başlanmıştır. Badarak melodilerinin manevi önemi ve sayıca çoğalması dolayısıyla İstanbul Patriklik Ruhani Meclisi, düzenlediği Türkiye Ermeni Kilisesi Korolar Tüzüğü'nun 58. maddesiyle kilise korolarının aşağıdaki dokuz badarak melodisini kullanmalarına izin vermiştir: 1-Ana melodi (Mayr Yeğanag), 2- Gomidas melodisi, 3- Yegmalyan melodisi, 4- Çulhayan melodisi, 5- Çilingiryan meodisi, 6- Bartevyan melodisi, 7- Manasyan melodisi, 8- Atmacıyon melodisi, 9- Horenyan melodisi.

    Ermeni kilisesi geleneksel musikisinde, Süryani ve Rum kiliselerinde olduğu gibi başlıca sekiz makam kullanılmaktadır. Bunlar sırasıyla, ayp tza, ayp gen, pen tza, pen gen, kim tza, kim gen, ta tza ve ta gen adlarını alan makamlardır. Her makam 8 sesten oluşur. Her makam dizisini bir bitiş -ya da başlangıç- (finalis) ve bir güçlü (dominant) notası belirler. Bu sekiz makam, klasik Türk musikisinde kullanılan heftgah, şedacem, hüseyni, acemaşiran, hicaz, saba, neva ve uşşak makamlarına denk düşer.

    Şaraganlar her hafta ya da her gün sırayla yarı makamlardan okunur. Her yıl Paskalya günü birinci gün olarak kabul edilir ve şaraganlar birinci sıradaki makamdan okunmaya başlanır.

    20. yy'ın başından itibaren çoksesli olarak, Batı nota yazım sistemiyle yazılmış badaraklar dışında kalan formların besteleri büyük ölçüde kulaktan kulağa aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Kim tarafından ve hangi tarihte geliştirildiği bilinemeyen "Khaz" nota yazım sisteminin en eski örneğine 9. yy'dan kalma elyazmalarında rastlanır. Bu sistemde yaklaşık 26 işaretten başka Ermeni alfabesinin 12 ünsüzü de kullanılır. Kesin ses yüksekliğini (pitch) göstermeyen Khaz nota yazım sistimi makamsal sisteme göre belirlenmiş sınırlar içinde yorumda serbest çeşitlemelere izin verir. Khaz nota yazım sistemi 16. yy'dan itibaren daha karmaşık hale gelmiş ve sonunda kilise icraları için tam bir bilmeceye dönüşmüştür. Venedik St. Lazzaro'daki Ermeni Mekhitarist Manastırı 17. yy Vağarşabat geleneğine uygun Khaz nota yazım sistemini kullanan tek yer olma özellliğini taşır. Çok karışık ve öğrenilmesi güç olan eski sistem yerine seslerin ve sürelerin daha kesin işaretlerle gösterildiği, daha anlaşılır yeni bir nota yazım sistemi için çalışmalara başlayan Hampartzum Limoncuyan (1768-1839), 1813 dolaylarında kendi adını verdiği nota yazım sistemini geliştirdi. Hamparsum sistemi büyük ölçüde Khaz sistemindeki işaretlerden oluşmuştur. Ancak, bu işaretlerin Hamparsum sistemindeki anlamları farklıdır. İki oktavlık bir ses genişliği olan bu sistem, sesleri ve süreleri gösteren işaretlerle, diyez, sus, tekrar ve ölçü işaretlerinden oluşur. Bu işaretler hecelerin üzerine gelecek şekilde yerleştirilir. Hamparsum nota yazım sistemiyle yalnız Ermeni musikisi değil, birçok Türk musikisi eseri de notaya alınmış, böylece sayısız eser günümüze kadar ulaşabilmiştir. Eçmiyazdin Başpatrikliği ile Kudüs Patrikliği'nde hala Hamparsum sistemi kullanılmaktadır.

    Ermeni Apostolik Kilisesi'nde öteki Ortodoks kiliselerinden farklı olarak insan sesinin yanısıra, varsa org veya armonyum da kullanılabilir. Org ilk defa 20. yy'ın başında Gomidas Soğomonyan (1869-1935) tarafından İstanbul'da kullanılmaya başlamış, daha sonra öbür kiliselere de yayılmıştır.

    Geçmişi Hıristiyanlık öncesine kadar uzanan zil, hem dinsel, hem de dindışı musikide sıkça kullanılan bir vurma çalgıdır. Üç yüzyıldır bu işle uğraşan Zilciyan ailesi zil yapımcılığının en büyük ustalarından biridir. Org ve zil dışında yine öteki Ortadoks kiliselerinden farklı olarak, meleklerin kanat seslerini simgeleyen ve kşotz adı verilen, ucunda minik zillerin bulunduğu bir tür çalgıya da yer verilir.




    Ermeni Yemekleri
    Topik
    Topik, Ermeni mutfağının şarkılar ve manilere konu olmuş en özgün tadlarından biri.... Gelgelelim, Kumkapılı Topikçi Hampik'in maniler okuyarak sattığı topikler de, tıpkı ötekiler gibi hafızalardan silinmeye yüz tuttu. Topik, bugün yalnızca İstanbul'da bir-iki meyhanede soğuk meze tepsisini süslüyor ve Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlerden Kurtuluş'ta bazı mezecilerde satılıyor. Bir de tabii, yaprak sarması ve midye dolması ile birlikte, Ermenilerin geleneksel Dzununt ve Zadik sofralarındaki vazgeçilmez yerini koruyor.

    Malzemeler: (12 kişilik)
    3 orta boy patates,
    ½ kg. nohut,
    2 kilo soğan ½ kg tahin,
    4 tatlı kaşığı şeker,
    2 tatlı kaşığı tuz,
    3 tatlı kaşığı tarçın,
    2 tatlı kaşığı kara biber,
    2 tatlı kaşığı yeni bahar,
    3 çorba kaşığı dolmalık fıstık,
    3 çorba kaşığı kuru üzüm.

    Yapılışı: Patatesleri kabukları ile birlikte haşlayın. Bir gece önceden ıslattığınız nohutu, iyice pişirin. Kabuklarını soyduğunuz patatesleri püre haline getirin. Nohutları da aynı şekilde, tek tek kabuklarını temizleyerek iyice ezin ve püre kıvamına getirin. Soğanları ince ince doğrayın, tuzsuz olarak haşlayın. Pişen soğanı süzgece koyup suyundan arındırın. Soğan suyunu saklayın. Patates ve nohut püresini birleştirip içine 2 kaşık tahin, 1 tatlı kaşığı tuz ve 1 kaşık soğan suyu ilave edin. Bu püreyi bir süre serin bir yerde dinlendirin. Suyundan arındırılmış soğana tahta bir kaşık ile tahini yedirin, içine şeker, 1 tatlı kaşığı tuz, tarçın, kara biber, yeni bahar ve dolmalık fıstığı ilave edin. Dinlendirdiğiniz püreden avuç içi büyüklüğünde bir top alarak 2 temiz bezin arasına yerleştirin. Bu topu, oklava ile açarak bir dikdörtgen elde edin. Daha sonra bezlerin arasından alıp, içine bir miktar soğan koyarak bohça haline getirin. Bütün püreyi aynı şekilde soğanlarla birleştirip bohçalar oluşturun. Yeniden serin bir yere alın ve iyice dinlendirin. İkram ederken üzerine tarçın serpmeyi unutmayın.


    Yapılışı basit gibi görünen ancak kıvamını tutturmak için maharet isteyen Khavidz, Ermeni mutfağının en lezzetli bayram tatlılarından biri... İçi tavukgöğsüne yakın bir yoğunlukta, hatta hafifçe sulu olması gereken Hhavidz'in üzeri ise tıpkı kazandibi gibi iyice kızarmış olmalı. Ermeni ustaların çalıştığı Kapalıçarşı'nın eski lokantalarında yapılan özel Hhavidz günleri artık unutulmuş durumda. Hhavidz şimdi yalnızca, geleneklerin korunduğu bazı evlerde yaşatılıyor.

    Malzemeler: (8 kişilik)
    125 gr. tereyağ,
    1 kg. süt,
    8 çorba kaşığı un,
    9 çorba kaşığı şeker,
    1 tatlı kaşığı vanilya,
    1 çorba kaşığı irmik.

    Yapılışı: Sütü, şekeri ve vanilyayı birlikte kaynatın. Çok kısık ateşte, unun rengini koyulaştırmadan 20 dakika kavurun. Kaynamış sütü azar azar dökerek una yedirin. Karışımın boza kıvamına gelmesine dikkat edin. Tercihan ufak bir bakır tencereyi veya fırına girebilecek bir kabı yağlayıp irmikleyin. Khavits hamurunu dökün, kısık ateşte üstü nar gibi kızarana kadar pişirin. Piştikten sonra ters çevirin ve servis yapın. Servis sırasında üzerine tarçın ekebilirsiniz.


    Kaynak: www.minidev.com




    Kitap - Lutzika Dudu


    Lutzika Dudu

    Ermenice yazılmış bir kitap tanıtacağız sizlere. Fakat eserin dili değil asıl olan; anlattığı yaşam ve insanlar... Lutzika Dudu'nun önsözü şöyle:

    Hayat, İstanbul'un avam Ermenicesi'ni aldı götürdü, neredeyse hiç konuşulmuyor artık. Hagop Ayvaz, 1968-1996 yılları arasında yayınladığı Ermenice tiyatro dergisi "Kulis"te yazdıklarıyla bu özgün dili Lutsika Dudu'nun ağzından yaşatmaya çalışmıştır.

    Türkçe ve İstanbul'da konuşulan diğer dillerle harmanlanmış bu kendine özgü ağzın dergi sayfalarında kalmasını istemedik ve H. Ayvaz'ın 1968'den ve 1996'ya kadar yayınladığı 280'e yakın Lutsika Dudu macerasını barındıran bir seçki hazırladık.

    Lutsika Dudu kim mi? O, artık yaşı kemale ermiş ama her şeyi bilen, bilmese de kendi yöntemleriyle öğrenip ifşa etmekten (!) çekinmeyen bir Ermeni "müzevir Müzeyyen", bir kız kurusu"... Bu kitap, biraz gülmek isteyen okurun bu ihtiyacını kati surette tatmin edeceği gibi, İstanbul Ermenileri'nin avam ağzını ve yaşam tarzını incelemek isteyen filolog ve sosyologlara da bir kaynak olarak hizmet edecektir..."

    Bu en azından folklorik anlamda değer taşıyan ve başka bir pencereden bir ülkenin geçmişini yansıtan kitap hakkında Ermeni yurttaşlarımızın yayınladığı Hye-Tert.com sitesinde çıkan şu nefis tanıtım yazısını ilgilenenlerin dikkatine sunuyoruz: (*)
    Dün akşam Gugas kardeşimin kardeşi Onnik'le bana yolladığı dergi ve kitaplar içinde beklediğim Hagop Ayvaz'ın 28 sene Kulis'te yazdığı sevimli, candan, bize has hiciv ve zevkli iğnelemeleri ile dolu "LUTZIKA DUDU" yu aldım.

    Onnik'le Chatelet'de bir kahvede oturup biraz sohbet ettik, sonra aynı otobüsle evlerimize dönerken Onnik bir istasyon sonra inerek evine gitti. LUTZIKA DUDU'ları otobüste okumaya başladım ve eve gelince devam ettim.


    LUTZIKA DUDU, 70 ile 80 yaşları arası "barav" (dul) bir İstanbul dudu'su (Hayeren "Dudu gnik" tabir olunur). Bu eser Lutzika Dudu yolu ile herkesi tanıyan, lafı, sohbeti çekilen, şimdi artık yerinde yeller esen canım İstanbul'un "ramgoren" veya "hayevar" denilen halk dilinin en güzel teşhir edildiği yer olarak kalacak edebiyatımızda. Bunu geçen asır başlarında Hagop Baronyan "Azkayın Cocer", Yervant Odyan değişik hicivleri ile, meşhur karikatürcümüz Sarukhan temsil etmişlerdi. İstanbul'da artık Hayeren belli ve çok dar bir çevrede konuşuluyor; buna paralel olarak da halk ağzı Hayeren artık çok nadir işitiliyor. Bu tip Hayeren'i ben çocukluğumda yani 50'li yılların sonlarında ve 60'lı yılların başlarında Feriköy pazarında, Yegeghetzi avlularında, Zadig ve Dznunt tebriklerinde işitir ve işin şuurunda olmadan içimde tarifsiz bir sıcaklık duyardım. Bu "Hayevar" bizim malımız, bizden çıkmış, doğmuş, bizim medz mayrig ve medz hayriglerimizin eseri... Bu "Hayevar" sıcak sıcak yegeghetzi, Feriköy Pazarı, tatlı dedikodu, kız isteme "aghcikdes", zadigte el öpme "tzerkbak", vicdan, heyecan, hayootyoon ve haygagan hoki kokar...
    Allah daha uzun ömürler versin, 90 yaşını asan sevgili varbed Hagop Ayvaz tam 50 sene, 1946'dan 1996'ya kadar, büyük bir mücadele ve maddi sıkıntılar içinde Türkiye'de misli görülmemiş san'at, edebiyat ve tiyatro dergisini tek başına üstün bir azkayın ruhla, mesrobyan heyecanla çıkardı. Kendini tanıma ve birkaç sohbetine katılma şerefine nail olduğum için mutluyum.
    Lutzika Dudu bizi makalelerinde Samatya'nın, Ortaköy'ün, Feriköy'ün, Bakırköy'ün Siro seghanlarını, Karagözyan,Getronagan, Kınalıada kampı balolarını, İstanbul'un son kuşları Hayeren üsdatları sohbetlerini gezdirir, tanıtır ve o yerlerdeki ortamı ince bir hiciv ve iğnelemelerle canlı olarak korur...Lutzika Dudu göz ucuyla süzdüğü İstanbul "yüksek sosyetesi"ni öyle tatlı ve insaflı bir şekilde tiye alır ki, o hicivlere mazhar olanlar bile Lutzika Dudu'ya sevgi ile bakar, tekrar o hicivlerden ve iğnemelerden nasip alacakları fırsatları gözlerler. Lutzika Dudu'ya balolarda davetiye yollamıyanlar ertesi Kulis'deki yazılarda Dudu'dan ağızlarının payını pek dehşetli alırlardı...

    Lutzika Dudu bizi geçen asrın başlarında yaşanan İstanbul'un bereketli, tatlı günlerine götürür; ramazanlarda Direklerarasına, Eliza Binemeciyan'a, Mnakyan Efendi'nin kumpanyasına, Peruz Hanım'ın kantolarına, Kavuklu Hamdi'ye, Muhsin Ertuğrul'a , Kemani Tatyos'a, lavtacı Onnig'e va daha nice bu şehr İstanbul'u Dersaadet yapan insanlara götürür. İstanbul'un artık eskiye yüz döndüğü yıllar olarak eskiler eğer 1955'i gösterseler de, ben bunun 12 Mart 1971'den sonra tamamen gerçekleştiğini sanıyorum. Ama o yıllardan bugüne kadar geri kalan kelaynak kuşları misali birkaç "yanyan" aile ile idare etmeye çalışılan Bolsahayutyun artık gerçekten maziye karışmak üzere. Ne Kınalıada'daki o canım "Medzaskanc"ı Nshan Beshiktashlıyan'ın mirasını arsha asarak konuşan yanyanlar, ne de İstanbul efendisi ve hanimefendisini bulmak kolay değil. Lutzika Dudu'nun tabiri ile artık Kınalıada'da Hayeren Jamanag veya Marmara alan kalmadı; kalın kıçlı kaba "hay" kızları ve karıları artık Hürriyet, Star ve yarı pornografi, yarı rezalet kokan pespaye dergiler alıp okuyorlar...

    Aras yayınevinin bu devasa güzellikteki eseri İstanbul Haylarına kazandırmasını kutluyorum. Okunması ve okunurken de hüzünle eskiye dönülmesi bizlere köklerimizi ne kadar iyi hatırlatıyor...

    Hagop Ayvaz varbede daha nice uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.

    Gettze Lutzika Dudu ve onun tatlı "Hayevar"ı...


    Allaha ısmarladık sevgili gerçek bolsahayutyun, sevgili yanyanlar, sevgili medzaskancımızı bize sevdiren, imrendiren tatlı hayuhiler... Anushig nayıryan kızlarımız... Dost ve candan babacan haylar, yaşamasını, yemesini, içmesini edeple bilen büyüklerimiz... Ve hâlâ merhaba ısrarla ayakta kalmış birkaç kelaynak kuşu yanyanlarımız... Sevgililerimiz... Sizlerle gene ana dilimiz medzaskancı sohbet etme hülyaları ile...

    Hepinize Merhaba.
    Sevgiyle,
    Ohannik Akopcan


    Tüm yazıyı Oku Tüm Yazıyı Oku !