Birlikte Yaşamak: Faik Âli Bey Ve Kütahya Ermenileri

Dr. Ömer ÇAKIR*

Özet

Faik Âli (Ozansoy), önce Servet-i Fünûn daha sonra da Fecr-i Âti edebî topluluğu içinde yer almış bir şâirimizdir. Onun şâir sıfatının yanında üzerinde pek fazla durulmayan bir de yönetici kimliği vardır. Zira Faik Âli Bey çeşitli yerlerde mutasarrıflık ve valilik yapmış bir yöneticidir. Faik Âli, 1915 yılında Kütahya mutasarrıfı iken burada yaşayan Ermenilerin de tehciri gündeme gelir. Ancak Faik Âli, merkezi idarenin bu yöndeki emrini yerine getirmez. Hatta civardan Kütahya’ya gönderilen Ermenilere de sahip çıkar ve onların sorunları ile yakından ilgilenir. O sebeple Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul ve İzmir’in dışında Ermenilerin tehcir edilmediği bir başka şehir Kütahya olur.

Yıllar sonra Arşak Alboyacıyan isimli bir Ermeni, Faik Âli Bey’in Kütahya’da Ermenilere karşı gösterdiği dostluğu hatıralarında ayrıntılı bir şekilde anlatır. Söz konusu hatıratın ilgili bölümü Sarkis Seropyan imzalı bir yazıda (Vicdanlı Türk Valisi Faik Âli Ozansoy, Tarih ve Toplum, Nu.23, Kasım 1995) Türkçeye çevrilir.

Hem Ermeni hem de Türk kaynakları Faik Âli Bey’in idaresindeki Ermenileri tehcire göndermediği ve onlara önemli yardımlarda bulunduğu hususunda hemfikirdir. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı sona erince Ermeniler, Kütahya Kilisesi bahçesinde Faik Âli Bey için bir “kitabe-i şükran” vaz ederler. Biz bu konularla ilgili olarak Faik Âli Bey’in aynı tarihlerde Ermenilere hitaben gazete vasıtasıyla neşrettiği bir açık mektup tespit ettik. Söz konusu mektuptan mevcut kaynaklarda bahsedilmemektedir. Oysa mektubun hem Arşak Alboyacıyan’ın hatıratı hem de 1919 yılındaki gelişmelere katkıda bulunması bakımından büyük önemi vardır. Faik Âli Bey mektubunda birlikte yaşama adına Ermenilere çok önemli çağrılarda bulunmaktadır.

Tebliğimizde belge özelliğine sahip bu mektubun etrafında birlikte yaşama sanatı ele alınacaktır.

Giriş

Fâik Âli (Ozansoy), önce Servet-i Fünûn daha sonra da Fecr-i Âti edebî topluluğu içinde yer almış bir şâirimizdir. Onun şâir sıfatının yanında, üzerinde pek fazla durulmayan bir de yönetici kimliği vardır. Zira, Fâik Âli Bey çeşitli yerlerde mutasarrıflık ve valilik yapmış bir yöneticidir. Fâik Âli Bey, 1915 yılında Kütahya mutasarrıfı iken burada yaşayan Ermenilerin de tehciri gündeme gelir; fakat o, merkezî idarenin bu yöndeki emrini yerine getirmez. Hatta, civardan Kütahya’ya gönderilen Ermenilere de sahip çıkar ve onların sorunları ile yakından ilgilenir. Dolayısıyla, en sıkıntılı bir dönemde Kütahya’da Türk ve Ermeni toplumu birlikte yaşamaya devam eder. Ancak birkaç yıl sonra; 1919 yılında yayımladığı ve tebliğimizin sonunda okuyacağımız bir açık mektuptan anlaşılacağı üzere, Fâik Âli Bey adeta hayal kırıklığına uğrayacaktır. Zira, Ermeniler daha ilk yıllardan itibaren tehcir konusunda dünyayı yanıltma gayreti içine girerler. Fâik Âli Bey, söz konusu mektubunda Ermenilere dikkat çekici uyarılarda bulunmaktadır.

Bu kısa girişten sonra onun Kütahya Ermenileri ile olan ilişkilerine geçmeden önce Fâik Âli Bey’i biraz daha yakından tanımakta yarar var.

A. Edebiyatçı ve İdareci Kimliği

Fâik Âli, 22 Mart 1876 yılında Diyarbakır’da doğmuştur[1]. Asıl adı Mehmed Fâik’tir. Babası, Diyarbakırlı Said Paşa olarak bilinen zattır. Meşhur şâir ve yazarlarımızdan Süleyman Nazif, Fâik Âli’nin ağabeyidir. Dolayısıyla şâirin ailesinde edebiyatımızın iki tanınmış siması bulunmaktadır. Bu bağlamda, tabii olarak Fâik Âli Bey’in şiire olan hevesi çok küçük yaşta uyanır. İlk şiirleri Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlanır. Şâir, ilk şiir kitabını Fâni Teselliler adıyla II. Meşrutiyet’in ilânından sonra neşreder[2].

Fâik Âli Bey, nazmının bütün özellikleri ile, eksiksiz bir Servet-i Fünûn şâiri[3] olmakla beraber içinde yaşadığı toplumun yaşadıkları ile yakından ilgilenmiş ve Trablus, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile ilgili şiirler kaleme almıştır. Elhân-ı Vatan adlı ikinci şiir kitabında işte bu ilginin ürünleri bulunur. Fâik Âli Bey’in iki adet de tiyatro türünde eseri vardır. Bunlardan Payitahtın Kapısında (1918) adlı eseri Çanakkale Muharebeleri ile ilgilidir. Nedim ve Lale Devri (1950) isimli piyesi ise konusunu Şâir Nedim’in hayatından ve zamanından alır[4]. Fâik Âli’nin dikkat çeken bir başka eseri ise Şâir-i Azam’a Mektup isimli manzumesidir. Bu şiirde Fâik Âli Bey, Meclis-i Ayan’ın feshi üzerine Viyana’ya giden ve orada maddî sıkıntı çeken Abdülhak Hamid’i savunur ve ona olan hayranlığını bir kez daha dile getirir. Bir nevi açık manzum mektup hüviyetindeki eser, 1923’te bir kitapçık halinde yayımlanmıştır.

Fâik Âli Bey’in Türk edebiyatındaki yerine çok kısa da olsa işaret ettikten sonra konumuzla ilgili olarak idareci cephesi ve bu çerçevede yaptığı görevlerden de kısaca söz etmekte yarar görüyoruz.

Fâik Âli Bey, Mekteb-i Mülkiye’den 1901’de mezun olur. Mezuniyetini müteakip ilk olarak, Bursa vilâyeti maiyet memurluğunda göreve başlar. Bu sırada ağabeyi Süleyman Nazif, aynı vilâyette mektupçu olarak görev yapmaktadır.

Fâik Âli Bey daha sonra Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy ve II. Meşrutiyet’te, Mudanya kazalarında kaymakamlık yapar. Ardından Midilli mutasarrıflığına tayin olur. Balkan Savaşları sırasında Kırşehir mutasarrıflığına nakledilirse de oraya gitmez. Bilahare, Beyoğlu ardından Üsküdar mutasarrıflıklarında bulunur. Fâik Âli Bey’i 1915 yılında Kütahya mutasarrıfı olarak görüyoruz. Orada görev yaparken Gelibolu mutasarrıflığına tayin edilir; fakat Gelibolu’ya gitmemiştir. Bunun üzerine Dahiliye Nezareti heyet-i teftişiyesi başkitabetinde bir süre görev yaptıktan sonra tekrar Beyoğlu mutasarrıflığına atanır. Fâik Âli Bey, mütarekenin ilânından sonra ise Diyarbakır valiliğine tayin edilir. Ancak birkaç ay sonra bu görevinden istifa ederek İstanbul’a gelir[5]. İstanbul’da, Dahiliye Nezareti müsteşarlığına tayin edilirse de kısa bir süre sonra kabine değişip Dahiliye Nezareti’ne Ahmet Reşîd (Rey)’in gelmesi üzerine bu görevinden de ayrılır (Nisan 1920). Fâik Âli Bey, 1931 yılında Dahiliye müsteşarlığından emekliye ayrılarak memuriyet hayatını noktalar[6]. Ömrünün bundan sonraki kısmında daha çok edebiyatla meşgul olan Fâik Âli Bey, 1 Ekim 1950’de Ankara’da vefat eder. Cenazesi, vasiyeti üzerine İstanbul’da Abdülhak Hamid’in mezarının yanına defnedilir[7].

B. Kütahya Mutasarrıflığı ve Buradaki Ermenilerle İlişkileri

Görüldüğü gibi, şâir Fâik Âli Bey, edebiyatçı kimliğinin yanında çeşitli yer ve zamanlarda değişik mevkilerde yöneticilik yapmış bir idarecidir. Onun mülkî amir olarak görev yaptığı şehirler içinde en fazla dikkat çeken yerlerden biri Kütahya’dır. Diğerinin de mütareke günlerine denk gelen Diyarbakır valiliği olduğu söylenebilir.

Fâik Âli Bey, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler kitabının yazarı Ali Çankaya’ya gönderdiği mektupta verdiği bilgiye göre, 14 Kasım 1913’te tayin edildiği Beyoğlu mutasarrıflığından idarî ve ictihadî bir ihtilaf sebebiyle 30 Aralık 1913’te istifa ederek ayrılır[8].

İşte bu istifadan sonra Fâik Âli Bey, Kütahya mutasarrıflığı ile devlet hizmetine tekrar girecektir. Zira, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan resmî hal tercümesine göre Fâik Âli Bey, 18 Ağustos 1329’da 5 000 kuruş maaşla Kütahya mutasarrıflığına atanır. Yaklaşık bir ay sonra 4 000 kuruş maaşla Üsküdar mutasarrıflığına nakledilir ise de 29 Kanunuevvel 1330 tarihli irade-i dahiliye ile birinci sınıf mutasarrıf maaşıyla, 20 Kânunısani 1330’da Kütahya mutasarrıfı olarak ikinci defa tayin edilir[9]. Dolayısıyla, bu bilgilerden hareketle Fâik Âli Bey’in Kütahya’daki mutasarrıflık görevinin 1915 yılı Şubat ayının ilk günlerinde başladığını söyleyebiliriz. Fâik Âli, 1915 yılı sonuna kadar bu görevde kalır. Daha sonra yukarıda ifade edildiği üzere oradan Gelibolu mutasarrıflığına nakledilir; fakat istifa edip bu vazifeye gitmez.

Fâik Âli Bey’in Kütahya mutasarrıflığı, Osmanlı Devleti’nin bugün de halâ üzerinde konuşulan Ermenilerle ilgili tehcir kararının uygulandığı bir zamana rastlar. Ancak, yerli ve yabancı kaynakların yanında hatıralarda da ittifakla dile getirildiği üzere Fâik Âli Bey bu sırada, idaresinde bulunduğu topraklardan Ermenilerin tehcirine izin vermez. Hatta bunun yanında Kütahya’ya Adapazarı ve civarından gelen Ermenilere çok önemli yardımlarda bulunur, onların gündelik yaşamlarını mümkün mertebe aynen sürdürmelerine yardımcı olacak imkânlar hazırlamaya çalışır. Bu durum, tehcir ve birlikte yaşama sanatının devamı bağlamında oldukça dikkat çeken bir husustur. Zira, aşağıda anlatacaklarımız, tebaa-i sâdıkanın dış güçlerin tahrik ve tesirine oldukça açık bir atmosferde bulunduğu ve ciddi güven erozyonunun olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir.

Gazeteci Ahmet Emin Yalman, hatıralarında bu konuda şunları yazar: Kütahya’ya gittiğim zaman tehcir zamanında orada mutasarrıf olan şâir Fâik Âli Bey’in tehcir emrini kâğıt üzerinde bıraktığını ve Kütahya Ermenilerinin tam bir huzur içinde yaşamaya devam edildiklerini gördüm[10].

Burada bir parantez açarak şunu söylemek gerekir ki, aslında tehcirin Kütahya’da uygulanmaması yalnızca bu şehre özgü bir durum değildir. Örneğin İstanbul, İzmir, Konya gibi illerin dışında Yusuf Halaçoğlu’nun verdiği bilgiye göre Adana, Ankara, Karahisar-ı Sahip, Kayseri, Elazığ, Maraş ve Sivas’ta binlerce Ermeni yerlerinde kalmıştır. Bunlara Niğde mutasarrıflığında yerlerinde bırakılan Ermeniler de ilâve edilebilir. Öte yandan, Katolik ve Protestan Ermenilerin, devlet kademelerinde görev yapan Ermenilerin, ticaret ve benzeri işlerle uğraşanlarla bazı özel şahısların da tehcire tâbi tutulmadığı anlaşılmaktadır ki bütün bunlara ilişkin arşiv bilgilerine dayanan etraflı malûmatı Davut Kılıç imzalı 1915’te Sevk ve İskân Edilmeyen Ermeniler başlıklı makalede[11] okumak mümkündür.

Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın dile getirdiği tarihî gerçek o yıllarda Kütahya’da yaşamış Ermenilerin hatıralarına da aksetmiştir. Konu ile ilgili ilginç detayları Arşak Alboyacıyan’ın Kütahya Ermenileri Anı Kitabı’nda yer alan Stepan Stepanyan isimli bir Ermeninin hatıralarında okumak mümkündür. Söz konusu hatıratın ilgili bölümü Sarkis Seropyan tarafından Türkçe’ye çevrilerek Tarih ve Toplum dergisinde yayımlanmıştır[12].

Bu hatırattan öğrendiğimize göre, Stepan Stepanyan Adapazarı’nda yaşayan ve orada özel okulu olan bir Ermenidir. Nisan 1915’te on üç kişilik bir kafile ile o da tehcire gönderilir. Ancak o sırada eşi ve birkaç tanıdığı Kütahya’da bulunmaktadır. Yol güzergâhındaki bir istasyondan ailesine telgraf çekerek onların da acele yola çıkmalarını ister. Bunun üzerine Bayan Stepenyan, telgrafı mutasarrıf Fâik Âli Bey’e taktim ederek durumu anlatır[13]. Bu noktada bir sancağın en üst düzeydeki yöneticisine bir vatandaşın çok rahatlıkla ulaşıp meramını anlatması pek göz ardı edilmemesi gereken bir husus olsa gerektir.

Bayan Stepanyan’ın eşine yazdığı cevabî mektuptaki bilgilere göre, Fâik Âli Bey, ona Kütahya’dan ayrılmamalarını söyler. Eşinize gelince, maalesef onu resmen geri getiremem, fakat ona kaçıp buraya gelmesini, sonrasını merak etmemesini yazınız[14] der. Ayrıca kendisinin mutasarrıf olarak kaldığı sürece yerli ve göçmen Ermenilerin Kütahya’da kendilerini emniyette hissedebileceklerine dair bir kez daha güvence verir.

Stepan Stepanyan, birkaç gün sonra Kütahya’ya gelerek ailesine kavuşur. Yanlarına Stepan Stepanyan’ın özel okulunda öğretmenlik yapan Bayan Şuşanik Solakyan’ı da alarak mutasarrıfı ziyarete giderler. Bu ziyaret söz konusu hatıratta şöyle anlatılır: Ben, Bayan Stepanyan ve Bayan Şuşanik öğleye doğru dairesine gittik. Ermeni öğretmen hanımların geldiğini haber verdiklerinde, çalışma odasının kapısında hürmetle karşıladı bizi. Beni tanıştırıp birkaç saat önce geldiğimi söylediklerinde, ‘gelmeyi başardığınıza çok sevindim’ diyerek oturmamızı rica etti. Sigara ikram edip kahve ısmarladı[15].

Fâik Âli Bey, görüşmenin sonunda misafirlerini kapıya kadar geçirir ve onlara herhangi bir şekilde kendilerini rahatsız eden olursa kesinlikle çekinmemelerini ve makamında veya evinde kendisine ulaşabileceklerini söyler[16].

Hatıratta anlatıldığına göre, Fâik Âli Bey, o fırtınalı günlerde sadece Kütahya Ermenilerine değil çevre illerden, Adapazarı, İzmit, Eskişehir ve Bursa’dan göçen Ermenilere de yardım eder. Özellikle göçmenler arasında bulunan zanaatkâr aileler, onun önerisiyle gönüllü olarak köy ve kentlere yerleştirilmişlerdir. Böylece bir taraftan onlara geçim kolaylığı sağlanmaya çalışılmış, diğer yandan da Kütahya’daki yığılmanın önüne geçilmiştir[17].

Stepan Stepanyan; ...ve daha bunlar hiçbir şey değil. Onun hakkında inanılmaz görünen anlatacaklarım var diyerek hatıralarına şöyle devam eder: Fâik Âli Bey’le ilgili anılarımdan en renklisini ve onun hür fikirleriyle ruh zenginliğini ortaya koyanı anlatayım.

O günlerde tek bir aileyi Kütahya’dan sürgüne gönderdi. Bu ailenin suçu da onun tüm ısrar ve tehtitlerine karşın İslâmlığı kabul etmekti[18].

Stepan Stepanyan’ın anlattığına göre olay şöyle gelişir: 1915 yılı sonuna doğru Fâik Âli Bey sekiz on günlüğüne İstanbul’a gider. Bu sırada polis müdürünün kendilerini tehcire göndermesinden çekinen on, on iki kişilik bir grup İslâmiyet’e geçerek bu yönde meydana gelecek bir gelişmenin önüne geçmek ister. Bunun için dinlerini değiştirmek istediklerini birer dilekçe ile meclis-i idareye iletirler. Bu arada Fâik Âli Bey İstanbul’dan döner ve duruma el kor. Öncelikle polis müdürünü başka bir yere gönderir. Ermenilere dilekçelerini yırtmalarını söyler. Ancak içlerinden biri inandığı için başvurusunda ısrar eder. Bunun üzerine Fâik Âli Bey ona şöyle der:

İslâmlığı kabul ettiğin taktirde, diğerlerine örnek olması için bir tek seni, ailenle birlikte Kütahya’dan süreceğim[19]. Fakat o şahıs, yine de düşüncesinde kararlı olduğunu ifade ederek resmî işlemlerini bitirip İslâmiyet’e geçer. Fâik Âli Bey ise sözünü yerine getirir ve onu ailesi ile birlikte Kütahya’dan gönderir. Stepan Stepanyan, bu ailenin akıbeti için şu bilgiyi verir:

Pek iyi hatırlamıyorum, ama o ya Şam, ya da Haleb’te kalmayı başarmıştı. Ateşkesten sonra ise sağ salim, ama yeniden Ermeni dinine dönmüş olarak geri gelmişti[20].

Stepan Stepanyan’ın anlattığı bir başka olay ise şöyledir: Çevre illerden Kütahya’ya gelen varlıklı Ermeniler hükümetin gözüne girip orada kalmayı garantilemek maksadıyla Hilâl-i Ahmer’e (Türk Kızılayı) bağışlamak üzere aralarında 500 altın toplarlar ve bu parayı vermek üzere Fâik Âli Bey’in huzuruna çıkarlar. Bağışın asıl maksadını anlayan Fâik Âli Bey, heyete bu parayı kabul etmeyeceğini söyler. Ancak onlar kararlarında ısrar ederek parayı bırakıp çıkarlar. Gerisini Stepan Stepanyan’dan dinleyelim: Sanır mısınız ki, görevi olmasına karşın Fâik Âli Bey bu önemli meblağı mecburen Hilâl-i Ahmer’e teslim etti? Kesinlikle hayır. Aksine, tüm sorumluluğu yüklenerek şahsen Alayurt’a (Alayurt Tren İstasyonu) indi ve 500 liranın bir kısmını eliyle dağıttı yoksul (Ermeni) ailelere, kalanını da son kuruşuna kadar hemen orada bir mutfak kurdurup onlara sıcak yemek dağıtılmasına harcadı[21].

Stepan Stepanyan, Evet, işte böyle… Okuyucularım şaşıracaklar belki ama böyle işte. Kesin hakikat bu yazdıklarım[22] dedikten sonra, fakat sürdürelim diyerek Fâik Âli Bey’in Kütahya’daki Ermenilere yaptığı yardımları anlatmaya devam eder. Bu çerçevede Fâik Âli Bey’in Ermeni çocukların eğitimlerine devam etmesi için onlara özel okul açtırdığını öğreniyoruz.

Söz konusu hatıratta anlatıldığına göre, Fâik Âli Bey’in talimatıyla okullar derhal açılır. Ana sınıfı ile kız ve erkek okulları üç gün içinde dolar. Okula Kütahya’daki yerli Ermeniler kadar göçmenlerin çocukları da alınır. Fâik Âli Bey ayrıca, bir de Türk ana sınıfı açtırır ve müdürlüğüne de Bayan Stepanyan’ı atar. Onun yardımcılığına da üç Türk bir de Adapazarlı Ermeni öğretmen hanım verir[23].

Anlaşılacağı üzere Fâik Âli Bey, bir mülkî âmir olarak yüzyıllardır birlikte yaşanan bir hayatın devamlılığını en kritik bir zamanda sürdürmenin gayreti içinde olur. Bunu da bir savaş atmosferinin sıkıntılı günlerinde gerçekleştirir. Bu pek kolay bir iş olmasa gerektir.

Stepan Stepanyan hatıralarının sonuna doğru şöyle der: Savaş sonrası ona lâyık olduğu şekilde şükran borcumuzu ödememiz gerekiyordu. Bu borcu ödemek için geç kaldık[24].

Aslında, Fâik Âli Bey’e teşekkür yolunda savaş sonrası Kütahya’da Ermeni cemaatinin bazı faaliyetlerde bulundukları görülmektedir. Zira, Fâik Âli Bey’in 9 Kanunusani 1919 tarihli Tasvir-i Efkâr’da[25] Kütahya Ermeni murahhas vekili Sahak Efendi’ye hitaben yayımladığı bir mektuptan, Ermenilerin Kütahya Kilisesi bahçesinde Fâik Âli Bey için bir kitabe-i şükran vaz’ına karar verdiklerini öğreniyoruz. Mektubun başında bundan dolayı duyduğu mutluluğu ve teşekkürlerini dile getiren Fâik Âli Bey, devamında Ermenilere önemli bir çağrıda bulunur. Bu noktada Fâik Âli Bey’in söyleyeceklerini bir açık mektupla ifade etmesi mesajın iletiminde tercih edilen vasıta bakımından önemlidir. Çünkü açık mektup, bir kişiye hitaben yazılmakla beraber aslında, dile getirilen düşüncelerin herkesle paylaşılması amacını güder. O bakımdan Fâik Âli Bey’in şu cümlelerini 1919 yılında Kütahya Ermeni murahhas vekili Sahak Efendi’nin şahsında tüm Ermenilere hitaben söylenmiş sözler olarak değerlendirmek mümkündür:

…teşekkür ederken cümlenize bir şeyi de tahattur ettirmek, evet bu âcize karşı kendinizce lâzımü’l-ifa gördüğünüz vazifeden daha büyük bir vecibeniz olduğunu hatırlatmak isterim: Pek âlâ bilirsiniz ki sizi fecâyi’-zede-i vekayi olmaktan sıyanet etmeyi bir vazife-i resmîye ve insaniye telakki ederek çalıştığım zaman Kütahya’nın merkez ve mülhakatı ahali-i İslâmiyesi kâmilen benimle hemfikir ve hemhis bulunmuş ve hatta başka vilâyet ve livâlardan o seyl-i şuun önünde düşe kalka topraklarınıza sığınan bî-hadd ü hisap Ermeni ailelerine mihman-nüvazlık göstermişti. Yerli yabancı hepiniz malınızın, canınızın, ırzınızın masuniyet-i mutlaka içinde kaldığını gördünüz. İşte bunu hiç unutmamak en büyük vazifenizdir. Hayır, unutmamak kifâyet etmez. Bütün o vakâyi ve fecayiin sun’ ve kast-ı milletten mütevellid değil, ancak bazı nemek-haram vatan haramilerin eser-i cinayeti olduğunu ve Türk vatandaşlarınızın o cerâimden müteberri ve müteâlî bulunduğunu cihan-ı medeniyyet ve insaniyyete en gür sesinizle ilân etmek de vecâib-i vicdaniyenizdendir. Evet Ermenilerin de Türkler kadar mağdur, Türklerin de Ermeniler kadar mağdur ve mazur olduğunu siz de bizimle beraber ilân ediniz. Bu harb ve kıtâl-i umûmînin günah-ı vebâlini ona bâis olan eşhâs-ı madûdenin name-i âmal ve imalinden çıkararak bütün efrâd-ı insaniyetin defter-i efâline kayd ve mal etmekle hakîkatin ve hakkaniyetin ruhu pâmal edilmiş olacağı gibi esasen o bâdire-i umumiyenin bir cüzü ve birkaç veya birkaç yüz kişinin eser-i sunı olan o Ermeni vakasından da bir heyet-i ictimaiyenin milyonlarca efrâd-ı masumesi mesûl ve muâteb edilmek istenilirse, bundan da ve hepimizin bir iftikâr-ı azim ile taharri ve intizar ettiğimiz adl-i insanî ve samedanî müteessir ve rencide olur. İşte bu hakikati siz de bizimle beraber iltizam ve ilân ederseniz adalete yalnız şahsen muhtaç ve talepkâr değil suret-i mutlakada taraftar ve perestar olduğunuzu da göstermekle bir kat daha isbat-ı istihkak ve liyâkat etmiş olursunuz.

Bâkî hissiyat-ı ihtiramkârânemin kabulüyle muhabbet-i kalbiyenizin devamını rica ederim.

Muhibb-i muhterem efendim.

Fâik Âli

Görüldüğü gibi Fâik Âli Bey, Kütahya’da Ermenilere yaptığı iyilikleri bir vazife-i resmîye ve insanîye yani resmî ve insanî bir görev olarak telakki etmekte ve dolayısıyla yaptıklarının bu bağlamda değerlendirilmesini beklemektedir.

Ermenilerle ilgili yapmış olduğu icraatlarda Kütahya ve civarındaki Müslümanların kendisi ile hemfikir ve hemhis bulunduğuna dikkat çekmekte, hep beraber onlara mihmannüvazlık ettiklerini, misafirperverlik gösterdiklerini, vurgulamaktadır.

Buna bağlı olarak o yıllarda Kütahya’daki yerli ve göçmen Ermenilerin hepsinin malının, canının, ırzının ve namusunun korunduğunu hatırlatmaktadır. Bunun da Ermenilerce hiçbir zaman unutulmamasını istemektedir.

Meydana gelen olayların bazı nemek-haram vatan haramilerin işi olduğunu, bundan dolayı bütün bir milletin mesul tutulamayacağını ifade etmektedir. Konunun bu şekilde anlaşılması ve ifadesinin Ermenilerin vicdani bir görevi olduğunu dile getirmektedir.

Yaşananlardan her iki toplumun da mağdur ve mazur olduğunu ifade ederek şöyle demektedir: Evet Ermenilerin de Türkler kadar mağdur, Türklerin de Ermeniler kadar mağdur ve mazur olduğunu siz de bizimle beraber ilân ediniz.

Fâik Âli Bey, Ermeni vakasının şayet bu şekilde ele alınmazsa aranan adaletin gerçekleşmeyeceğini bundan da herkesin müteessir olacağını ifade etmektedir.

Ermenilerin adalete yalnızca kendileri için değil mutlak anlamda taraftar ve istekli olduklarını göstermeleri için işte bu hakikatin hep beraber ilân edilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Sonuç

Netice itibariyle, 1915’te Kütahya mutasarrıfı Fâik Âli Bey resmî ve insanî görevini yerine getirerek o yörede yaşayan Ermenilere, bölge halkı ile beraber elinden gelen yardımı yapmış; böylece yüzyıllardır süregelen birlikte yaşama kültürü sekteye uğramadan devam etmiştir. Fâik Âli Bey’in bu tutumu, hem o yıllarda hem de günümüzde taktirle hatırlanmıştır. Bu çerçevede, savaşın sona erdiği günlerde Kütahya Ermenilerinin kilise bahçesinde Fâik Âli Bey’e bir kitabe-i şükran vaz’ını kararlaştırdıkları anlaşılmaktadır. Fâik Âli Bey, bu duruma teşekkür etmekle beraber yayımladığı bir açık mektupla o günlerde tüm Ermenilere çok önemli mesajlar vermiştir.

Söz konusu mektup dikkatle okunduğunda, yazılış sebebinin teşekkürün ötesinde bir uyarı amacını güttüğü anlaşılmaktadır. Fâik Âli Bey, birkaç yıl önce yaşananları hatırlatarak Ermenilerden doğru bir tavır içinde olmalarını istemektedir. Bu bağlamda mektuptaki beklentinin özü şudur: Kütahya’da mutasarrıf olduğu sırada Ermenilere karşı âdil olmaya çalışan Fâik Âli Bey, 1919 yılında onlardan tehcir konusunun ele alınışında âdil bir yaklaşım beklemektedir. Tehcirin, dünyaya tarihî bağlamından koparılarak anlatılmasının, Fâik Âli Bey’in tepkisine neden olduğu görülmektedir. Tehciri, Diaspora’nın dünyaya halâ yanlış anlatıyor olması Fâik Âli Bey’in Ermenilere yaptığı iyilikler karşısında oldukça dikkat çekici bir noktadır. Zira, bugün dünyanın herhangi bir yerinde Fâik Âli Bey’in vaktiyle Kütahya’da Ermeniler için açtırdığı özel okulda okumuş bir Ermeninin çocuğunun veya torununun yaşıyor olması kuvvetle muhtemeldir. Son tahlilde şu husus hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır: Adalet yalnızca Türk ve Ermeni vatandaşların birlikte yaşamalarının temel koşulu olmayıp her toplumun ve milletin birlik ve beraberliği için lâzım olan vazgeçilmez unsurlardan biridir.

Kaynakça

“Fâik Âli Bey’in Bir Mektubu”, Tasvir-i Efkâr, No: 2616, 9 Kânûn-ı sânî 1919.

Akyüz, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, 4. Baskı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1986.

Çankaya, Ali, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, C.3, Mars Matbaası, Ankara 1968-1969.

Fâik Âli, Şâir-i Azam’a Mektup, Cihan Biraderler Matbaası, İstanbul 1339.

İnal, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal, Son Asır Türk Şâirleri, Hazırlayan Müjgân Cunbur, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999.

Karabela, Sevim, Fâik Âli Ozansoy Hayatı, Eserleri ve Sanatı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1997.

Kılıç, Davut, “1915’te Sevk ve İskân Edilmeyen Ermeniler”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl 4, Sayı 38, Nisan 2003.

Seropyan, Sarkis, “Vicdanlı Türk Valisi Fâik Ali Ozansoy”, Toplumsal Tarih, C.4, Sayı 23, Kasım 1995.

Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.1, Yenilik Basımevi, İstanbul 1970.



* Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; E-mail: ocakir2000@yahoo.com; Tel (GSM): 0 535 210 11 23

[1] İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şâirleri, Hazırlayan Müjgân Cunbur, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.546.
[2] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, 4. Baskı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1986, s.414.
[3] Akyüz, a.g.e., s.416.
[4] Akyüz, a.g.e., s.4115-418.
[5] İnal, a.g.e., s.546; Akyüz, a.g.e., s.414.
[6] Akyüz, a.g.e., s.414-415.
[7] Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, C.3, Mars Matbaası, Ankara 1968-1969, s.882.
[8] Çankaya, a.g.e., s.881.

[9] Sevim Karabela, Fâik Âli Ozansoy Hayatı, Eserleri ve Sanatı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1997, s.15-16.

[10] Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.1, Yenilik Basımevi, İstanbul 1970, s.331.
[11] Davut Kılıç, “1915’te Sevk ve İskân Edilmeyen Ermeniler”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl 4, Sayı 38, Nisan 2003.
[12] Sarkis Seropyan, “Vicdanlı Türk Valisi Fâik Âli Ozansoy”, Tarih ve Toplum, No: 23, Kasım 1995, s.46-50.
[13] Seropyan, a.g.m., s.47.
[14] Seropyan, a.g.m., s.47.
[15] Seropyan, a.g.m., s.47.
[16] Seropyan, a.g.m., s.48.
[17] Seropyan, a.g.m., s.48.
[18] Seropyan, a.g.m., s.48.
[19] Seropyan, a.g.m., s.48.
[20] Seropyan, a.g.m., s.49.
[21] Seropyan, a.g.m., s.49.
[22] Seropyan, a.g.m., s.49.
[23] Seropyan, a.g.m., s.49.
[24] Seropyan, a.g.m., s.50.

[25] “Fâik Âli Bey’in Bir Mektubu”, Tasvir-i Efkar, No: 2616, 9 Kânûn-ı sânî 1919, s.1





Kaynak: © Erciyes Üniversitesi 2006


Hiç yorum yok: