Büyük Tanışma

© This content Mirrored From  turkiye-ermenileri.blogspot.com/ © This content Mirrored From  turkiye-ermenileri.blogspot.com/


‘Ne mozaiği ulan! Türkiye mermerdir’den BÜYÜK TANIŞMAYA!..-1


Bize gereken şey bu: Büyük tanışma! Çünkü Türkiye yeni bir Anayasa ile yeni bir toplumsal sözleşmenin eşiğindeyken, daha önce görmediğimiz bir biçimde değişiyor. Dağlardan “Ne mutlu Türküm diyene” yazısının kaldırılması konuşuluyor. Çocuklar belki güne “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlamayacak artık.

Ülke, Habur kapısından girenlerin bir tarafta öfke ve korku, diğer tarafta sevinç ve umut yarattığını ilk kez apaçık izliyor. Poşulu Kürt çocuk, uzak topraklarda değil, şehirlerin yanıbaşımızdaki sokaklarında anlatıyor öfkesini. Türkiye, First Lady’nin başörtülü olmasına alışmaya çalışırken, Hayrünnisa Hanım başörtüsünün üzerine binici kepi takıp ata biniyor. Cumhuriyet’in atları artık yüksek sesli bir “Bismillahirrahmanirrahim” ile sürülüyor. Hacı amcaların hibelerine kanaat eden bordo ceketli imam hatipli çocuklar şimdi cipleriyle en pahalı mağazaların önüne park ediyor, işverenler kokteylinde ayakta karşılanıyorlar. Dersim katliamı ile tanışıyor hiç bilmeyenler. Aleviler, çalıştaylar ile yeniden tarif edilirken, gizli kalmış acılarını kalplerinde ve türkülerinde gizleyerek birbirine tutunan bir halk şimdi “anlatmaya” alışmaya alışıyor. Cumhurbaşkanı’nın cemevine girmesine nasıl pozisyon alması gerektiğini düşünüyor solcu Aleviler.

MERMER ÇATLARKEN

Hakkında her şeyi bildiğimizi sandığımız insanlar, bakıyoruz ki yeni keşfettiği Ermeni köklerinden söz ediyor. Dedesinin bilmediği bir dilde konuştuğunu hatırlıyor insanlar ve ninesinin adının aslında Satenik olduğunu. Hep yedekteki Türkçe isimleriyle tanıdığımız insanlar ilk kez Ermenice isimlerini kullanıyor. Bir tarafta da, bunca yıldır “Ne mozaiği ulan! Türkiye mermerdir” cümlesine inanmış olanlar, mermerin çatlayışına tanık oluyor. Dağılıp gittiğini düşündükleri Türkiye’yi geri, eski “oyuna” çağırmak istiyorlar. Belki darbe istemiyorlar ama “paşalar” gözaltına alınırken, bildikleri kudret simgeleri yıkılırken yerine ne konacağını anlamaya çalışıyorlar. Ülkenin toprağının kum taneciklerine dönüşüp parmaklarının arasından kaydığını düşünüp, endişeleniyorlar, öfkeleniyorlar. Halkın sözcüsü olduğuna inanmış solcu aydınlar “halktan kopuk olmak” cezasıyla ipe çekiliyor. İyi-güzel, doğru-yanlış, alçak-yüksek nedir, bunlara karar vermeye alışkın olanlar, artık görüyorlar ki kimse onları dinlemiyor. Bu ülkede onlara yer olmadığını düşünen insanlar giderek çoğalıyor. Her gün otobüse binmelerine, varoşların kıyılarında yaşamalarına rağmen sabahları gazetelerde “elitist” olduklarını okuyup şaşkına dönüyorlar.

İTİRAF EDELİM: BİLMİYORUZ!

Türkiye, büyük ve bulanık bir değişimden geçiyor. Değerler sistemini altüst eden bütün büyük toplumsal değişimlerde olduğu gibi “sağduyu” felç oluyor. Psikiyatr Engin Geçtan’ın Zamane adlı kitabında koyduğu teşhis üzere Türkiye’de “kitlesel ketlenme” yaşanıyor. Ketlenme, ülkedeki yoksullaşmanın da etkisiyle giderek daha şiddet dolu, irili ufaklı çatışmalara neden oluyor, yeni çatışmalar olabileceği korkusu yayılıyor. Şimdi bize “Büyük Tanışma” gerekiyor. İçinden geçtiğimiz kör topal sürece içtenlikli, açık sözlü bir katkı. Her kesimin beklentilerinden, korkularından söz etmesi, kalbini açması gerekiyor. Seksen yıldır ertelediğimiz bir tanışmayı, evet şimdi, gündem bu kadar tepetaklakken, evet şimdi yeni bir toplumsal sözleşmeye niyetlenmişken yapmak gerekiyor. Çoğumuz, çoğumuz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bilmemeye, görmemeye, yok saymaya yemin etmişler bir kenara dursun. Ama hakiki anlamda bir bilmeme hali de bu kör dövüşü besliyor. Kürtler, gün yirmi dört saat Kürt meselesiyle yatıp kalkıyor, ama Rize’deki bir genç kendi yaşındaki Kürt gençlerinin neye öfkelendiğini, çocukların panzerlere niye taş attığını bilmiyor. İslamcılar, yılların mağduriyet alışkanlığıyla Atatürkçü bir kadını hakikaten korkutabildiklerine inanmıyor; Atatürkçü kadın bir Müslüman’ın kendini mağdur hissettiğine ikna olmuyor. Aleviler dededen toruna fısıltıyla geçen Dersim acısını sessizce saklarken Nevşehir’de bir adam Dersim’in Tunceli olduğunu bilmiyor. Ermenilerin Türklere diş bilediğini sanan milliyetçiler, Satenik’in canını en çok yakan şeyin dedesinin açlıktan ölmesini bir de ispatlamak zorunda bırakılmak olduğunu bilmiyor. Ve ismini hep fısıldayarak söylemek zorunda kalmanın sızısını…

Bir imparatorluktan bir cumhuriyet olmaya doğru yaşanması gereken süreci, seksen yıl boyunca bir mermere hapsedilerek dondurulmuş bir değişimi yaşıyoruz. Konuşmak gerekiyor. Siyasi yasaklarla, geleneksel sessizlik alışkanlığıyla elimizden alınmış, unutulmuş sözcükleri hatırlamamız gerekiyor. Silahların, sözcüklerin yerini çok hızlı alabildiği bir toprakta, insanların şimdi konuşması gerekiyor.

SAMİMİYET – CEHALET

Konuşmak, insanların ekranlarda birbirine bağırması değildir. Üstelik hepimiz için aynı şey geçerli değil mi? Her kesim, utanç verici bir şekilde temsil ediliyor o ekranlarda. İslamcıları temsil etmeyen neo-liberal dindar karakterler; Atatürkçüleri temsil etmeyen emekli, öfkeli paşalar; Kürtleri temsil etmeyen galiz sözcüler; Alevileri temsil etmeyen Sünnileşmiş Aleviler; Ermenilerin ne kadar Anadolulu olduğunu anlatmayan Ermeni entelektüeller…

Ekranlar bu karikatürize “tiplerin” çatışmasını seviyor. Çünkü cansuyunu korkudan alan statüko, birbirimize dair korkularımızı besleyen bu “tip”lerin çatışmasını istiyor. Tanışmamızı bu da engelliyor. “Samimiyet moda olduğundan beri cahiliyet meşrulaştı” diyor Yazar Umut Sarıkaya. Samimiyet adı altında üslupsuzlaşan “polemik hezeyanı” bir süredir konuşmak, diyalog kurmak sanılıyor. Polemiğin “samimi cehaleti” ise işimizi daha beter zorlaştırıyor. Her kesim, kendini ne olmadığı üzerinden tarif etmek zorunda kalıyor:

“Darbeci değilim”, “Şeriatçı değilim”, “Terörist değilim”…

Ne olduğumuzu, ne istediğimizi anlatmaya zaman ve enerji bırakmayan polemik hezeyanından dolayı bitkiniz. Tanışmamızı engelleyen bir başka mesele ise hep birbirimizi “çıldırma” anında görüyor, birbirimize o zaman bakıyor olmamız. Atatürkçüler darbecilikle suçlanmaktan öfkelenmişken, İslamcılar depremde yıkılan Kuran kursunda ölen çocuğunun hakkını aramazken, Aleviler çalıştaylara karşı kavga ederken ve Kürt çocuklar taş atarken… Kameralar tam o anda bize dönüyor ve kendimizi, Türkiye’yi o anda görüyoruz: Hep kavga ederken. Bu da ülkenin kendiyle ilgili bir kanaat oluşturmasına neden oluyor: “Biz birlikte yaşayamıyoruz!” Televizyonlarda kimse Atatürkçü bir kadının Ramazan Bayramı’nda evinde yaptığı baklavayı, okuduğu Yasin’i anlatamıyor. İslami kesimden bir genç de başı açık kızlarla “çıkmayı” nasıl istediğini… Ermenilerin de bu ülkede biraz Müslüman gibi yaşadığını, Kürtleri dünya üzerinde Türklere en çok benzeyen halk olduğunu…

BENZERLİKTEN KORKMAK

Hepimiz, birbirinden farklı toplumsal projelerin ürünüyüz. İslamcısından Atatürkçüsüne, Kürt’ünden Türk’üne… Hepimizin içinden geldiğimiz toplumsal projeye dışarıdan bakarak konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimize yaralarımızı göstererek tanışmak zorundayız. Niye birbirimizden saklanıyoruz? Farklılıklarımızdan korkuyoruz. Ama bu, meselenin sadece bir tarafı. Esasında korktuğumuz başka bir şey daha var: Benzerliklerimiz! Kendimizi “ötekinden” ayırmak için onunla olan benzerliğimizi de reddediyoruz. Biz aslında benzerliklerimizin ortaya çıkmasından da korkuyoruz. Ya birbirimize hepten karışırsak!

“TÜRKİYE’NİN RUHU”

“Türkiye’nin Ruhu” adlı romanına çalışırken kaybettiğimiz Oğuz Atay, Günlük’teki notlarında şöyle diyordu: “Bizim ‘ilk günahımız’ belki de budur: Kapalı sistem yarattıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur.” Hepimizin ortaklaştığı yer burası olmasın sakın? Tanışmaktan korkuyoruz. Birbirimizden artık korkmamaktan korkuyoruz. Yani korkusuz yaşamaktan… Ülke; Kürtlerden endişelenmemekten, İslamcılardan korkmamaktan, Atatürkçülerle barışmaktan ve daha birçok şey ile birlikte bu “dağınık fotoğrafın” normalleşmesinden korkuyor. Toplumsal kesimler tanışmak yerine, enerjilerini, karşı tarafın kendisinden sakladığı bi “ajandası” olduğu sanrısını bina etmeye harcıyor.

KİBRİ GİZLEYEN “HOŞGÖRÜ”

Toplumların psikiyatrisiyle ilgilenen Arno Gruen “Demokrasi Mücadelesi” kitabında şöyle diyor: “(Birbirimizi) anlamak, ancak çocukluk acılarımızı yok saymamakla mümkün olur. Bu önkoşul yerine gelmedikçe, ‘anlamak’ ancak ardında kibir ve küçümsemenin gizlendiği bir anlayışlı olma pozundan ibaret kalır.” Bugüne kadar yücelttiğimiz ve yapmaya çalıştığımız şey “hoşgörüydü”. Kibri ve küçümsemeyi, çatışmayı ve ilişkisizliği daha iyi gizleyen bir sözcük olabilir mi! Oysa yapmamız gereken, hoşgörünün yerine serinkanlı ve samimi bir tanışmayı geçirmek. Sakin olup, sadece bir parçamızı değil, bütünümüzü gösteren bir aynaya bakmak! Üstelik sadece yaralarımızı değil sevinçlerimizi, neşemizi, dostça selamımızı da görmeliyiz aynada. Hiçbirimiz yaralardan ve korkulardan ibaret değiliz nasılsa. Bir tür “derin barış imkânı” da var bu memleketin hamurunda. Olmalı.

“MAHALLESİZLERLE” BAKMAK

Bugüne kadar Türkiye, aynaya baktığını sanırken, duvarda asılı, 1923’te çizilmiş bir tabloya bakıyordu. Şimdi aynaya baktığımızda görüntünün ne kadar bulanık olduğunu görüyoruz. O görüntüye bakmanın zamanı geldi. Çocukluktan kurtulmanın, yetişkin olmanın önkoşulu kendi varoluşunun sorumluluğunu almaktır. Türkiye için bunun vaktidir. Bir kere de “mahallesizler” konuşsun. Kendi mahallesine mesafe alabilenler öteki mahalleye muhabbet duyanlar. Birlikte yaşamak isteyenlerin konuşma vakti geldi. Gelin kendimize onların serinkanlı gözleriyle ferah feza bir bakalım.

Ne dersiniz? Tanışalım.

‘Bizi severken devletten farkları yoktu’-2


HADİ canım!” Başörtülü dostum böyle dedi, Kemalist kadınları korkutabileceğini söylediğimde. Şöyle devam etti: “O kadar uzun süre kendimizi mağdur hissettik ki bizden korkacaklarına ihtimal vermiyoruz.”

Mesele de bu: Taraflar birbirine “ihtimal vermiyor”. Çatışmanın iki tarafı da tedirgin. “Cumhuriyet elitinin” amansız ve içe işlemiş kibri varsa, mağdur koltuğundan aceleyle fail koltuğuna geçmiş muhafazakâr kesimin “Bana benze” diyen “tebliğ nezaketsizliği”. İki tarafın da itiraf etmediği korkuları var. Üstelik iki taraf da birbirinin korkusunu samimi bulmuyor. Atatürkçüler için iktidara gelmiş muhafazakârların “mağduriyet hissi”; muhafazakârlar için Atatürkçülerin kendilerinden gerçekten korkması inandırıcı değil.

GÖNÜL ARKEOLOJİSİ

Tek bir çaresi var: Herkes kendi “mahallesine” dışarıdan bakacak. Herkes kendisinin, mahallesinin bir toplumsal projenin ürünü olduğunu teşhis edecek. Empatinin ötesinde bir girişimden, bir tutumdan söz ediyorum. Tanışmadan bahsediyorum. Karşı tarafa dairmeraklarımız, korkularımız ve kanaatlerimiz üzerine bir kazı çalışmasından. Şimdi, buna cesareti olanlar konuşacak. “Kafa Dengi” programından tanıdığımız yazar Tarık Tufan, akademik ve edebiyat kitaplarıyla Taraf Gazetesi yazarı Cihan Aktaş, “Yaşayan Kuran” adlı devrimci sayılabilecek Kuran-ı Kerimmeal ve tefsirinin yazarı, İslami hareketin vicdanlı entelektüeli İhsan Eliaçık, son romanı “Rüya” ile birlikte birçok kitabın yazarı Ümit Aktaş ve kadın hareketi içinde kıymetli bir yere sahip Başkent Kadın Platformu kurucularından, Star Gazetesi yazarı aktivist Hidayet Tuksal Şefkatli… Hepsi hemkendi hemde öteki mahallede saygın isimler. Aynı nedenle de ikimahalle tarafından topa tutulan bağımsız entelektüeller. Yaşları tibarıyla da üç ayrı kuşaktan geliyorlar. Onlara “Büyük Tanışma”yı sordum. Hepsi umutla ve heyecanla destek oldular. “Ötekimahallenin gazetesine” konuşmanın tedirginliğine kapılmadan kalplerini açtılar.

İLK İŞ AKP’DEN AYRILMAK!

Konuşanlar, AKP’nin iktidara gelmesinin ardındanmahallenin iktidar çevresinde toplanmasıyla daha da “kıyıda” kalan isimler.Muhafazakâr mahallenin hızlı zenginleşmesi sırasında “iktidar sofrasına” tamah etmeyen İslamcılar. Onlar, eski mahalle arkadaşlarının hızla iktidara yaklaşma sürecine mesafe aldılar. Tarık Tufan bu meseleyi şöyle teşhis ediyor: “Kendimizle, geleneksel muhafazakârlık ve Yeşil Kuşak Projesi arasına nasıl birmesafe koyacağız? İslamcılar bu sorunun cevabını bulamadan, bu toprağın özgün İslamcı kimliğini oluşturamadan iktidara çağırıldılar.

Sağ-liberal-muhafazakâr siyasetin esiri oldular. 90’larda kültür, sanat, felsefe ile uğraşıyorduk şimdi iktidar ve piyasanın tamortasındayız. Bu iktidar alanlarını kullanmak kişisel dönüşümlere neden oluyor. Aynı safta namaz kıldığın adamla artık randevusuz görüşemiyorsun. AKP’nin sahip olduğu sivil bürokrasi yeni bir insan tipi üretiyor. Aynı cemaatemensup olduğu “kardeşiyle” ilişkisi değişiyor. Bir sürü insanın hayal kırıklığı vardır ama konuşulmuyor. Çünkü bunları şikâyet edenler komünistlikle suçlanıyor.” Cihan Aktaş AKP iktidarıyla kendileri arasındaki ayrımın dışarıdan hiç bilinmediğini şöyle anlatıyor: “Başörtülü olduğumiçin insanlar gelip şöyle demeye başladı: ‘Sizin tuzunuz kurudur şimdi. Bizim oğlana da bir iş bulsanız.’ Alakası yok tabii.” Eliaçık bu “karışıklığın” nereden kaynaklandığını tarihsel olarak açıklıyor: “Şimdi gördüğümüz birçok kişi, malını korumak için önce antikomünist, sonra ülkede bunu savunanlar dindarlar olduğu için Müslüman oldu. Hiçbir hoca sana şunu anlatmaz: Peygamberimizin en büyük sünneti mülksüzlüktür. ‘Üzerimde mülkiyet olduğu halde Rabbimin huzuruna gitmekten haya ederim’ demiştir. Zenginleri küstürürüz, vakıflarımıza, cemaatlerimize zenginler para vermez, diye korkup anlatmazlar. Peygamberimizin ‘Ticaret yapınız’ dediği de yalandır.Müşrik bir tüccarın sözü Peygamberimize mal edilmiştir. Peygamberimiz yoksuldu. Ama şimdi Başbakan yoksula ağlayamıyor. Adalet, doğadaki güçlü zayıf dengesini aynen korumak değildir. Bu, afyon dindir. Din, adalet, eşitliktir. Yoksulun derdiyle hemhal olmaktır. Biz diyoruz ki; ‘dindar zihin: Senin bilincinde, tarihinde bu var. Uyan.”

En yakıcı biçimde adalet kavramının tesisinde birbirinden ayrılan İslamcılık ve muhafazakârlığın Türkiye’deki tarihsel kardeşliğine(?) Ümit Aktaş’tan çarpıcı bir örnek geliyor: “İslamcılıkla muhafazakârlık ilk kez birbirine karışmıyor. 12 Eylül öncesi Ülker’de, önce grev sonra lokavt oldu. Sabri Ülker cemaatlere haber ulaştırdı. Bir sürü Müslüman genci asgari ücretle işe başlattı. Oraya gidenler bunu, İslami mücadelenin bir parçası olarak gördü. Ama muhafazakârlık sadece İslamcılıkla karışmıyor. Örneğin zon 8 Mart’ta komutanların eşleri Anıtkabir ziyaretinde eşlerinin rütbelerine göre sıralandılar. Çağdaşlık adına yapılan bir eylemde eşler kocalarının gölgesinde. Bu da muhafazakârlığın Kemalizm’le karışmasıdır.”

MAĞDURİYETİN ASLI VAR MI?

Öteki mahallenin en büyük şikâyeti iktidarın mağdur edebiyatı. Mağduriyet söyleminin aslı varmı? Nereden besleniyor bu söylem? Nasıl her seferinde, en yüksek rakımlı toplumsal statüdeki muhafazakârlar arasında bile karşılık bulabiliyor? “Mağduriyet hâkim psikolojidir” diyor Hidayet Tuksal Şefkatli, “Pratikte çok mağduriyet olmasa bile resmi alana hâkim olan duygudan dolayı böyle hissedildi. Hafızalarda, Kuran okuyan insanların hapse girmesi kaldı. Hiçbir zaman solcular kadar çekmediler ama azınlık gibi hissettiler. Sayıları çok olan bir azınlık gibi. AKP’yi iktidara getirenler azınlık gibi hisseden bu çoğunluktur.”

SİNİK MÜCADELE

Ümit Aktaş ise tarihsel perspektiften bakıyor “mağduriyet siyasetine”: “Mağduriyet politikası Osmanlı’dan başlayan bir kültürel deformasyondur. Örneğin Fethullah Gülen’in ağlamasının salt dini duyarlılıktan kaynaklandığını söyleyebilirmiyiz? Osmanlı’nın ürettiği mağduriyet üzerinden mazoşist bir direnme biçimidir bu. Halk sünniliğinin savaşı siniktir. Ne iktidarın tam karşısına çıkar ne de teslim olur.

İslamcılar, 12 Eylül’de solcularla aynı tırpanamaruz kalmadılar. Sol, İslamcıların daha sonra yürüyeceği yolu açtı. Devletin şiddetini onlar göğüsledi, İslamcıların böyle deneyimi, geleneği yoktu zaten.” 12 Eylül’de solcularla birlikte Mamak’ta “tırpandan” geçen İhsan Eliaçık, mağduriyet söyleminin tohumlarını, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, o yıllarda atılan toplumsal psikolojik tohumlara bağlıyor: “Devletin kronik önyargıları var. Cumhuriyet, Osmanlı’ya karşı kurulurken meşrulaşmak için ‘Osmanlı kötüdür’ demiş. Dini meseleleri de Osmanlı ile ilişkilendirmiş. Bu yüzden dine ait bir görüntü görünce ona ‘irtica’ diyor.

‘Cumhuriyet eski düzene dönmeyecektir’ geriliminden kurtulmak lazım. Cumhuriyet, çağdaşların dindarlarla, Kürtlerle birlikte kurduğu bir şeydir. İslamcılarda da ‘Cumhuriyet bize karşı kuruldu’ gerilimi var. Cumhuriyet elitleri, dindarları, Kürtleri Cumhuriyet’e ortak etmekten kıskanıyorlar. Onların da ‘Size bunu yıktırmayacağız’ demekten vazgeçmesi lazım. Çünkümağduriyet, dışlanmışlık söylemi buradan kaynaklanıyor.”

Tarık Tufan ise AKP’yi iktidara taşıyan genç kesime dair içeriden gözlemlere sahip. Vaktiyle bana sorduğu bir soruyla “Büyük Tanışma” yazı dizisi fikrinin oluşumuna katkı sağlayacak kadar çarpıcı gözlemler bunlar. Şöyle sormuştu Tufan: “Sence niye kişisel gelişim kitapları, yaşam koçluğu gibi kapitalizmin ürünleri en çok Müslüman gençler arasında rağbet görüyor? Bir dışarıda kalmışlık duygusu var onun dibinde.”

BORDO CEKETLİLER

Tufan’a bu zaviyeden soruyorum mağduriyetmeselesini. O da aynı kalp zaviyesinden anlatıyor: “İnsanlar çocuklarını kendileri gibi yetiştirmek istediği için imam hatip liseleri var. Herkes bilir oradan imam çıkılmayacağını. Öte yandan mağduriyet çift taraflıdır. Hakan Albayrak’ın bir dizesi vardır: ‘Bizi severken devletten farkları yoktu’ Devlet senin sakıncalı olduğuna hükmeder, kadınların önü kesilir.

Muhafazakârlar da bunu kabul eder. Cemaatlerin çocuklarının okumalarını tek yönlü hale getirir, farklı bir dünyaya kulak kesilince totaliter yöntemler uygulanır. Ali Şeriati ile Kafka’yı aynı anda tanımaya izin vermezler. Avukat, doktor olursun yine de imamhatipli olduğunu saklamak zorunda kalırsın. İçki içmediğini, namaz kıldığını saklayanlar olmuştur. Örneğin en fiyakalı olmaları gereken gençlik yıllarında hacı amcaların kimseye satamadığı o bordo kumaşlardan yapılan ceketleri giyer bu çocuklar. Bu bile bir kırgınlık yaratır. Ve şimdi o kırgınlıkla
iktidarlar.”

Peki öteki kırgınlıklar? Mahalle içi kırgınlıklar yani? Karşı tarafa malzeme olur diye anlatılmayan. Onlar da yarına…

Mahallelerin karşılaşma anlarından konuşuyoruz. Ben, Nihal Bengisu Karaca ile yaşadığımız likör hadisesini anlatıyorum. Likörü Nihal’a uzattığım anda karşılıklı manasız bakıp kalışımızı. Benim likörü içkiden saymamamı, içki içilmediğine “ihtimal vermememi”, Nihal’in de buna gülecek kadar bu sürçmeyi samimi bulmasını. Giderek herkes güldüren-düşündüren karşılaşmalarını anlatıyor. Tarık’ın Romanlarla yediği yemekte yaşadığı ikram hadisesi şöyle: “Adam elinde birayla geldi. ‘Abi’ dedi, ‘Senin içki içmediğini bildiğim için sana bira getirdim’. Güldüm tabii, ne yapacaksın?”

İhsan Eliaçık’ın bürosuna her kesimden insan geliyor. Solcu ateistlerle İslamcılar birbirine karışıyor. İslamcılardan biri solcu ateistin vicdan, merhamet gibi kavramlardan söz ettiğini duyup da söylenenleri fazlaca onaylamaya başladığını hissedince sinirleniyor: “Sen de ne biçim ateistsin kardeşim!”

Hidayet’in ki ise o kadar eğlenceli değil: “8 Mart yürüyüşü yapılıyor, 2005’te. Bir grup başlarına küçük, kırmızı sembolik başörtüleri örtmüşler. Kortejde biz onların arkasındayız. Başörtülüyüz ya bizimle karıştırılmaktan korktular. Komiteye söyleyip yerlerini değiştirdiler. Öte yandan da polisten başka bir baskı. Onlar da ‘Bu solcularla aynı yerde olursanız başörtülü demez, size de aynı muameleyi yaparız’ gibi bir muamele. Enteresan değil mi?”



İslamcılar da değişir!-3


Her kesim, televizyonlarda en uç örnekleriyle temsil ediliyor. Her kesimin “Cevherini” taşıyan kişiler ise ekranlardan kaçmaya özen gösteriyor. Çünkü herkes, kendi mahallesindekiler hakkından söyleneceklerden çekiniyor

TÜRKİYE’de hiçbir kesimin birbirinden yeterince haberdar olmamasının nedenlerinden biri her kesimin ekranlarda genellikle en uçtaki, hatta bazen utanç verici örnekleriyle temsil edilmesi. Buna bağlı olarak da her kesimin ‘cevherini’ taşıyan kişilerin ekranlarda görünmekten hayâ etmesi. Ama bunun bir nedeni daha var: Herkes kendimahallesinde hakkında söyleneceklerden çekiniyor.

Karşı tarafın mecralarında konuşurlarsa söylediklerinin ‘düşman’ tarafından kullanılacağına dair bir baskı var. Bu, hemen her kesimiçin geçerli olduğundan, aslında konuşması gereken serinkanlı, sağduyulu figürler arasında, dolayısıyla damahalleler arasında hakiki anlamda bir iletişim gerçekleşemiyor.

Bu engeli aşıp, karşı tarafça kullanılır endişesiyle İslamcıların hiç anlatılmayan mağduriyetiyle devam ediyoruz. Karşı tarafın haberdar olmadığı kırgınlıkla…

“Yaşayan Kuran” tefsiri vemealinin yazarı İhsan Eliaçık, Kafa Dengi programının yapımcısı ve sunucusu Tarık Tufan, yazar-akademisyen Cihan Aktaş, Yazar Ümit Aktaş, Başkent Kadın Platformu’nun kurucusu Hidayet Tuksal Şefkatli…

‘GAZALİ’NİN KİTABI 15 GÜNDE BUNALIMA SOKAR!’

Eliaçık, mahalle içi baskıyı sorunca, 1960’lara, Cumhurbaşkanı’nın da memleketi olan Kayseri’ye, muhtemelen ortak yaşadıkları çocukluk sıkıntılarına dönüyor:

“Saç uzatmak, favori bırakmak isterdim, top oynamak. Hepsi ‘gâvurluk’! Bunlar kırar bir çocuğu. Mesele şu: Dindarlar dini ritüel olarak görüyor. Devlet de dine böyle rol biçmiş. Herkes topyekûn ittifak etmiş. Din; vicdan, adalet ve merhamettir. Namaz kılan değil, vicdanlı olanmümindir.” Eliaçık, birden çocukluğundan kızlarının çocukluğuna, bugüne geliyor:

“Bugün de benzer şeyler var. Kızlarımı gönderecek okul bulamıyorum. Yazın kursa gönderiyorum. Geliyor, başını sıkı sıkı örteceksin filan… Cinsellik odaklı, saplantılı bir eğitim. Oysa dinin özü doğruluk, dürüstlük, yalan söylememek. Bunları öğreteceksin. Orada da birmağduriyet yaşanıyor. Gerilim içinde yaşayan çocuklar büyüyor.Mesela bütün dindar evlerde vardır Gazali’nin kitabı, İhyâ’u Ulûm’id-dîn. Bunu okuyan bir genç 15 günde bunalıma girer! O yasak, bu günah… Mağduriyet meselesinde, kadınların mağduriyeti daha fazla oldu hep. Kadınlar hem dindar erkeklerden mağdur, hemde okula gidemiyorlar.”

İSLAMCI MAHALLENİN FAHRİYE ABLA’YA HOŞGÖRÜSÜ

Birçok kişiden dinlediğim birçok hikâyede “mahalle içi” ötekileştirmenin dışarıya karşı geliştirilen ötekileştirmeden çok daha sert olduğunu duyuyorum. Sadece İslamcı mahallenin kadınlarına değil, aynı zamanda mahallenin ortalaması gibi düşünmeyen erkeklerine karşı da ötekileştirme çok şiddetli.

Hatta İslamcı edebiyatçılardan biri şöyle diyor: “İçeriden biri eğer bir ‘yanlış’ yaparsa, ‘kâfirden’ çok daha ağır bir baskıyla karşılaşır. Çünkü İslamcı ve muhafazakâr mahalleler kendilerinden olmayana daha açıktır, onların onayını beklerler. Dolayısıyla Kemalistlerin belki de korkmasına gerek yok. Çünkü onlara hiçbir zaman çok sert bir tepki gösterilmez.”

Müslüman entelektüel, başı açığa iltifat, kapalıya akıl verir

Özellikle Müslüman entelektüel çevrelerde, “dışarıdan” gelen, mahalleye sıcak yaklaşan başı açık bir kadın, izzet ve iltifatla karşılaşırken mahallenin içinden olan başörtülü bir kadın aynı oranda mültefit olamıyor. Yani “mahallenin bacısı” ikinci planda kalırken, mahalleye gelen “Fahriye Ablalar” sitayişle karşılanıyor. Başı açık kadınlar yeni ele geçirilen iktidarın bir parçası olarak mı görülüyor? Yoksa bu da bir “onay alma” derdi mi? Bu sorulara mahallenin kendisinin cevap vermesi daha doğru.

BAŞÖRTÜLÜ OLUNCA

Başörtülü kadınlar mahalle içinde bunu yaşarken Cihan’ın ve Hidayet’in anlattıkları, kırgınlıklarının devamlılığını gösteriyor.

“Çok okumaya çalıştım. Hep kendimi geliştirdim. Benim zihnim analitik” diyor Cihan, “Ama sırf başörtülü olduğum için ‘akıl verme’, ‘yol gösterme’ ve giderek ‘haddini bildirme’ tavrı ile karşılaştım. Başörtüm olduğu için akıl verilmelidir çünkü bana! Bu çok kırıcı bir şey. Ama giderek zayıfladı bu. 20 yıl önceki gibi değil artık.” Hidayet öyle demiyor ama:

“ODTÜ’de başörtüsü ile ilgili bir seminer oldu geçenlerde. Başörtülü kızlar sokulmadılar oraya. Kendileriyle ilgili seminere arka kapıdan girmeye çalıştılar. Ne kadar utanç verici onlar için. Mesela arkadaşlarım inanmıyordu çalışmak için gittiğim Bilkent Kütüphanesi’ne sokulmadığıma. Kapıdaki kadın her seferinde ‘Peruğunuzu takın’ diyor. Peruk taşımadığımı söylüyorum ve geri dönüyorum.”

BİLGİYE ENGEL

Bu söylediklerini duyan bir Kemalist kadının “Bir kadının bilgiye ulaşması nasıl engellenir!” tepkisi vermek yerine “Niye her seferinde deniyor acaba?” şüphesine düşebileceğini söylüyorum. Hidayet cevap veriyor:

“Bu durumu anlamak biraz güçtür karşı taraf için. Çünkü başörtünü çıkarsan ayrımcılığın nesnesi olmaktan kurtulacaksın. Bu yüzden insanlar senden başörtüsünü çıkarmanı beklerler. Zenciden beyazlamasını ya da Yahudi’den din değiştirmesini beklemezsin ama başörtüsü takılıp çıkarılan bir şey olduğu için insanların ilk tepkisi çıkarmanızı beklemek oluyor. AKP iktidarda olduğu sürece insafa gelmezler. Çünkü First Lady’yi görüyorlar. Ama onun başörtüsü bizim hayatımızda bir şey değiştirmiyor.”

İÇİNİ YAKAN GÖZLEM

Tarık ise “içini yakan” bir gözlemini paylaşıyor:

“23 Nisan şenliklerine katılmış çocuklarıyla üç başörtülü kadın. Muhtemelen varoştan geliyorlar. Bağdat Caddesi’nde oluyor olay. Klasik laik teyzeler de yürüyüşe çıkmışlar. Şunu dediklerini duydum: ‘Bunlar eskiden buraya gelmeye cesaret edemezlerdi.’ Ama elbette başı açık kadının da benzer bir aşağılanmayı karşı mahallede yaşadığını duyabiliriz.” O zaman gelelim o konuya. İslamcı mahalle de “açık” bir kadına “yol göstermeye”, “akıl öğretmeye” çalışır mı tıpkı Kemalistlerin Cihan’a yaptığı gibi? Daha açık konuşalım.

TEBLİĞE MUHTAÇ KADINLAR

İslamcı, başı açık bir kadında ne görünür? Tarık gülüyor:

“Tebliğe muhtaç olduğunu düşünürler. Yardıma muhtaç duygusuyla yaklaşırlar.”
İhsan Eliaçık daha da sert şeyler söylüyor:

“Aşırı dar gruplar Atatürkçüleri dinsiz görür. Dinî düşünen zihinde ötekileştirme çok şiddetli oluşur. Atatürkçü gerici, mürteci der. Ama dindar -bu Arap dünyasındaki din düşüncesidir- kâfir der. Kanı, malı, canı helaldir. Dinî düşüncenin handikapı budur.”

Tarık da aynı fikirde: “Tanrı adına konuşma yetkisini elinde tuttuğunu sanan insanın nasıl acımasızlaşabileceğini tahmin bile edemeyiz. Onlar benim gibi bir Müslüman’ı da ötekileştirecek kadar dinin kendilerine ait olduğunu sanabilir. Bunu yapmak zorundalar. Çünkü her cemaat aynı zamanda bir ekonomik yapıdır. Kendi inanma biçimini mutlaklaştırması gerekir ki o ekonomik ağ, iktidar devam etsin.”

‘Cumhuriyet Mitingleri’ni anlamak gerek

Hepsi karşı taraftan nezaket beklemeden nezaket gösterecek kadar zarif insanlar oldukları için kendilerini karşı mahalleye koyup oradan da bakıyorlar meseleye. Tarık Tufan, faşist olmakla suçlanan Cumhuriyet Mitingleri hakkında şöyle konuşuyor: “Bu kadar insanın tepkisini manipülasyon olarak geçiştiremeyiz. Mutlaka sahici korkuları var. Varoluşunun temel değerlerinin ortadan kalkacağı korkusu. Yerel uygulamalarda böyle tehditler oldu. Bunlar çıkarcı zihnin ürettiği bir şeydir. Kendini bilgi ile tanımlayan İslamcı ideoloji böyle bir nezaketsizliğe düşmez.”

Ümit Aktaş ise korku meselesinin ötesine geçip karşı mahalleden beklediği duyarlılığı anlatıyor:

“Korkunun haklı nedenleri olabilir. Ama bu korkunun ‘Mahallede içki satılmıyor’ gibi şikâyetlerle açıklanmasına şaşıyorum. Daha farklı, daha üst düzeyde bir duyarlılık bekliyorum.”

Cihan Aktaş “yarı aydınlardan” korktuğunu söylüyor kendi adına: “Ümmilik ve okurluk. Bu ikisinin arasındakiler çok korkunç. Ümmilerin iktidar tarafından yozlaştırılmamış, kalp gözüyle görme marifetleri var, iletişim kurabilirsiniz. Okur insanla da derinleşebilirsiniz, paylaşabilirsiniz. Ama aradakiler, sadece şartlanmalarını pekiştirecek şeyleri okuyanlarla konuşmak çok zor. Her şeye
rağmen onların da bu tartışmada olması gerekiyor.”

GÜLEN GRUBU NASIL DEĞİŞTİ?

Korkular nedeniyle görülmek istenmiyor belki. Ama Türkiye’de herkesin değiştiği bir dönemden geçiliyor. Peki İslami mahalle nasıl bir değişimden geçiyor? Bu kesimi kadınlar ve sadece onların görünümü üzerinden tartışmak kabalık ve cahillik olsa da Hidayet’in söyledikleri kendinden öte bir değişimin sinyallerini veriyor: “Dindarlar da değişir. Örneğin Fetullah grubunun kadınları 80’lerde çenelerini de kapatırlardı. Grup içindeki fetva değişmemesine rağmen pratik değişti. Yazarlar Vakfı kurulduktan, Nevval Sevindi’nin Aktüel’deki fotoğrafları yayınlandıktan sonra bir şey oldu. Cemaatin saygı gösterdiği bir ismin açık pozlarını gördüler. Refah’ın ve Fethullah Hoca’nın sarışın kadınları vitrine koyduğunu gördüler.

Bunlar altta bir şeyi kırdı. Çünkü başörtülü örtünürken açık kadını ‘ötekileştiriyordu’. ‘O, günah işliyor’ diyordu. Ama örtünmeyi öğütleyen cemaatin senin geçmişte bıraktığın halindeki bir kadına saygı gösterince… E o zaman sen niye örtündün? Birden açılma başladı. Eskiden, gazetelerde ‘Yüz tüylerimizi alabilir miyiz?’ diye sorulurdu, ‘Alınmaz’ derlerdi. Ama Fethullah grubu 28 Şubat’tan sonra kendi grubundaki bütün öğrencilere ve öğretmenlere başını açtırdı.”



KÜRTLERİN KALBİNDEKİ ÇARK-4


‘İNSAN ‘BENİM’ DEMEYE KORKAR’

ZULÜM, isyan ettirmez. İnsanın kendinden büyüktür sabrı. Ama zulüm, insanı insanlıktan çıkarır. İnsan sefaletini görür, utanç biriktirir. İnsan zulme değil bu utanca katlanamaz. Utançtan kaçmak için bütün yollar tükendiğinde isyan başlar, ondan önce değil. Kalabalıklar, liderlere değil bu utancın dayanılmazlığına iman eder. İşçiler de, yoksullar da, halklar da, işgale uğramış ülkelerin ulusları da ayaklanarak bu utancı savmak isterler.

Mazlum ayağa kalktığında ilk öğreneceği ders, zalim kadar sert olma mecburiyetidir. O sertliğe anlam katmak için kendi şiirini ve destanını da yazacaktır. İnsanı, söz harekete geçirir. Destanlar, kahramanlar, mitler, kültler zamanla birikir. Direniş, bir hayat alanına dönüşür. Artık dışarıda kalanlar, halkın değil, utancın parçasıdır. Çark, çalışır. Otorite, direnişçiyi şeytanlaştırdıkça dönüşüm hızlanır. Artık Diyarbakır’daki bir çocuğun ‘gerilla’ olmayı istemekten başka çok az seçeneği kalmıştır…

Olup biteni anlatmak için çok geçtir. Ayağa kalkmanın nedeni olan o eski, ilk hikâyeyi anlatmak için her zaman çok geçtir. Bir Kürt’ün hikâyesi sustuğu yerde başlar. Acı hikâyesini anlatırken bir yerde durup “Neyse…” der. Sonrasını kaldıramayacağınızı düşünür. Ortadoğulu bir gelenektir, en korkunç şeyleri anlatırken gülmeye çalışacak, sizi güldürmek isteyeceklerdir. İnsan ‘dağılırsa’ bir daha toparlanamayacağı için, Diyarbakır’da nice kan hikâyesi şakalar arasında anlatılır. Birbirlerine anlatmazlar bunları, nasılsa herkes aynı yerden geçmiştir.

Ötelerden gelen kimse de öncesini sormayınca… Anlatılmaz yani aslında hikâye. Neyse…

Bu, hikâyenin “Neyse”den sonraki kısmıdır. Apo’nun bir saç teli için 12 yaşında çocuklar niye 20 yıl hapis yatar, delikanlılar niye bir gün ortadan kaybolup dağa gider, bu insanlar Newroz’da neden dökülürler meydanlara, o lastikler şehrinizin kenar mahallelerinde niye yakılır, gökdelen sahibi olacak kadar ‘asimile olmuş’ bir Kürt işadamının bile niye sesi titrer mesele çocukluğuna gelince ve Kürtçe yemin etmek için Meclis kürsüsünde niye bir ömür hapis yatılır? Anlatılanlar, yaranın öfkeye dönüşüp silahlanmadan önceki halidir. Tam kalbidir.

Kürt meselesini bildiğimizi sanıyoruz, oysa hiçbirimiz bilmiyoruz bir Kürt nasıl büyür. Çocukluk yaraları ya büsbütün susmaya ya da bağırmaya nasıl dönüşür. Kürt olmayan biri yaşananları anlayabilir mi? Bu, o uzun cevaba bir giriştir

ALTI genç avukat, gülüyorlar. Konu, ilkokul hatıraları. “Tuvalet” denemediği için ilkokulda üç yıl yenen “taze badem dalından” sopa, “her bir Kürtçe sözcük için birleşmiş parmak uçlarına bir cetvel” uygulaması, çocuklara evlerde Kürtçe konuşulmaması için yaptırılan ajanlık… “Biz nasıl iş güç sahibi olduk” diyor Mahsuni, “Bazen hayret ediyorum düşününce”.

“Bilmiyorlar” diyorum, “Anlatsanıza, Kürt bir çocuk nasıl büyür?” Öfkeleniyor Ahmet:

“Ben onca şey yaşamışım. Anam babam kardeşlerim… Bir de bunları anlatmak zorundayım, öyle mi? Bundan büyük aşağılanma var mı? Bir de ispatlamak zorundasın çektiğin acıyı.”

BÜTÜN KÖYE DAYAK
Söz yumuşuyor, “sıkışmayı” anlatıyorlar. PKK tarafından öldürülen, çok sevdikleri öğretmenlerini, sonra aynı öğretmenin ölümü yüzünden askerden, “konuşturulmak” için yedikleri dayağı. Ne zaman düşse sesleri, biri muhakkak gülünecek(!) bir şey söylemek zorunda hissediyor kendini:

“Köpeklere taktılar bir ara. ‘Aldığımız istihbarata göre, gerilla gelince köpek havlamıyor, asker gelince havlıyor’. Haydi bakalım bütün köy dayağa!”

‘SIRITAN ÖKÜZE DÖNDÜK’
Başka bir gülünç(!) hikâye: “Otobüsle köye gidiyorum. Asker durdurdu. Yanımdaki yaşlı adam hemen çıkardı kimliğini. Ben de kızdım amcaya, daha sormadan kimlik çıkardı diye. ‘Yiğenim’ dedi, ‘Sen yaşlı öküzün hikâyesini bilir misin? Yaşlı öküzü pazara çıkarmışlar. Her gelen dişine bakıyor. Sonunda öküz kimi görse sırıtmaya başlamış. Bizi de öyle ettiler!’ Ne anlatalım şimdi biz sana! Böyle sessiz bir kuşakla silahların Arasında…”

Yaşayabilmek için unuttukları hikâyeler birbirini çağırıyor gülüşme arasında: “Feyzo’yu hatırlıyor musunuz? Hani bütün köyü dövüyorlardı yine. Sıra Feyzo’ya geldi. Asker soruyor. ‘Feyzi sen misin?’ Feyzo bağırıyor: ‘Allah etmesin komutanım!’” Kahkahalar arasında buz gibi bir cümle: “Yani sonunda insan ‘Benim’ demeye korkar, anladın mı? Neyse…”

Apo neden sevilir?

BATI’daki birinin Kürtlerle ilgili anlamakta en çok zorlanacağı şey Abdullah Öcalan’a duyulan eşsiz sadakattir. Üstelik kan hikâyeleri üzerine gülebilen bu insanlar sıra ona gelince bir tek fıkra uydurmamışlardır. Bir bakıma kutsaldır. Neden? Örgütü çok eleştirmiş biri olarak Nebahat anlatıyor: “Dilan diye Sasonlu bir kız vardı. Bir toplantıda, örgüt de, Öcalan da eleştiriliyor. Kalktı ayağa, bağırdı: ‘Öcalan’a laf ettirmem. Bizi o gelene kadar adam yerine koymadılar.’ Onun sayesinde adam yerine konduklarına inanmışlar.” Dağınık bir biçimde boyun eğerken birleşip direnmenin simgesi olarak kabul edildiği için ve bir daha dağılmak yok olmak anlamına geleceği için… Avukatlara soruyorum, ‘önderlikle’ ilgili ne düşündüklerini: “Onu hepimize ayrı ayrı soracaksın, ayrı bir yerde.” Birbirlerinden sıkılıyorlar sıra Apo hakkında konuşmaya gelince. Kolay değil. Saygı? Korku? Gülümsüyorlar. “Neyse” diyorlar, “Orayı geçelim.” Kürt siyasetinin en saygın isimlerinden birine soruyorum aynı soruyu. Şöyle açıklıyor: “Apo olmazsa bir değil on PKK olur. Kürt halkı birbirini ve Türkiye’yi kurşunlamaya başlar. Bizim hiçbir surette bölünmememiz için onun olması gerek.”

‘Kürt olduğumuzu döverek öğrettiler’

“KÜRTLERDE şoförün protokoldür, sen öne oturacaksın.”

Mahmut Ortakaya, Diyarbakır’da beni öne bindirmek için kapıyı açtığında gülerek anlatıyordu:

“Buralarda insan taşımacılığı kamyonla başladığı için, arkada da denkler ve hayvanlar olduğundan, Kürtlerde şoförün yanı hâlâ protokoldür. Geç bakalım.”

Doktor Ortakaya’nın, Türkiye İşçi Partisi kuruculuğundan Helsinki Yurttaşlar Derneği üyeliğine varan bir siyasi geçmişi var. Bu toprakta ne olmuşsa onda da olmuş. Tarihin üzerine yükselip olup bitenlere evrensel değerlerin serinkanlılığıyla bakan bir tabip, bir Kürt bilgesi demeli ona. Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilirken “Siz bu insanlara dışkı yedirirseniz biz onlara tuvaletten sonra el yıkamayı nasıl öğreteceğiz!” diyecek kadar dertle kıvamlanmış bir ‘teessüf dili’ var. Kürtler hakkında bilinmeyenlerin protokol incelikleriyle sınırlı olmadığını o da biliyor: “Türklerin bilmediği en önemli şey, Kürtlerin Türkleştirme serüveninde çektikleridir.”

Yeniden gülüyor: “Hıyarın bile GDO’suzunu istiyor. E o zaman Kürt’ün niye genetiğiyle oynuyorsun?” Bu gülüşme arasında epey zor oluyor ama gerilere, onun hikâyesine gidiyoruz nihayet: “İstiklal Marşı okunurken arkadaşım beni gıdıkladı. Hayvan bağırsağından kamçıları vardı. Bir ton dayak! Bak ben sana bir şey diyeyim: Ben o zaman Kürt olduğumu bilmiyordum. Kürt olduğumuzu onlar biliyordu. Şimdi anlıyorumonların bildiğini. Bize de döve döve öğrettiler.”

‘KÜRDÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM’

“Çocukları ırkçı yapmaya hakkımız yok” diyor Mahmut Hoca, “‘Kürdüm, doğruyum, çalışkanım’ kalıbına da dökemezsiniz çocukları.”

Ve kendi çocukluğunun nasıl bir kalıba döküldüğünü anlatıyor: “60 ihtilalinden sonra liste verdiler. ‘Bu köyde bu kadar silah var, bu silahlar gelmezse…’ Gelmeyince köyün erkeklerini soydular bir yere kapattılar. Sonra kadınları getirdiler. Birden erkekleri dışarı salınca… Böyle çok tiyatro oynatmışlar bize. Seyit Rıza’nın DersimKatliamı’nda söylediği gibi, ‘Ayıptır, günahtır, zulümdür.’ Ama sen yine de şöyle yaz… Neyse…” Nedir işte o ‘neyse’nin sonrası? “Yaz işte. Kürtlerin en yakın dostu Türklerdir. Ama bu dostluğun onurlu olması gerekir.”

Kederli bir es:

“Vicdan, insaf… Bunlar insanın hasletleridir. Okumuş olmaya gerek yok. Anlar yani, yaşanılanları bilse… İnsan, anlar.”

GÖKDELENİN TEPESİNDE ‘NEYSE’

İstanbul’un gökdelenlerinin en tepesinde bir Kürt, tuzu kuru. Bir elinde purosu, bir elinde verdiğimaaşların bordrosu. Ne derdi olabilir? “Susarsın” diyor, “En tepelerde adamlarla büyük paralar konuşurken birden televizyonda bir haber çıkar. Adamlardan biri Kürtlere bir küfür sallar ve sen susarsın. Tatsızlık çıkmasın diye. Ya da… Neyse…” “İnsan benim demeye korkar” yani. 7 yaşında cılız bir çocukken bir köyde ve 70 yaşındayken kalantor olsan bile bir gökdelenin tepesinde.

‘Her şey PKK ile başladı sanıyorlar, halbuki…’

“NE tuhaf” diyor Nebahat, Hasanpaşa Konağı’nda, “Hepimiz bu dili dayak yiye yiye öğrendik. Şimdi bu dilde edebiyat, siyaset yapıyoruz. Kim bilir, belki de yaralarımızı hiç anlayamayacağız.”

Nebahat Akkoç, Time Dergisi’nin yüzyılın 100 kahramanı arasında saydığı isimlerden. KAMER’in (Kadın Merkezi) kurucusu. Öğretmen eşi 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’ne girdi, 1993’te de faili meçhul cinayete kurban gitti. İki çocuğunu yalnız büyüttü, onlarca kez gözaltına alındı, işkence gördü. Yani Kürt coğrafyasında PKK’ya da devlete de aynı mesafede duran bir insanın “normal” hayatını yaşadı.

“Türklerin bilmemesine en çok kırıldığın şey nedir?” diyorum. “PKK öncesi. Her şey PKK ile başladı sanıyorlar” diyor. “Halbuki…”

KÜRT ÇOCUK ONLARCA TOPLU DAYAK GÖRÜR

Silvan. Nebahat küçük, askerler arama yapıyor. Kısa saçlı kız kardeşini erkek sanıp evin altını üstüne getiriyorlar. Gittiklerinde Nebahat da peşlerinden diğer çocuklarla birlikte. Köy meydanını görmek için bir yere saklanıyorlar. Bütün köyün erkeklerini toplamışlar yerde süründürüyorlar, sonra dövüyorlar. “Bunu Kürt bir çocuk büyüyene kadar en az onlarca kez görür” diyor Nebahat, “Babasının dövüldüğünü, annesine küfredildiğini. Bu, PKK meselesi değil. O öfke orada zaten.” O da aynı şeyi söylüyor: “Çocuklarıma hayret ediyorum. Nasıl büyüdüler, nasıl iş güç sahibi oldular.”

Neden?

90’lar. Çocuklar üniversiteye hazırlanıyor. Nebahat bulabildiği en kalın siyah kumaştan perde alıyor. Polisler evde yok sanıp gitsinler. Çünkü eşinin ölümü için mahkemeye başvurmuş, durmadan gözaltına alınıyor ve her alınışında…

“Her seferinde işkence. Eve her dönüşümde çocuklar halimi görmesin diye… Neyse…”



‘Alevi Açılımı mı, Sünni çalımı mı?’ sorusunun ötesinde…-5


Bir Alevi açılımı hikayesi… Kayseri-Sivas yolu üzerinde bir Alevi köyü. Açılım heyecanına kapılan köylüler yıllar sonra cemevini yeniden gündeme alırlar. Arazi tamamdır. Para için Kayseri Müftülüğü’ne, Diyanet İşleri Başkanlığı’na başvurulur.

Cevap: Red! Almanya’daki hemşeriler imdada yetişir: “Masrafı bizden, siz inşaat izni alın yeter.” Köylü bir umutla başvuruyu tekrarlar. Yine red! Derken muhtarın aklına bir fikir gelir:

“Anadolu mozaiğini yaşatmak için bütün dinlerin ibadet edebileceği bir kültür merkezi!”

Mimari çizimlere şahsen başlar. Hedef: 200 nüfuslu Alevi köyüne, cemevi, camii, kilise ve sinagog olan bir kültür merkezi kurmak!

Köylü “Hıristiyan’ı boş ver, köyde Sünni bile yok, kiliseyi n’apalım?” diye sorup, Almancılar da “Buna para vermeyiz” deyince… Muhtar istiareye yatıp yeni fikirle kalkar. Nüfus kütüğünü tarayıp Kore savaşı sırasında şehit olan bir askerin köydeki kaydını bulunca… Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsun! Şimdi köyde cemevi yerine çitle çevrili, ortasında Türk bayrağının dalgalanan bir şehitlik var.

Türkiye’de Alevilerin “açılımdan” sonraki hali, Zeynep Erdim’in bianet.org haber sitesinde yazdığı bu gerçek hikayeye benziyor. Alevilerin bir kimlik, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din derslerinin kalkması için başlayan açılım süreci, din dersinin ilkokul 1. sınıfa kadar indirilmesiyle sonuçlandı. Bu yüzden Aleviler içinde Alevi açılımına “Muaviye Açılımı”, “Sünni çalımı” diyenler çoğunlukta. Üstelik açılımın Aleviliğin tarifi talebi de işleri karıştırdı.

Kerbela’dan darağacındaki Pir Sultan Abdal’a, Dersim Katliamı’nda “Ayıptır, zulümdür, günahtır” derken asılan Seyit Rıza’dan, 70′i çocuk yüzlerce masumun katledildiği Maraş Katliamı’na, bir Hıdırellez günü Deniz ve Yusuf ile birlikte idam edilen, arkadaşları arasında, Alevi olması sebebiyle “Dede” adıyla bilinen Hüseyin İnan’a ve en son Sivas Katliamına… Kendini, kayıpları ve direnişiyle tarif etmiş bir toplumu, cemevlerine ideolojik galoşlarla girerek tanımak, aynı galoşlarla tarif ederek anlamak mümkün mü? Alevilerin tarihi kırgınlıklarının ötesinde bugün bu yarada atıyor kalpleri. Türküler yaktıkları yarıları, sol yarıları, tarifin dışında kalıyor.

“Bir daha mı anlatayım kendimi!”

Alevi toplumu, iktidarla “açılım” sofrasına oturmanın dağınıklığını yaşarken kendilerini, hakikatlerini anlatmalarını istenince…

“Kendimizi yeniden anlatmak… Bana en çok dokunan bu. Diyor ki mesela ‘Benim Alevi arkadaşım var.’ Ne bu şimdi? ‘Normalde olmaz’ der gibi. Mum söndü hakaretine, ‘Yok böyle bir şey, yapmıyoruz’ demek bile aşağılayıcı. ‘Gelin cemimize bakın’ lafları… Bunlar rencide edici şeyler. Bunca yıl korunmak için saklanmışsın, katliamlardan geçmişsin. Şimdi diyorlar ki ‘Hele bi’ anlat kendini bakalım’.

Arif Sağ, elini masaya vura vura konuşuyor. Duvarlarda bağlamalar. Hepsinin yumruğu havada…

“Açılım sofrası” o sağ yumruğu görmüyor, Alevilerin söylemedikleri, kalplerindeki mesele bu. Aslında bir Alevi dedesi olan, ama dedelik etmeyen Şair Haydar Ergülen bu yüzden “Aleviliğin rejimle ilgili bir meselesi var” diyor:

“Öncesinde de vardı, açılımda da aynı tutum devam ediyor: Aleviliği Sünnileştirme eğilimi! ‘Hepimiz Ali’yi seviyoruz’ demek bile Sünnileştirmenin bir yöntemi olarak kullanılıyor. ‘Dünya Türk, Aleviler Sünni olsun’ anlayışının devamıdır bu. Örneğin bu yüzden MHP Alevi adaylar çıkarır seçilmede, AKP’nin bu yüzden Alevi milletvekilleri vardır.”

Ama açılımla birlikte iktidarla Aleviler arasında diyalog sürecine girildi. Bu uzlaşma masasına oturunca Sünnileştirme operasyonuyla “uzlaşma masasına” mı oturulmuş oldu?

Arif Sağ, dağ gibi sesiyle kızıyor:

“‘Arif Sağ Başbakan’la niye aynı masaya oturdu?’ Çünkü ülkemi seviyorum arkadaş! Başbakana oy vermeyeceğim, o da biliyor bunu. Ama bu, onun bu ülkenin başbakanı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tayyip Erdoğan diyor ki “Bu proje parti projesi değildir, devlet projesidir”. Aksi olana kadar buna inanmak zorundayım. Benim bir ömür ideolojik bir duruşum olmuş, başbakan’ın gözlerinden etkilenip 1 dak’kada AKP’li mi olacağım? Şiirle, bağlamayla kavga etmiş bir toplum eline silah almaz. O zaman bu sorun nasıl çözülecek? Masaya oturarak.”

Haydar Ergülen, gülüyor, “Beni çağırmadılar bile” derken. Haydar, Alevi-Bektaşi Dernekleri Konfederasyonu Danışma Kurulu üyesi. “Niye gideyim ki?” diyor, “Ökkeş Şendiller’i çağırmışlar! Adam, Maraş Katliamı’nın bir numaralı aktörü. Sonra bir şekilde o işin üzerini kapattılar, çalıştaya gelmedi.”

Haydar, açılımın mimarlarının Türkiye’ye sunduğu yaşama biçiminin Alevilere uygun olmadığını anlatırken “Git Samsun’a” diyor, “Mendirekte her yerde, uzaydan bile görülebilecek çoklukta ‘Alkol almak yasaktır’ yazıyor. Sana ne kardeşim benim içkimden!”

İslamcı entelektüel Ümit Aktaş’ın önceki gün yayınlanan sözlerini söylüyorum, Alevilerin, Sol’un, muhafazakarlaşmaya tepkisinin “Rakımızı içemiyoruz” düzeyinden daha derin olması gerektiğini söylediğini. Haydar itiraz ediyor:

“Yok kardeşim! Her şey orada başlıyor. Bak anlatayım. Ninemler zamanında jandarma boğma rakı yapıldığı zamanı kollarmış. Rakı yapılıyorsa orada Aleviler var, demek ki cem yapılıyor. Cem’leri basmak rakıya bakılır yani.”

Açılım sürecinde iyice gerilen sinirler yüzünden Arif Sağ yine vuruyor masaya yumruğu:

“Alevilerin hayat yaşam biçimini tanıyacaksın! Bak, mesela tarihte Alevi isyanı yoktur. Nefsi müdafaa vardır. Zulme isyan eden geleneğe hayır desem Pir Sultan Abdal pirim olmazdı. Bu toplum katliamlar görmüş ama direnmiş. 1000 yıl cem’e izin vermediler de biz cem yapmadık mı? Yani bu insanlarla barışsan iyi olur. Barışmazsan da… Ben yine buradayım.”

“Aleviliğin bir ‘kibri’ vardır” diyor Haydar Ergülen aynı “inatçı varlık” zaviyesinden bakınca. Devam ediyor:

“Abartarak söylüyorum tabii ‘kibir’ diye. Müdanasızlıktır o, kendini dışlanmış hissetmez. Bir ara ‘Ülkenin asli unsurları kimler?’ diye soruldu. Kimse asli ya da yedek değil. Ama, Türkiye kültürünün, türkülerinin ne kadar Alevi olduğunu da fark etmeli.”

Katliamı “tarif” dışı bırakmak: AYIPTIR, GÜNAHTIR, ZULÜMDÜR

“Ben karakolda dayak yerken öğrendim” diyor Haydar. Ototamircisi babası çalışmak için gittiği Almanya’dan oğluna bir daktilo gönderiyor. Haydar, lise öğrencisi ve Deniz’ler asılmayı bekliyor. Bir bildiri döşeniyor yeni daktilosu ile. Ertesi gün bildiri sınıfa dağılınca…

“Bak” diyor polis, masanın üzerindeki dosyaları gösterip, “Bunlar 3K dosyaları”. 3K?
“Kızılbaş, Komünist, Kürt! Ona göre! Hem Kızılbaş hem Komünist olursan başına gelecek budur.”

Ne gelecek?

O gün Haydar, okulun önünde otuz kişiden dayak yiyor. Ülkü ocakları bu “kızılbaşı” yaşatmama kararı almış. Haydar’ın okuldan atılma kararı güç bela “sürgün”e çevrilip Ankara’ya gelince..

“Arkadaş olacağım herkese baştan söylerdim: ‘Ben Aleviyim, ona göre’. Arkadaşlarımdan biri, ailesi de solcuydu bak, tahtaya şöyle yazdı: ‘Haydar…

Mumsöndü?’ Enteresandır adı da Ömer’di. Kırılmıştım. Ama daha enteresanını söyleyeyim, en yakın üç arkadaşımın adı da Ömer’dir. Hatta oğlum oysaydı adını Ali Ömer koymayı düşünüyordum. (Gülüyor) Kırgınlıklar geçer, barışmak gerekir.”

Ama barışmak için de nezaket. Arif Sağ o noktada kırgın hala:

“Savcı Cihaner’in iddianamesinde Alevileri ziyaret etmiş yazıyor. Adamın suçu Alevilerle iyi geçinmek! Sonra bir evlendirme programında adam ‘Ben Kızılbaş mıyım?’ diye söylemez mi! Bu topluma, bunun hakaret olduğunu öğretmek lazım. Mumsöndü lafının hakaret olduğunu bilmeyenler var.”

Haydar, babasının bu mumsöndü saldırılarına verdiği cevabı anlatıyor. Kırgınlığını nasıl şakayla karıştırdığını:

“Eskişehir sanayide babam tamircilik yaparken Tatarlarla iyi geçinirlerdi. Beraber rakı içerler filan. Sonra çarşı Sünnileşmeye başlayınca, babama sorar olmuşlar ‘Mumsöndü yapıyor musunuz?’ diye. Babam da bir gün dayanamamış, ‘Yapıyoruz’ demiş, ‘Bir gün yengeyi de getir!’ Kırılır insan karısına aynı muamele yapılınca.”
Tek tek yaşananların ötesinde neye kırgındır Aleviler? Semahları, kendilerinden alınıp değiştirilmiş türküleri kadar tanınmasını istedikleri şey nedir? Hep zulme karşı durmuş, o duruşun karşılığı hep kanı dökülerek almış Aleviler, kimliklerinin “tarifinden” bir şey çıkarılmasını istemezler. Daha önemlisi, Sivas’ı, Maraş’ı ve Dersim’i, hiç değilse acılarının ellerinden alınmaması, yok sayılmaması. “Tarihin farklılaştırılarak yeniden yazımı yaşanıyor. Örneğin Sivas Katliamı’na karşı Başbağlar Katliamı’nı söylüyor radikal Sünniler” deyince ben, Ergülen hatırlıyor aslında en çok neye kızgın olduğunu:

“Bir şiir yarışması jürisindeydim. Söz, İsmet Özel’e geldi. Ben de ‘Şiirlerini severdim ama Sivas Katliamı’ndan sonra söylediklerinden dolayı artık şiirine bile gönül indiremiyorum’ dedim. Genç, Müslüman şairlerden biri demez mi, ‘Abi sen o olayda Arif Sağ’ın rolünü unutuyorsun? Onun tabancasından çıkan kurşunla kaç kişi öldü?’ Kavga çıktı tabii. Sivas gibi bir katliamı bile olmamış gibi yapmak… Ayıptır, günahtır, zulümdür!”

Dillenmeyen yara hep taze kalıyor

“Yavuz Semerci anlatırken bu iş bir gazete söyleşisi olmaktan çıkıyor. O anlatırken göz göze gelemiyoruz bazı anlarda. Acılı bir ülke hikâyesi bu…”

İclal Aydın, yaptığı röportajın bir yerine böyle bir-iki cümle sıkıştırmıştı. Sonra Semerci’den dinledim karşılıklı birkaç damla yaş döküldüğünü. Kimlik meselesine pek de takılmayan, iki soğukkanlı gazeteci olarak başlayan konuşmanın, yarasını geç itiraf etmiş iki insanın dertleşmesine dönüştüğünü. Hikaye şöyle başlamıştı…

Yavuz Semerci bir gün, “Bir Dersim Hikayesi” diye bir yazı yazdı. Anlattığı ailenin kim olduğu belli değildi, Dersim Katliamı’ndan kurtulan çocuğun Semerci’nin dedesi olduğu da… Bir sonraki yazıda Semerci bunu açıklayacak ve geç fark ettiği Alevi köklerinin tarihin yaralarıyla birlikte kucağına düştüğünü söyleyecekti. O güne kadar Alevi olarak ortaya çıkmamış iki Alevi gazetecinin konuşması ise ona yeni bir şey gösterecekti. Yara, hiç kimse konuşmasa bile, nesiller boyu aktarılıyor ve bir gün dillenmeyi bekliyordu. Dillenmeyen yara hep taze kalıyordu…


“İntikam almak için nedenleri var”-6


Başlarına gelmeyen kalmadı. Önce faşist olmakla, sonra darbecilikle suçlandılar. Bu yüzden kamusal tartışma alanında ne oldukları yerine ne olmadıklarını söylemek zorunda kaldılar hep. Türkiye’deki hızlı değişimin “mantar gibi” çoğalan göstergelerini aynı hızla anlamlandıramadılar. Korkan, hayatı korkularıyla tarif eden herkes gibi onlar da regresyona (gerileme) girdiler ve korkuları çabucak öfkeye dönüştü. Belki de istemedikleri kadar keskinleşti dilleri. Olduklarından daha sert, daha kapalı görünmeye başladılar. Ergenekon sürecindeki ideolojik hırpalanma da tam gaz girince sahneye Türkiye onları o kadar kenara itti ki dertlerini anlatamadılar. Ekrana çıkan emekli subayların kendileri adına laiklik savunuculuğu yapması çoğunun kalbini kırdı ama söyleyemediler. Birçok kesim gibi onlar da ancak çıldırırken göründüler. Bir yandan başörtülüler bir yandan ‘bol bol sür bol bol ye’ reklamlar, bir yandan Kürtler bir yandan özelleştirme harekatı, bir yandan Ermeniler bir yandan AKP hükümetinin güçlenişi: Kendilerine “emanet” edilen cumhuriyeti layıkıyla koruyamadıkları için suçluluk da duydular. Bu kadar büyük ve güçlü bir değişim karşısında bu işin içinde bir komplo olduğu duygusunu yaşayıp sorunu içli dışlı “mihraklarda” arayanlar da oldu. Ne olursa olsun şimdi mağluplar. Vaktiyle “Bir Dinozorun Anıları”na sığınanlar artık aynı zamanda sığınaksızlar… Bu yüzden değişmek zorunda olduklarının, kendilerini yeniden adlandırmak gereğinin farkındalar…

Başörtülülere burs verince

“Demokrat Atatürkçü dersen daha iyi olur.”

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Profesör Aysel Çelikel, daha konuşmaya başlamadan böyle diyor. Çağdaşlık ve laiklik kavramlarının simgesi haline gelen ÇYDD’nin başkanı olduğu için onunla konuşuyorum. Kutuplaşma sürecinde bir kesimin simgesi bir başka kesimin de hedefi haline gelen ÇYDD’nin başkanı Çelikel, Türkan Saylan aramızdan ayrıldıktan sonra Milliyet’e verdiği röportajla dikkatleri üzerine çekmişti. “Türbanlılara da burs veririz” dediği için Atatürkçü kesim tarafından eleştirilmişti. Ama aynı nedenle laiklik savunucularının bugünkü derdini anlamak için onunla konuşmak en doğrusuydu. Hem hukuk fakültesinde yıllarca hocalık yaptığı hem de şimdi toplumun en genç kesimiyle iletişimde olduğu için değişimi yakından takip edebilirdi. Üstelik en katısından en uzlaşmacısına Atatürkçü kesimlerle ilişkide olduğu için oraların derdini aktarabilir, özeleştiri de yapabilirdi. Nitekim daha konuşmaya başlamadan anayasanın değişim sürecini eleştirirken bile küçük bir özeleştiriyle başladı konuşmasına:

“Anayasanın değiştirilmesi süreci, mütehakkim dayatmacılıktır. Tamam, ötekiler de mütehakkim. Çünkü alışkanlıkları var ve en doğrusu o sanıyorlar. Zaten mesele de buradan kaynaklanıyor.”

“Biz hatalar yaptık”

Nereden kaynaklanıyor?

“Alışkanlıklardan… Ama benim neslim ya da bana yakın nesiller için şok ediciydi gelişmeler. Üniversitede, sokakta türbanlı yoktu bizim zamanımızda. 80’den sonra yayılmaya başladı bu moda. İnsanlar alışmadıkları siyasal yaklaşımları görünce, bunları yasaklama yoluyla ortadan kaldıracaklarını sandılar. Korku, öfke yarattı.”
“Biz de hatalar yaptık” diyor Aysel Çelikel. Ne gibi?

Geçmişe gidiyoruz. 15 yıl öncesine…

“Hukuk Fakültesi’nde dekanlığım döneminde, türbanla okula gelen, okul birincisi olan öğrenciye diploma töreninde nasıl davranmam gerektiği bana çok şey öğretti. Türban yasak değildi henüz. Kız çocuğu 100 üzerinden 86 almış. Okul tarihinde yok. O çocuğa gereken özeni göstermek gerekiyordu. Ben de kürsüye çıkardım, konuşma yaptırdım. Çok eleştirildi o dönemde. Ama hakların teslim edilmesi gerekir.”

“İntikam almak için nedenleri var”

Yine de sınırlarını açıklıyor Çelikel:

“Okul birincisi çocuklar gelirdi, muhafazakar İslamcı olduğu belli. Üniversitede bunları asistan olarak alma kültürümüz yok. Akademi de belli bir yaklaşımı, bir kültürü gerektiriyor. Dersleri ezberleyerek birinci olabilirler ama özgürlükçü, bilimi geliştirecek, çocukların önünü açacak kültürü yok. Nihayet hakkaniyetli bir gerekçe bulduk. ‘Yabancı dilin yok’ dedik. Yani intikam almak için nedenleri var… Bu yüzden de son yıllarda tablo değişti, üniversitelerde artık onlar var.”
Bunların mağduriyet yaratacağı düşünülmedi mi hiç?

“İslamcı kesimin mağdur olduğu aklıma gelmedi. Demek ki çok yönlü bakamamışız. Günün birinde onların da Cumhuriyet çizgisine geleceğini sanıyorduk, mesele bu. Öğrenciliğimizde Atatürk ilkelerinin değişebileceğini hiç düşünmemiştik. Bu ilkelerin donmuş ilkeler olmadığını biliyorduk. Ama sadece gelişebileceğini düşündük, gerileyeceğini hiç düşünmemiştik.”

‘Taviz vermeyeceğiz’ tavrı

Ya şimdi? İntikam alınıyor gibi hissediyorlar mı?

“AKP milletvekili söyledi, ‘Onlar bizi fişliyordu, sıra bizde’ diye. Bu gibi söylemler ortada bir intikam duygusu olduğunu gösteriyor.”

Aysel Çelikel esneyerek değişti belki ama kutuplaşma keskinleşirken büyük bir kesim de tam tersi bir eğilim gösterdi. Çelikel “kendi mahallesinden” çektiklerini şöyle anlatıyor:

“Türbanlıya da burs verebilirim deyince olay çıktı. Ayvalık’a Türkan Saylan’ı anma törenine gidiyorduk. Bir emekli öğretmen beni durdurup ‘Nasıl böyle dersiniz?’ diye bağırdı, ‘Taviz vere vere bugünlere geldik. Artık taviz vermeyeceğiz’ diyordu. Çok üzüldüm. Bu bakışın esnemesi lazım. Türkan hanım da böyle düşünürdü.”

‘İslamcıların sınırları bize dar’

Türbanlı-türbansız! Bütün bu tartışmanın kadınlar üzerinden ilerlemesi, bir haksızlık değil mi?

“Siyasetin ekseninde kadınlar var. Müslüman kesim kadını ‘namusu’ olarak takdim ettiği için o kesimin kadınları ayrımcılığa nesne oluyor. Kendi gibi olmayanları Müslüman saymamaları, laik kesimin en çok kırıldığı şeylerden biri bu. Öte yandan siyasal İslam kadınların hakkını teslim etmedi. O hareket bugüne geldiyse türbanlı kadınlar sayesindedir.”

Madem siyaset kadınlar üzerinden belirleniyor konuşmak mümkün değil mi? Karşılıklı etkileşim?

“Başörtülü kadınlardan bize davet geldi. Birkaç kişi toplantıya gittik. Ama bir daha gitmedik. Onlar kadın haklarını İslami kurallar içinde savunulmasından yola çıkıyorlar. Sınır bu olunca bizim istediğimiz kadın modeli çıkmıyor. İki kadın bir erkeğe eşit olunca ikincil konumda kadın modeli çıkıyor ortaya. O süreci devam ettirseydik karşılıklı etkileşim olanağı ortaya çıkabilirdi, bunu da biliyorum. Ama bunu yapamadık biz. Biraz çekingen durduk.”

Çelikel neden çekingen durduklarını anlatıyor:

“Mağlup durumdayız”

“Biz azınlıkta olan bir kesim haline getirilmeye çalışılıyoruz. Siyasi iktidar halkın temsilcisi olduğunu iddia ediyor. Ama siyasal İslam’a yakın olmayan çevreler de yaşıyor bu ülkede. Bu insanlar Atatürk demeye korkar hale geldiler. Bizim de yapmamız gerekenler var tabii: Örneğin demokratikleşmenin savunucusu biz olmalıydık.”

Öyle olmadı ve Çelikel’in deyişiyle “Atatürkçüler kamusal tartışma sahnesinde mağlup duruma düştü”. Vaktiyle İstanbul Üniversitesi’nde “Türbanı yasaklamanın geri tepeceğini” savunan Çelikel bu yeni mağlubiyetin geleceğini nasıl görüyor?

“Bu kesim mağdur haline getirilirse bu da geri teper. Örneğin son dönemde üç tane Atatürk filmi izledik ardı ardına. Bu yüzden de bugünkü iktidar ayrımcılığın, intikam duygusunun içine düşmeyecek bir yönetim kurabilseydi çok daha güçlü olacaklardı.”

“Hayal dünyasındaydık”

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni “türbanlı üye” almaya ikna ediyor bugünlerde Aysel Çelikel, aynı barışçı tavrı karşı mahalleden de bekliyor. Çünkü:
“Benim artık bu ülkeden talep edeceğim bir şey yok. Ama geceleri eşimle birlikte torunlarımız için ne kadar korktuğumuzu konuşuyoruz. Bu anlamda amğdur sayılabilirim ben de. Korkuyorum çünkü.”

Tam kapıdan çıkarken derneğin koordinatörü, 68 doğumlu Nilüfer Şenel anlatıyor:
“Onlar bizim dua etmeye ihtiyacımız olduğunu bilmiyor, camiye gittiğimizi” diyor, “Biz de… Ülkenin gerçeğinden uzak bir hayat yaşadık yıllarca. Hayal dünyasındaydık!”
Bir kesimin Türkiye için hayalleri kırılırken hayal dünyası da yıkılıyor. Bu yüzden söylüyor Çelikel:

“Bu rejim yıkılırsa… Kimin altında kalacağı belli olmaz. Hep birlikte geliştirmeye bakmalıyız.”

KUTU

Türkiye’nin kalbi kayıp!

Ellilerinin ortasında bir kadın. Emekli öğretmen. 1970’lerde sosyalist olduğu için işkence gördü. Arkadaşları öldürüldü. 1980’den sonra Türkiye’nin direksiyonu topyekûn sağa çekerken onun da payına Atatürk ilkeleri düştü. Oysa örgütlenmeyi yasaklamışken sistem sendika kuracak kadar soldaydı, Halepçe Katliamı’nda boykota katılmış, Maraş Katliamı’ndan sonra çocuklara Faşizmi anlatmıştı. Ne ki Türkiye, onun derdini anlatan sözcükleri hızla unuttu: Emek, özgürlük, sınıf, eşitlik… O da Atatürk’ün cümlelerine tutundu. Okulun Atatürk köşesine “Ne mutlu Türküm diyene” yerine “Okul, genç beyinlere insanlığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir” sözünü yazmayı tercih etti. Hiç değilse! Ç harfinin çengeli orak-çekice benziyor diye soruşturma geçirdiğinde öğretmenliği bırakmayı düşündü. Ama onun direncini kıran Türk-¬İslam sentezinin ‘faşistleri’ değil, çocukların hızla değişmesi oldu. Şimdi onu “Atatürkçüler” kümesinde sayıyor bu ülke. Kim bilir, belki “laik teyze” diye görenler bile olabilir onu, ama onun derdi başka. Derdi ne onun?

“Sanıyorlar ki derdimiz ‘milli birlik ve beraberlik’. O değil. Bu ülkenin ruhunu bozdular. Bak sana bir hikâye anlatayım. 80 öncesiydi. Okula müfettiş geldiğinde çocuklar ‘Ne yapalım hep birlikte?’ diye sorardı. 80 sonrası Özal döneminde çocuklar içeri girerken itiyorlar birbirini, kızdım. Dedi ki çocuk sırıtarak, ‘Fırsatları değerlendirmek lazım’. Birkaç yıl sonra yerde bir ceket. Herkes üzerine basıyor. ‘Birinizin ceketi düşmüş’ dedim. Hepsi yüzüme baktılar, ‘Benim değil ki’. Sonra kredili sistem geldi. Şimdi çocuklar yanındakini tanımıyor. Bunu yaptılar Türkiye’ye. Birlikte ve beraber hareket etmeyi, birbirini düşünmeyi, dostluğu ve onuru unutturdular. Artık benim bildiğim Türkiye değil bu. Buna kahroluyorum işte.”

Başka bir Türkiye kuruluyor şimdi. 50’lerinin ortasındaki kadın, Kürtlerin haklarını istemesine, İslamcıların görünür olmasına, Ermenilerin acılarını anlatmasına ya da darbecilerin yargılanmasına kızmıyor. Kızdığı, bu parçalanma duygusunun değersizleşmeye dönüşmesi. Kederi, insanların zulme karşı beraber hareket etmeyi unutmuş olması. ‘Yalnız ve güzel ülkesinin’ kalbini kaybetmesi… Ve hiçbir bedel ödememiş insanların gazetelerde kendisinden darbeci olarak bahsetmesi. Canı işte buna sıkılıyor annemin…


Ermeniler en büyük kırgınlıklarını anlattı: “Anadoluluyuz biz. İçinden!” *-7

Keder eskide değil, bugünde. Dokunup değiştirebileceğimiz yerde. Böyle söylerdi Hrant da. Dünü konuşmadan önce bugün hak ettiğimiz barışmayı yaşamak gerektiğini, sonra yarını birlikte kurabileceğimizi ve dünün meselelerini bu kardeşlikten aldığımız güçle konuşmak gerektiğini. Bunun Ermeniler için değil, memleket için, birlikte yaşamak için, adam gibi yaşamak için gerekli olduğunu söylerdi. “Her Ermeni bir belgedir, gidip sorun” dediğinde, birbirimizin hikayelerini dinleme nezaketini göstermemiz gerektiğini ima ederdi. Birbirimizi açık yüreklilikle merak etsek ne güzel olacağını anlatırdı. Bu memleketi, bu memleketli olmayı ölümüne severdi. Öldürüldü…

Memleket damarının efkarı

Yazar Karin Karakaşlı, Avukat Yazar Fethiye Çetin, Agos Gazetesi Ermenice Editörü Pakrat Estukyan… Üçü de Hrant’ın açtığı dil damarından konuşur: Memleket damarından. Üçü de “Ermeni mahallesine” dair bir şey söyleyince Ermeniler değil, memleket daha iyi olsun diye söyler. Bu sebepten öfkeli değil, hep biraz efkârlıdırlar.

“Belki de sadece sarılıp ağlaşmalıyız” diyor Karin Karakaşlı şimdi, “Zaten beraber ağlaşan insanlar nihayet katılıp gülmeye başlarlar nihayetinde. Söze gerek bile yoktur belki. Nasılsa herkes biliyor aslında olup biteni.”

Derdi Ermenilerin yaşadıklarının ispatlanması değil asla:

“Sanıyor musun ki Ermeniler başka bir ülkede bir oylama yapılıp da soykırım kabul edilince bundan gurur çıkarıyorlar. O oylamalarda tersi çıksa ne olacak? Benim ninemin yaşadığı yalan mı olacak? Mesele o değil. Mesele, toprağın huzuru. Ne olacak ki? Ermeniler yine kendine dönük, kapalı yaşar. Ama… Ruhun şad olsun denir ya.

Ruhlar şad olmuyor. Toprak huzur bulamıyor.”

Toprak huzur bulmayınca?

“Çocuklarımız beraber yaşayamaz” diyor Fethiye, “Çünkü yara nesilden nesile aktarılır. Onlar da huzur bulamaz.”

Toprak değil, memleketi yitirirsin

Peki yara nedir? Ermenilerin en çok kırıldığı nedir? 1915 midir?
Kederle gülümsüyor Pakrat:

“O değil de… En çok ‘yabancı’ muamelesine kırılır insan. ‘Nerden geldiniz?’ diye sorarlar. Kırmak için sormuyor belki ama yaralayıcı bir sorudur bu. Herkes başka bir yerden geldiğimizi sanır. Yıldırım Akbulut söylemişti başbakanken, “Ermeniler Erzincan’a bile gelmiş’ diye. Erzincan’ın yaylaları, Elazığ’ın ovaları benim 4000 yıllık kadim yurdum. 1915’e gelince…”

Duruyor:

“İnsan kaybı önemli tabii ama 1915’in en büyük kaybı toprak değil, “vatan” kaybetmektir. Arazi değil yani, sana ait bir memleket duygusunu kaybediyorsun. Ölmek değil yani, memleketinden Uruguay’a, Marsilya’ya savrulmak… Bilir misin, 1920’de Ermenilere tek kullanımlık pasaportlar verdiler, giderlerse geri dönmesinler diye. Öylece savrulduk dünyaya işte.”

‘Siz nereden geldiniz?’

Fethiye, Pakrat’ın kaldığı yerden devam ediyor:

“’Ermeniler ekmeğimizi yiyip konuşuyorlar”. Bu, hâlâ geçerli bir söylem. Buralı olmadığımız sanılıyor çünkü. Ankaralı bir Ermeni anlatmıştı. O kadar çok ‘Siz nereden geldiniz?’ diye sorulmuş ki sonunda dayanamayıp söylemiş: ’Biz hep buradaydık kardeş, siz nereden geldiniz?’”

Fakat Karin’e sorarsan bu konuda suçlu olan Türkler değil:

“Dayatılmış bir cehalet var. Kişilerin ait olduğu kültürleri bu toprağı oluşturan şeyler değil, ancak çaba ile kat edilebilecek mesafeler olarak dayattılar. Alevi, Kürt, Ermeni insanlar birbirine ulaşabilmesi için çaba göstermek zorunda kalıyorlar.

Maruz kaldığımız eğitim sistemi böyle bir sistem. İnsanları birbirine mesafeli kompartmanlara bölüyor. Milli Güvenlik kitabındaki Ermeni tarifinin beni kırması önemli değil, asıl Türk çocuklar yaralanıyor. Bir Arat, bir Karin tanımazsa ‘Ermeniler’ diye bir küme öğreniyor, insani gerçekliği öğrenmiyor. En son suçlayacağım Türk halkıdır. Ortalıkta bilgi, paylaşım vardı da onlar mı reddetti?”

Nezaket ve merak

Peki ne bilselerdi değişirdi her şey? Düşman olmaya, düşman kalmaya yemin etmişleri bir kenara koyarsak bilgisizlikten dolayı Ermenilere mesafe alanlar ne bilselerdi…
“Gavur olmadığımızı” diyor Pakrat, gülerek ekliyor:

“Bir de hepimizin zengin olmadığını! Biz bu memleketin kaderini paylaşan insanlarız sadece.”

Fethiye “Merak etselerdi ve tarihin aslında aile hikayeleri olduğunu bilselerdi” diyor. Bir hikaye anlatıyor:

“Elazığlı MHP’li bir adamdı. Aile hikayelerimizden söz ediyorduk. Birden aklına geldi. ‘Bizim evde’ dedi, ‘duvara saklanmış bir kutu gümüş düğme bulmuştuk’. O düğmeleri konuşmak lazım işte. Gidenler onu hangi duygularla bıraktılar? Nereye gittiler Yoksa belgelerle sayılarla kavga etmekle olmuyor. Diyarbakır Çermikli bir adam da ahırlarında bir piyano olduğunu söylemişti. Hiç merak etmemiş ahırda piyanonun ne işi var diye. Merak etsek işte, nezaketle dinlesek…”

Karin de aynı şeyi söylüyor:

“Bunlar aile hikayesi. Aile hikayesinin yalanı olur mu?”

‘Kurcalama’ ihtiyacı

Özellikle Fethiye’ye soruyorum. Ayşegül Altınay ile birlikte yazdıkları “Torunlar” kitabından sonra neler yaşadığını. Bir dip dalga olduğunu düşünüyorum çünkü Hrant öldüğünden beri. Ailesindeki köklerini araştıranların çoğaldığını, insanların buldukları Ermeni, Kürt, Alevi bağlantılarını anlatmaya başladıklarını…

“İlginçtir büroma insanlar gelmeye başladı. Ama oturmadan önce ara kapıların tamamını kapatıyorlardı. Korkuyorlardı ama yine de anlatmak istiyorlardı. Bazen sokakta bile durduruyorlar. ‘Benim de ninemin dedemin hiç akrabası yoktu. Acaba?’ diye.”

“Neden kurcalayıp duruyorlar. Hepimiz bir yerden geldik sonunda” diyecebileceklerini söylüyorum Fethiye’ye. Kurcalama ihtiyacının nereden kaynaklandığını soruyorum:
“Anneannemin suskunluğu beni çok etkilemişti” diyor, “9 yaşında yaşamış olayları ve bana ancak 69 yaşında anlattı. Bütün hikayeyi 60 yıl boyunca içinde kendi kendine sürekli anlatmış olmalı. Yoksa bütün o adlar, yer isimleri, tarihler aklında kalamazdı. Muhtarın ismi bile! Araştırdım bütün ayrıntıları doğru hatırlıyor.

Düşünsene 9 yaşında bir çocukken başlıyor içinden anlatmaya. Bu haksızlığa ortak olmamak için konuşmam, yazmam gerekiyordu.”

Karin de benzer bir suskunluktan söz ediyor:

“Yengemin altın kemeriyle dağları yürüyüp İstanbul’a geldiğini anlatırlar. O kadın ölünceye kadar bir tek kelime konuşmadı. Sustu. Çok insan vardır öyle. Agos’a her gün bir iki kişi gelirdi. Les Armeniens diye bir kitap vardı, oradan köylerini bulmaya çalışırlardı. Orada onların aradığı Ermeni kimliği filan değildi. Köyleri ve hakikatti. Bunu temiz yürekle görmek lazım.”

‘Allah’ diyen nineler anlatır 1915’i

Peki nasıl anlatılır? 1915 Türkiye’deki Ermeni çocuklara nasıl anlatılır?
Pakrat “Deden ninen olmalı” diyor, “Onlardan dinlersin. Ben onlardan dinledim.

Tokat’ın Erbağ’sından babannem. Abisi kanun çalarmış, gümüş yüzükler yaptırmış kanun için. Mesela bu kalmış aklımda. Özellikle eğitim için anlatılmaz. Çoğu aile de çocuk düşmanlık taşır, ülkeye kinlenir diye anlatmaz. Herkes farklı da anlatabilir.

Babannemle anneannemin tepkisi farklıydı mesela, onu hatırlıyorum. Erzincan’da deprem olmuştu. Anneannem ‘Allah’ım bu ne beladır gelmiş insanların başına’ derdi, babaannem ‘Bize yaptıkları çıkıyor’ derdi.”

Bir dakika? Ermeni anneanne ‘Allah’ım’ mı derdi?

Pakrat gülüyor:

“Tabii. Hatta anneannem ne zaman ezan duysa haç çıkarırdı. Bak mesela, Arapkirli bir adam vardı, İstanbul’da. Duasını namaz kılar gibi dizinin üzerinde ederdi. Yaptığına da ‘namaz’ derdi.”

Karin 1915 hatıralarının anlatılırken “masal dili” kullanıldığını söylüyor. Peki nasıl dinlenilmeli Ermenilerin hikayesi?

Fethiye hikayelerin gücünden söz ediyor:

“Hikayelerin bizi birbirimizi yaklaştırdığı klişe değil, hakikat. Kamplaşmalar, sanırlar, bir hikayeyi dinlemek için oturduğunda bulanıklaşıyor. Örneğin çocukluk arkadaşımla siyaset konuşsam, 1915’i konuşsam kavga edebilirim ama aynı mahallede geçmiş çocukluğumuzu konuşunca, ninelerimizi, dedelerimizi anlatınca, “Kötü şeyler olmuş” noktasına geliniyor.”

“Temiz kalple” diyor Karin, “Biz onlara anneannemizi, dedemizi anlatıyoruz. Temiz kalple dinleseler…”

Ermeni mahallesinde özeleştiri

Bir dinleme süreci başlayacak gibi oldu. Adına açılım dendi. Bunu sorunca Pakrat ve Karin Ermeni mahallesine dair bir özeleştiriye girişiyorlar. Hrant yaşarken suskun Ermenilerin “huzurunu” bozardı, onlar da aynı yeri kurcalayacak şeyler söylüyorlar.

Pakrat “Bizi kim temsil ediyor meselesi gündeme geldi” diyor. Bir takım vakıf başkanları gidip Başbakan’a ‘Bizim bir sorumuz yok’ diyor. Hatta orada durmuyor, kaçak Ermeni açıklamasından sonra ‘Başbakan’ı Ermeni sayısı konusunda biz yanılttık’ bile diyorlar.”

Karin bu yaklaşımın Ermeni toplumunun sınıfta kalması olduğunu söylüyor:
“Türkiye Ermenilerine sorunun çözümü tepsi içinde gelmeyecek. Onların da bir şey yapması lazım. Hrant’ın öldürüldüğü Türkiye’nin Ermeni olarak artık ‘Bizim hiçbir sorumuz yok’ söylemine tenezzül edilemez. Susmak bile bundan daha vakur bir tavırdır. Ama sorunumuz yok demek… İnsanlar ‘Özür Diliyoruz Kampanyası’ yaptılar.

Cevabı ‘Bizimle ilgilisi yok’ gibi bir tavır oldu Ermeni tarafından. Bu sana elini uzatan insanın elini havada bırakmaktır. Onları müşkül durumda bırakmaktır.”

Hrant’tan sonra korkacak ne var?

Hrant’tan sonra mı oldu bu peki? Bu tedirgin suskunluk?

“Bilakis” diyor Fethiye, “Hrant’tan sonra gençler daha çok konuşmaya başladılar.” Karin de aynı fikirde:

“’Korkacak ne kaldı ki’ tavrıyla konuşanlar çoğunlukta. Ama ‘Biz Türklere güvenilmez dememiş miydik!’ diyenler de var.”

Sıra Pakrat’a gelince… Hrant’tan sonra deyince?.. “İyi şeyler oldu diyemem” diyor, “Kalbim elvermez.”

Sondan sonra-8


“BÜYÜK Tanışma” yazı dizisi bugün bitti. Okuyanlar, Türkiye’nin bugünkü ruhunu anladılar. Şimdi daha iyimserler. Televizyondaki, Meclis’teki kavgalara bakıp, “Bu ülke bu işi kıvıramayacak galiba” diye efkârlananların kederi dağıldı. Çünkü bu yazı dizisi, Türkiye adlı bir “imkânı” göstermek için yapıldı. Yazı dizisine bakanlar, Türkiye’nin yol haritasını gördüler. Hakiki yol haritasını… Kalbimizin haritasını. Konjonktürel gerginliklerin, gelip geçen hükümetlerin, her gün değişen “bomba gibi gündemlerin” ötesinde, kalıcı olanla, tamı tamına “biz” olanla ilgili cümleler kurduk çünkü. Hepimizin hep birlikte neye ihtiyacı olduğunu gördük.

KARŞI MAHALLELERİN BENZER CEVABI

Enteresandır, yazı dizisi sürerken birbirinden çok farklı, muhtemelen birbiriyle hiç konuşmamış insanlar aradı. Örneğin, İslami kesimin vicdanı saydığım, yazar-sosyolog Fatma Barbarosoğlu ile Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök aynı gün art arda arayıp, neredeyse aynı cümlelerle kutladılar yazı dizisini. Belki de bundan sonraki hedef, birbiriyle hiç konuşmamış insanları bu samimiyet ve aynı nezaketle gerçekleşecek bir konuşmaya davet etmek olmalı. Çünkü krizler gelir geçer, biz buradayız. Anadolu burada. Ve biz, birbirimizin gözünü oymadan yaşamak zorundayız. Kimsenin “Ya sev ya terk et” kıskacına maruz kalmayacağı bir ev kurmalıyız.

TÜRKİYE KİMDİR?

Peki “Büyük Tanışma” yazı dizisi boyunca ne öğrendik Türkiye hakkında, sıralayalım…
Her kesim, “Estağfurullah”tan şikâyetçi. Konuşanların hepsi istisnasız aynı şeyi söyledi. Ermeni’yim, Kürt’üm, İslamcıyım, Atatürkçüyüm, Alevi’yim demenin cevabı hep aynı: “Estağfurullah!” Buradan ne çıkıyor? İnsani ve toplumsal ilişkinin en basit nezaketini ıskalıyoruz: Birbirimizin neye kırıldığını bilmiyoruz ve hiç söylemesek bile “ötekinin” eksik, yanlış, bozuk olduğunu taşıyoruz kafamızın arkasında. Ayrımcı olduğumuzun farkında değiliz.

Bu ülkenin inanma üslubunda, aidiyet kültüründe bir jakobenlik var. Herkes bir diğerinin kendine benzemesini istiyor. Buna karşı çıkanlar bile aynı hamurdan yapıldığı için onlar da aynı katılığı sergiliyor davranışlarında.

Herkes, karşı mahalleden çok kendi mahallesinde kendi hakkında söyleneceklerden çekiniyor. Karşı tarafla hakiki bir iletişimi sağlayacak olan özeleştiri, karşı tarafın cephanesi olacak korkusuyla her kesimin eleştirisi kendi içinde kalıyor. Her kesim, karşı tarafa yaptığından daha sert bir ötekileştirmeyi kendi içinden çıkan, özeleştiri yapan figürlere karşı uyguluyor. Yani her kesimde tektipçi terör var.

Bütün kesimler lafa, “Ben kendimi yeniden mi anlatacağım!” öfkesiyle başlıyor ama hepsi, kendini hakiki anlamda anlatmak için yanıp tutuşuyor. Herkes televizyonlardaki “ringe” dönüştürülmüş toplumsal tartışma ikliminden rahatsız. Bütün kesimler biraz daha serinkanlılık ve nezaket bekliyor.

Herkes o kadar ajite olmuş durumda ki en saf ve iyi niyetli merak bile saldırı olarak algılanıyor. Oysa her kesim kendisinin yeterince tanınmadığına inanıyor. Aslında biraz ihtimam bekliyor herkes ve “kavga” ortamının sertliğinden dolayı kimse bunu söylemeyi kendine yediremiyor.

Herkes, “ötekinden” öğreneceği bir şey olduğunun, hatta “ötekinden” öğrendiğinin farkında aslında, ama itiraf etmiyor. Solun direnç kültürü sağı, laik kesimin şehirliliği İslamcıları, Alevilerin insana yaklaşımındaki letafet Sünnileri, Ermenilerin bu ülkedeki yaşama inadı, ırkçı olduğunu fark etmeyen Türkleri etkiliyor. Kimse birbirine ne kadar özendiğini açık etmiyor.

Ortak noktalarımızı birbirimize benzemek endişesiyle reddediyor ve “karşı mahalleden” sanılmak endişesiyle karşı mahallenin davranışlarından hiçbirini sergilememeye gayret ediyoruz. Bu, kutuplaşmayı gerçekte olmadığı kadar keskinmiş gibi gösteriyor.

NE YAPMALI?

“Büyük Tanışma” yazı dizisinde daha ziyade yaralarımızı ve korkularımızı tanıştırma niyeti, böylece herkesin hiç göstermediği yanlarıyla anlatılması hedefi vardı. Ama bu yeterli değil. Konuşmaya yeniden başlamanın yöntemini bulurken iki insan arasındaki bozulmuş iletişimi canlandırmak için kullanılan yöntemleri kullanmak gerek. İyi yanlarımız neler, bunlardan konuşmalıyız.

İslamcıların mana dünyasının derinliği, solun açık kalplilik imkânı, laiklik savunucusu kesimin ülke konusunda içtenlikle endişelenebilme yeteneği, Alevilerin bu kadar baskıdan sonra hâlâ içine kapanmama becerisini göstermesi, Ermenilerin acıyı taşıma asaleti… Şaka değil bunlar. Bu ülkenin içine düştüğü öfke nöbetinden kurtulması için şefkat, merhamet, vicdan ve serinkanlılık gerekiyor.

NASIL YAPMALI?

Birlikte yaşamı, konuşmayı savunmak soyut kavramlar. İçini nasıl dolduracağız?
Kabullenmenin dayatmacı tonu da değil, hoşgörü göstermenin içinde gizlenen kibir de değil. Eşit insanlar olduğumuz bilgisini bilinç haline getirmiş bir ruh haliyle meraklarımızın müstehcenliğini ve korkularımızın naifliğini kabul ederek konuşmaya başlamamız gerekiyor.

Türkiye’nin içinden geçtiği dönüşümde kimsenin kendini yok sayılmış ya da fazla muktedir hissetmeden, kimsenin mağduriyetlerinin acısını ötekinden çıkarma hedefi gözetmeden, herkesin bu konuşmaya katılması gerekiyor. Şimdi bu bilgi demlensin, belki sonra yeniden konuşmak gerekiyor…

BÜYÜK TANIŞMA 28 Mart-03 Nisan 2010 Haberturk.com


Hiç yorum yok: