Kumkapı Ermeni Balıkçıları (1952) – Ara Güler

 © This content Mirrored From turkiye-ermenileri.blogspot.com/ “1952 yılında, Ermenice olarak çıkan Jamanak gazetesinde altı gün süresince (21-26 mayıs) Kumkapui hay tzıgnorsnerun/Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte adıyla yayımlanan foto-röportajı, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla, Ermenice, Türkçe ve İngilizce olmak üzere üç dilli olarak yayımlandı.

Kumkapı Ermeni Balıkçıları kitabı, Ara Güler’in Kumkapı’da yaşayan Ermeni balıkçılarla yaptığı röportajlardan ve o dönemde balıkçı köyü olan, bugün çoktan tarihteki yerini almış Acemdağı Mahallesi’nde çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Güler, Sirkeci’den başlayıp Bakırköy’e dek uzanan Kennedy Caddesi’nin (Sahilyolu) yapılmasıyla yok olan Kumkapı’daki Acemdağı Mahallesi’nin, bu mahallenin sakinleri olan balıkçı Dacat’ın, Zareh’in, Kevork’un ve başkaca birçok balıkçının hayatlarına objektifiyle dahil olmuş; onlarla balığa çıkmış, onlarla voliyi bulmuş, onlarla hayal kırıklığına uğramış.”

Serdarhan Aksoy, 16.12.2010 tarihli Taraf Gazetesi

Ara Güler’e mektup – Sennur Sezer
(23/12/2010 tarihli evrensel.net)

Sevgili Ara Güler,
58 yıl önce çektiğin fotoğraflar önümde: Kumkapı Ermeni Balıkçıları. Bu fotoğrafların öyküsünü de biliyorum, fotoğraflarını nasıl çektiğini de… Fotoğraf makinesini aradan çıkarmak gerektiğini söylediğinde bütünüyle anlamamıştım ne kastettiğini. Şimdi her fotoğrafına bakarken senin gözünle görüyorum dünyayı, İstanbul’u. Dünya gözüyle. Ve bir kez daha anlıyorum makinesiz çekişini fotoğraflarını.

Senin önce fotoğrafı mı, öyküyü mü sevdiğini bilemiyorum. Ama öyküyü sözcüklerle değil de ışık ve gölgelerle anlatmayı seçmen fotoğrafın yararına ama öykücülüğümüzün zararına oldu. Kumkapı Ermeni Balıkçıları’nda sözcüklerinle fotoğrafların yan yana:
“Kapkara göğün altında, karanlık sularda, rüzgara karşı ilerliyorduk.

Önce bodur Kumkapı Feneri’nin soluk kırmızı ışığı, yarım saat sonra da şehrin bütün ışıkları tümüyle gözden kayboldu. Marmara bizleri dalgalı kucağına almıştı artık.(…)
Bizim motorun arkasına bir çift büyük kayık (Onların diliyle gırgır) bağlanmıştı. Kayıklarda uyuyanları karanlıkta zar zor seçebiliyordum. Onlar için şimdi istirahat vaktiydi, çünkü onları bizim motor çekiyordu. Fakat balık ‘voli’si gözüktüğünde işler değişecek, kürekçiler hemen işe koyularak, ağların atılacağı büyük bir daire oluşturacaklardı denizin üstünde”.

Sevgili Ara Güler,

Konuştuğun balıkçılar, “Ermeni balıkçı”ların artık tükendiğini söylemişler sana. 1952’ler 1953’ler daha. 60 santimlik torik çıkıyor Marmara’dan. Çiroz sıradan bir balıkçı yiyeceği. Deniz kurumamış, balıklar küsmemiş. Kumkapı’nın yapısı turistlere göre ayarlanmaya başlamamış. Lüferin para etmediği, bir motor balığın satılacağı yer bulunamayan günler. Kumkapı’daki tahta evler tuz kokuyor, kıyı şeridi dolmamış. Kumkapı denince akla kör Agop, Kör Agop denince akla balık çorbası geliyor. Bir de ıstakoz. Gazeteler Ermeni ile Süryani’yi karıştırmıyor.

Bu kitaba temel olan röportajın Jamanak gazetesinde yayımlanmış 1952’de. Daha doğrusu tefrika edilmiş. Her gün iki fotoğrafının eşliğinde, altı gün. Aklıyla bin yaşasın kim düşündüyse bu kitapta tefrikaları yeniden yayımlamayı… Aras Yayınları’nın bastığı kitapta röportajın üç dilde yer almış: Türkçe, Ermenice, İngilizce. Aras Yayınları fotoğraf sayısını da 56’ya çıkartmış. Bir küçük film niteliği kazanmış: Kumkapı Ermeni Balıkçıları.

Sevgili Ara, balıkçıların denize açıldıkları alaca karanlıktan siyah beyaz görüntüler yansıtmışın. Yansıttığın onca fotoğraftan ayrı bir yanı var bu kitabın. Bir ağıtın dizeleri bunlar. Rüzgar sayfalara vursa tuz ve deniz kokusu bütün odaya yayılacak. Motor sesleri, yokuştaki Sulumanastır’ın çan seslerine karışacak.

Sevgili Ara Güler,

Balıkçıların bir sıcak çay içeceği sabahçı kahveleri kaldı mı Kumkapı’da bilmiyorum. Ağ ören dudulardan kaçı sağ? Hepsine selam ederiz. Sen yaşamanın engin denizinden fotoğraflar çekmeyi sürdürdükçe yaşayacak bir dünya kuruyorsun. Özlemlerimize aynalar tutuyorsun.Gözlerini gelecek kuşaklara bıraktığın için sağ olasın.
Seni ve İstanbul’unu çok sevdik, bilesin…

60 YILDIR FOTOMUHABİR

1928’de İstanbul’da doğdu. Türkiye’de yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisidir. 1951’de Getronagan Lisesi’nden mezun oldu. Gazetecilik yaşamına 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde başladı. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1956’da Time-Life, 1958’de Paris-Match ve Stern dergilerinin yakındoğu foto muhabirliğini üstlendi. Aynı dönemde Magnum Ajansı’na katıldı. 1961’de İngiltere’de yayımlanan British Journal of Photography Year Book, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. 1962’de Almanya’da ‘Master of Leica’ unvanını kazandı. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı. Bertrand Russell’dan Winston Churchill’e, Arnold Toynbee’den Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlü kişinin fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Fotoğraflarının büyük bir bölümü Paris’te Ulusal Kitaplık’ta, ABD’de Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda, ayrıca Boston, Chicago ve New York’ta özel koleksiyonlarda bulunmaktadır. Ayrıca Almanya’da, Köln’de Ludwig Museum’da ve Das imaginärische Photo-Museum’da fotoğrafları sergilenmektedir. 2006’da yayımlanmaya başlayan İz dergisinin yayın yönetmenliğini yapıyor.

Tanıtım Yazısı

İstanbul’un son Ermeni balıkçı reisleri, Dacat Reis, Husig Reis, Kevork Reis; büyük balık teknelerine yardımcı olan goygoycular; ağ onaran merametçi kadınlar; Sahil Yolu’nun yapılmasıyla ortadan kalkan balıkçı semti Alemdağ, hepsi ve daha fazlası bu kitapta…

Dünyaca tanınmış foto muhabiri Ara Güler’in, 1952′de Kumkapı’da, bugün artık tarih olmuş balıkçı semtinde geçirdiği günler sırasında çektiği fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla yayımlandı.

Kitapta usta fotoğrafçının objektifinden çıkmış ve bazıları bugüne değin hiç yayımlanmamış 56 fotoğraf yer alıyor.

1928′de İstanbul’da doğan, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi olan Ara Güler’in ilk gazetecilik başarısı olan bu foto-röportaj, 21-26 Mayıs 1952 tarihlerinde, Ermenice Jamanak gazetesinde “Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed” (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlığıyla altı günlük bir yazı dizisi olarak yayımlanmıştı. Bu kitap ise, bu Ermenice yazı dizisinin Türkçe ve İngilizce çevirileriyle birlikte üç dilli olarak yeniden basımı.

Ara Güler, Kumkapı’da yaşadığı deneyimi ve çektiği fotoğrafları şu sözlerle anlatıyor: “Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben… İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.”

Kumkapı’nın ve İstanbul’un çehresinin son elli yılda büyük bir hızla değişmesi nedeniyle artık son bulmuş bir yaşantıyı bugüne taşıyan bu çalışma, balıkçılara ve balıkçılığın çevresinde dönen günlük hayata son kez tanıklık ediyor. Gecenin kör karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönen ve avlanan balıkları goygoycularla paylaştıktan sonra kalanları balık haline götüren, günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerleyen bu balıkçılar, hayatlarını denizden kazanan insanlara özgü, farklı bir duruşa sahiptiler. Kitabın önsözünü yazan Murat Belge, bu farklılığı şu sözlerle tanımlıyor: “Bu, herhalde, denizle bu kadar haşır neşir olmaktan gelen bir şey, çünkü deniz de tıka basa romansla, mistisizmle dolu. Tehlikesi, fırtınası, bir yandan da güzelliği, çekiciliği. Orada bin bir meşakkat içinde, o balıkları tutmak ve tabii bu sessiz ve pırıltılı yaratıkların şiirselliği. Bunlarla örülü bir hayat normal olarak maddi bakımdan yokluk, yoksunlukla doludur, ama onun kazandırdığı şiirsellik de başka hiçbir yerde bulunmaz. Oturmuş, sessiz sakin balık ağlarında açılmış delikleri örerek onaran kadınların manzarası da ne kadar olağanüstü, ne kadar etkileyicidir.”

Yiten balıklar, giden insanlar – Celal Üster
(9 Aralık 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi)

Kumkapı önlerinde balıkçı kayıkları’ Ağ toplayan balıkçılar’ Asılı ağlar arasında kaybolmuş, iki katlı ahşap evler’ Ağları onaran kadınlar’ Balıkçı teknelerinin çevresine toplaşmış sandallar’

Ara Güler’in siyahbeyazlarının pek çoğunun başkişisi balık ağları. Kaderi balık ağlarıyla örülmüş bir mahalle; Kumkapı’da Acemdağı mahallesi; bir balıkçı köyü. Yıl 1952.

Sözünü ettiğim fotoğrafları, bir haftaya kadar Aras Yayıncılık’tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta görebileceksiniz. Kitapta, Ara Güler’in, 21-26 Mayıs 1952′de, Ermenice ‘Jamanak’ gazetesinde yayımlanan ‘Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlıklı yazı dizisi üç dilli (Ermenice, Türkçe, İngilizce) olarak yer alıyor.

‘Jamanak’ta altı gün sürmüş olan bu yazı dizisinde yalnızca yedi fotoğraf kullanılmış. Kitapta ise, gazetede basılanların yanı sıra, Güler’in arşivinden alınan fotoğraflara da yer verilmiş. Bu fotoğraflar, 1957-60 yılları arasında yapılan yol yüzünden İstanbul’un Marmara sahil şeridinin çehresinin tümüyle değişmesi nedeniyle artık tarihe karışmış bir yaşantının son yıllarına ilişkin görüntüleri günümüze ve geleceğe taşıdığı için de çok değerli.

Ara Güler de 1993′te ‘İstanbul’ dergisine yazdığı bir yazıda, bu gerçeği vurgulamadan edememiş:

‘Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben’ İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.’

Güler, Kumkapılı Ermeni balıkçılardan söz ederken, ‘Gecenin kör karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönüyor ve avlanan balıkları goygoycularla paylaştıktan sonra kalanları balık haline götürüyorlardı’ diyor. ‘Goygoycular gecenin içinde ağ çevirerek bağıra çağıra kürek çeker, ağa takılmış balıklar meşalenin titrek ışığında parıldayarak oynaşır ve bütün bunlar günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerdi. İşte o güzelim Kumkapı balıkçı köyünden kala kala birkaç siyah-beyaz fotoğraf ve anılarımdaki o alacakaranlık sabahlar kaldı.’

Yalnızca fotoğraflar mı? Aras Yayıncılık’tan çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları adlı kitapta, foto muhabiri Ara Güler’in yalnızca fotoğraflarını görmekle kaymayacak, Sait Faik tadındaki o nefis yazı dizisini de okuyacaksınız.

Ara Güler’in röportajını okurken, gazetelerde neden yıllardır bu tür yazı dizileri yayımlanmadığını düşündüm. ‘Modası geçtiği’ için mi? Gazeteleri yönetenlerin gözü, dolaysız politika, futbol ve magazin dünyasından başka bir şey görmediği için mi? Böylesi röportajları yapabilecek, eli kalem tutan gazetecilerin sayısı çok azaldığından mı? Yoksa televizyonlardaki sıradan, sığ, tekdüze röportajlar, gazetelerde yapılabilecek yazınsal tatlar içeren, usta işi fotoğraflarla beslenen, insani ve toplumsal gerçekleri gözler önüne seren yazı dizilerine yeğlendiği için mi?

Ara Güler’in yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce gerçekleştirdiği bu yazı dizisi, o fotoğraflardaki sepetlerde gördüğümüz balıklar kadar, insanların da tükenmekte olduğunu bir kez daha anımsatıyor bize.

Güler’in siyahbeyazlarına bakarken, Kumkapılı Ermeni balıkçılarla söyleşilerini okurken, Hrant Dink’in sandalda balık tutarken çekilmiş fotoğrafı düştü aklıma. Neden dersiniz? Neden acaba!

Demek, ustasının elinden çıkmış bir gazete röportajı, bazen iyi bir edebiyat yapıtı kadar kalıcı olabildiği gibi, yıllar öncenin nitelikli bir yazı dizisi yıllar sonranın acımasız güncelliğiyle bile örtüşebiliyor’

‘Balık dediğin başa bela!’

Aşağıdaki satırları okuduğunuzda, Ara Güler’in, 1952′de yayımlanan yazı dizisinin ‘mürekkebinin kurumadığını’ siz de göreceksiniz. Kitabı alıp okuduğunuzda ise, böyle röportajların artık neden yapılmadığı sorusunu siz de seslendireceksiniz:

‘Deniz zalimdir.’

‘Deniz bize hayat verir.’

‘Biz onun çocuklarıyız.’

‘Tanrı’nın inayetini denizden bekleriz.’

‘Hey anam, var mı bize yan bakan..!’

Yaşadığımız dünyadan tümüyle farklı bir dünya bu mahalle. Köşedeki denize nazır meyhanede rakı ve eğlence; civar sokaklardaki alçacık evlerde ise çoğu kez acı ve keder var.

Erkekler geceyarısından sonra denize açılır, kadınlar da evlerinde Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöküp dua ederler: ‘Meryem Ana, yalvarırım kocamı, oğlumu günlük ekmekleriyle geri getir”

Her evin iki katı neredeyse yerin altında. Kapının yanındaki pencere yere silme açılıyor. Bu katın arka kısmında mutfak bulunuyor. Burası, evin erkeği avdan dönünce akşamdan akşama, yemek yenilen yer. Zemin, yan yana yerleştirilmiş çatlak mermer parçalarından öte, topraktan ibaret. İkinci kat tek odalı; durumu nispeten iyi olanların evlerinde iki oda var. Bu odaların eşyası, pencere önünde bir ‘sedir’, kırık ayaklı eski bir gardırop ve yataktan ibaret. Duvarlar koyu renk halılarla kaplı. Halıların üzerinde neler yok ki’ Mavi boncuklar, ‘muska’lar, hocanın yazdığı ‘dua tezkeresi’, kapı üstünde dikenli dallar ve bir nal’

Ekmeğini denizden çıkaran bu insanların hayatını anlayabilmek için iki farklı gözlük kullanmamız gerekir. Birinci gözlük kapkaradır; nemli, puslu sabahlarda kol güçleriyle geçimlerini sağlamaya çalışan kürekçilerin çileli hayatıdır bize gösterdiği. İkinci gözlükle baktığımızda ise karşımızda bambaşka, ilkinden çok daha farklı ve coşkulu bir hayat buluruz.

‘Ne ağ ne de olta, balık rakıyla yakalanır.’ İkinci gözlükten görebildiğimiz bu hayat, sadece diğerini unutturmaya yarar. İki ayrı gözlükle izlediklerimiz aynı insanlardır aslında; işte onlarla o çileli hayatı unutturan, karada geçirilen birkaç saatlik yaşam ve rakıdır’

Usta çırağına bağırdı:

‘Lan, piç, Margos abi bir saattir rakı bekliyor!’

‘Hemen usta.’

‘Getir göreyim hadi!’

‘Mezeyi unutmayasın ha! Siz de gelin be çocuklar, Allahın verdiği kadar biz de keyif alalım şu hayattan”

Sahildeki açık hava meyhanesinde bunları duymanız mümkün. Ama biz Baküs’ün müritlerini orada bırakıp meyhaneden çıkacak ve sağ taraftaki üç numaralı evden içeri gireceğiz. Burası Kevork Reis’in ‘yalı’sı. İçerisi ilk bakışta karmakarışık ve karanlık. Fakat sonra gözlerimiz alışıyor; etrafımızda ne var ne yok seçebiliyoruz. Döşemeler eğri büğrü, evin tamamı ahşap. Tam karşımızda iki kanatlı, yarı açık, geniş bir kapı; sağımızda çok eski, tırabzansız bir merdiven var.

O sırada yanımızdan biri geçiyor ve ister istemez soruyoruz:

‘Usta, yakırısı nedir öyle?’

Bir an bakar. Yabancı olduğumuzu düşünür, ne var ki yüce gönüllü biridir ve soruyu cevapsız bırakmayı yediremez erkekliğine:

‘Ağlar var yukarıda. Yedeklerimizi orada saklıyoruz.’

‘Peki adın ne senin?’

‘Hampartzum.’

‘Onlarla mı çalışıyorsun?’

‘Evet, ben Reis’in kardeşiyim.’

‘Reis nerede?’

‘Az evvel geldiler, çok yorulmuşlardı, yatmaya gitti.’

‘Bu gece balığa çıkacak mısınız?’

‘Anlamadım.’

‘Balığa diyorum, çıkacak mısınız bu gece?’

‘Çıktılar zaten.’

‘Siz ne zaman çıkacaksınız?’

‘Yarın saat üçte.’

‘Öğleden sonra mı?’

‘Hayır, sabaha karşı üçte.’

Oturduk. Bana denizi anlatmasını istedim. Bir an durdu, sonra gülümseyerek, ‘Öyle olsun, zararı yok’ dercesine yüzüme baktı ve konuşmaya başladı:

‘Balık dediğin başa beladır. Bela denizin dibindedir, sense üstünde. Geceleri fosfor gibi parlar”

Kitabın Künyesi
Kumkapı Ermeni Balıkçıları – 1952
Ara Güler
Çevirmenler: Ermeniceden
(Türkçeye) Payline Tomasyan
(İngilizceye) Sonia Derman Harlan
Aras Yayıncılık
Basım Tarihi : 12 – 2010
Sayfa Sayısı : 128
56 siyah beyaz fotoğraf


Kaybolmuş bir dünyanın siyah-beyaz tanıkları

Ara Güler’in 1952 yılında çektiği 56 fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı

Dünyaca tanınmış foto muhabiri Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da çektiği fotoğraflar ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı. Kitapta usta fotoğrafçının objektifinden çıkmış ve bazıları bugüne değin hiç yayımlanmamış 56 fotoğraf yer alıyor.

1928’de İstanbul’da doğan, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi Ara Güler’in ilk gazetecilik başarısı olan bu foto-röportaj, 21-26 Mayıs 1952 tarihlerinde, Ermenice Jamanak gazetesinde ‘Kumkapui hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) başlığıyla altı günlük bir yazı dizisi olarak yayımlanmıştı. Kitap ise, bu Ermenice yazı dizisinin Türkçe ve İngilizce çevirileriyle birlikte üç dilli olarak yeniden basımı.

Önsöz Murat Belge’ye ait
Ara Güler, Kumkapı’da yaşadığı deneyimi ve çektiği fotoğrafları şu sözlerle anlatıyor: “Yıl 1952, Kumkapı hâlâ ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra sahil yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben... İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır.”

Kumkapı’nın ve İstanbul’un çehresinin son 50 yılda hızla değişmesi nedeniyle artık son bulmuş bir yaşantıyı anlatan bu çalışma, balıkçılara ve balıkçılığın çevresinde dönen günlük hayata son kez tanıklık ediyor.

Gece karanlığında denize çıkıp gün ağarırken dönen ve balıkları goygoycularla paylaşan, geriye kalanları balık haline götüren, günün ilk saatlerinde İstanbul’un minareli siluetine doğru ilerlerleyen bu balıkçılar, farklı bir duruşa sahipti.
Kitabın önsözünü yazan Murat Belge, bu farklılığı şu sözlerle tanımlıyor: “Bu, herhalde, denizle bu kadar haşır neşir olmaktan gelen bir şey, çünkü deniz de tıka basa romansla, mistisizmle dolu. Tehlikesi, fırtınası, bir yandan da güzelliği, çekiciliği... Orada binbir meşakkat içinde, o balıkları tutmak ve tabii bu sessiz ve pırıltılı yaratıkların şiirselliği... Bunlarla örülü bir hayat normal olarak maddi bakımdan yokluk, yoksunlukla doludur, ama onun kazandırdığı şiirsellik de başka hiçbir yerde bulunmaz. Oturmuş, sessiz sakin balık ağlarında açılmış delikleri örerek onaran kadınların manzarası da ne kadar olağanüstü, ne kadar etkileyicidir.”


ARA GÜLER Görüntünün değil yaşamın peşindeyim

Devrim Büyükacaroğlu-devrim@evrensel.net

Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. “Efendilik”, yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli bir meziyet sayılır nedense

Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. “Efendilik”, yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli bir meziyet sayılır nedense. 1961’de dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlanmış Ara Usta. Efsane Magnum fotoğraf ajansının kıdemli üyesi, fotoğrafladığı pek çok ünlü bir yana, Picasso’yu fotoğraflayan bir kaç kişiden biri. Eski İstanbul’u onun gözüyle biliyoruz. Ara Güler fotoğrafı diye bildiklerinizin dışında, “Ah ne güzel bir eski İstanbul fotoğrafı” dediğiniz bir şey olursa, o da muhtemelen Ara Güler işidir. Niyetim Ara Güler’i tanıtmak değil, onu bu küçücük alanda beceremem zaten.
Şuraya gelmeye çalışıyorum. Ara Güler büyük bir ustadır, işinin en iyisidir. Ve fakat “mütevazı” falan değildir, gençleri teşvik etmek için beyaz yalanlar söyleyen şefkatli bir ihtiyar da değildir. Dili de fotoğrafları gibi gerçekçidir.

Gerçeği karşısındakinin suratına patlatırken hiçbir çekince duymayan Ara Güler’in temel tezlerini kavratmaya hala muvaffak olamadığını görmek enteresan. “Ben sanatçı değilim” dedi belki bin defa, ama “mütevazı sanatçı” diye sınıflandırıldı. “Ben fotoğrafçı değil foto muhabirim” dedi bir o kadar, “şahane fotoğrafçı” diye anıldı. Demek ki harbi konuşmak yetmiyormuş, bir de harbi dinleyici gerekiyormuş.

Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da, bugün artık tarih olmuş balıkçı semtinde geçirdiği günler sırasında çektiği fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla yayımlandı. “Ben görüntünün değil yaşamın peşindeyim” diyen Usta, dile hakimiyetinin de fotoğraflarından geri kalmadığını gösteriyor Kumkapılı Balıkçıları anlatırken. Öyle ki okuduğunuzda fotoğraflara bakmasanız da oluyor pekala…

Nasıl ortaya çıkartıldı Kumkapılı Ermeni Balıkçılar röportajınız?
Bu kitabın adı Kumkapı Balıkçıları’dır. Bu eskiden yaptığım bir röportajdır. Bunlar tutmuş, Ermeni Balıkçıları yazmışlar, değildir. Ben onu yaptığım zaman lisede talebeydim. 52 senesiydi. Onlar bulmuşlar gazetelerden, “Bunu basalım mı” dediler, ben de “Git bas” dedim. Unutmuşum bile röportajı…

Bütün röportaj yaptığınız balıkçılar Ermeni sanki…
Ne münasebet. Patronlar hep Ermeni olur, gerisi Lazdır, Karadenizlidir.

İnsanların pek de bilmediği öykücülüğünüzle tekrar karşılaşıyoruz kitapta. Öylesine güçlü bir anlatım var ki insan fotoğraflara sonra bakıyor, bakmasa da oluyor hatta. Hiç “Öykü mü yazsam, fotoğraf mı çeksem” diye çelişkide kalmadınız mı?

Galiba ben yazı yazarken de fotoğraf çekiyorum. Yazılarımı yazıp fotoğrafı tarif ediyorum. Ben hayatı tarif ediyorum. Bir gazetecinin de vazifesi hayatı tarif etmektir. Gazeteci edebiyatçı değildir, unutma. Gazeteci bir yaşam parçasını getirir sana gösterir. Sanatla da ilgili değildir.

Anlatımın lezzeti neyle ilgilidir?
Lezzeti senin diline bakıyor, artikülâsyonuna, tahsiline bakıyor. Ben bunları yazdığım zaman bütün dünya klasiklerini okumuştum.

Mesele hayatı anlatmak yani sadece…
Fotoğraf mı çekiyorum, hikaye mi anlatıyorum? Bilmiyorum. Çünkü ikisi benim için aynı. İkisi de fotoğrafta, görselde birleşiyor. Sana bir sahil anlatıyorum. O sahilde Kumkapı balıkçılarını, tekneleri anlatıyorum. Sen okuduktan sonra zihninde canlandırıp, sinema haline sokacaksın, o aktörler içinde oynayacak. O zaman hayat buluyor. Yoksa durgun bir dünya olur.

Eğer fotoğrafı bırakıp, öyküye devam etseydiniz bugün belki Sait Faik gibi Türkiye’nin en büyük öykücülerinden biri olurdunuz gibi düşündüm…
Büyük öykücüydüm zaten de Sait Faik çok büyüktür.

Türkçe öyküler de yazmışsınız ama Ermenice öyküleriniz daha çok. Hangisiyle daha iyi ifade ediyorsunuz kendinizi?

Türkçe tabii ki. Ermenice ben o zaman bilirdim, sonradan unuttum. Bilirim de zor konuşurum.

Piyes yazma hayaliniz neden gerçekleşmedi?
Gerçekleşmedi çünkü gazeteciliğe başladım. Daha cazip geldi gazetecilik. Düşünsene bir yerden bir yere gidiyorsun, farklı farklı adamlarla tanışıyorsun, başka başka dünyalarla… edebiyat dünyası karamsar bir dünyadır. Bir evin içinde imajinasyonunu kullanarak bir şeyler yaparsın. Enternasyonal gazetecilik yaptığım için, büyük gazetelerde çalıştığım için dünyanın bir ucundan öteki ucuna gidiyorum. Başbakan olsan gidemezsin.

Sokakta olmayı daha çok tercih ettiniz yani...
Ben insanları seviyorum. İnsanlar bana bir şeyler anlatıyor, bir şeyler öğretiyor. Benim İstanbul’da öğrenecek bir şeyim yok artık ama şimdi bana desen ki Latin Amerika’ya git, gitmek isterim.

KOCAMAN BİR DÜNYAYI YIKTILAR
Röportaj yaptığınız reislerin, hepsi “Bizden artık gitti balıkçılık, biz son Ermeni reisleriz” diyor. Nasıl biliyorlar son olduklarını?

Bu dünya yok artık (Kitabı gösteriyor, açıp, karıştırmaya başlıyor), onu yıktılar, Adnan Menderes yıktı. Benim vazifem de Adnan Menderes’i takip etmekti. İstanbul’un 1958 yıkımlarının başında Adnan Menderes vardı, sanki mühendistir. Sahil yolu hiç yoktu. Sahil yolu yapıldı, Kumkapı gitti. Orada dört-beş tane salak balıkçı dükkanı koydular. Küçücük bir liman koydular. Şimdi bir tane balık hali var. Yıkılmış kocaman bir dünya var. Böyle gırgır yok, böyle bir yer yok artık. Şimdi bu tekneler, goygoycular da var bunların içinde. Böyle bir yer yapabilir misin? Tiyatro dekoru gibi. Surların önü yok, daha yol yapılmamış. Tiyatro dekoru diye yap bunu bakayım, yapamazsın. Milyarlar ister. Bu elinde hazır varken, turizm yapacağım diyorsun, bunu yıkıyorsun. Nasıl yaparsın abicim? Beş yüz sene sürmüş bunun yapılması. İki tane yer var Türkiye’de öyle. Bir tanesi Kazlıçeşme dericileri, bir tanesi Kumkapı balıkçıları. Fatih Sultan Mehmet’ten beri var olan şeyler bunlar. Camisi var, kilisesi var, sinegogu var. Aslında bir din ayırımı yok ki, hepsi bir. Yetmişli senelerde çıktı bu boktan şeyler.

Sanki eski İstanbul değil de, başka bir ülke gibi…
Bu ağlar rengarenktir, mavidir, üstündekiler sarıdır, kırmızıdır. Naylon ağlar değil, örülmüş ağlar bunlar. Kadınlar bunları hep tamir yapar. Her avdan sonra ağlar yırtılıyor. Yaşlı balıkçılar da örer. Bir ağın kaç para olduğunu biliyor musun? İki-üç milyar liradır. Az para değil. Bütün bunlar için yer lazım, mesafe lazım ağları sermek için. Onun için o evler var. Balıkçı barınakları bunlar. Mesela Karadeniz’den kırk tane herif geliyor, onların yatakhanesi bunlar.

İSTANBULLU, İNSANLIK MEDENİYETİNİN ÇOCUĞUDUR
Dacal Reis diyor ki, şimdi balıkçılık kalmadı. O da acıyla bakıyor 1950’de ki İstanbul’a. Biz buradan bakınca eski İstanbul sizin çektiğiniz İstanbul’muş gibi geliyor...

Eski İstanbul değil be benim çektiğim, en son İstanbul o.

Fotoğraflarını çektiğiniz İstanbul büyük bir hızla yıkıma uğradı. Siz dünyanın sayılı fotoğrafçılarından birisiniz. Dünyanın her yerinde de yaşardınız. Niye bu kentte kaldınız?

İstanbul’da doğmak bir avantajdır be! Bir Alman olacağıma, bir İstanbullu olmayı tercih ederim. Düşünün Alman olduğunu, intihar edebilirsin. Hollandalı ol mesela, Hollandalı kimdir? Yedi sekiz medeniyetin üstünde kurulmuş bir medeniyetin çocuğuyum ben. Bu ne Ermeni medeniyetidir, ne Türk medeniyetidir. Bir insanlık medeniyetidir. Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya’dır, Hıristiyanlığın sembolüdür. Dünyanın en büyük camilerinden bir tanesi Süleymaniye’dir. O da Müslümanlarındır. Türkiye’de yaşayanın otomatikman kanında 16 tane medeniyetin tortusu vardır. Bilsen veyahut bilmesen de senin kanında vardır.

HİÇ DEĞİLSE BAKMAYI ÖĞRENİYORLAR
Şimdi herkesin elinde bir kamera var, fotoğraf çekmeyeni dövüyorlar neredeyse. Bu iyi bir şey mi?

İyi iyi. Hiç değilse bakmayı öğreniyor. Başka zaman hiçbir yere bakmayacak. Bir eğlence, şimdi öyle bir hastalık da çıktı.

Peki herkesin elinde makine olduğu bir dönemde iyi bir fotoğrafçı ya da iyi bir foto muhabirinin yetişmesi imkanı daha mı kolay?

Yok, makine değil herifin elindeki, oyuncak o, ondan bir netice çıkmaz. Teknikleri yetersizdir o makinelerin. Böyle yapıp fotoğrafın ağzına sıçıyorlar. Hiç değilse fotoğrafla uğraşmasınlar da fotoğraf kendi yapacağını yapsın. Bunlar fotoğrafçı değil.

TÜRK GAZETECİSİNİ KAPIDAN KOVSAN CAMDAN GİRER
Gazetecilik, Kumkapı Balıkçıları röportajınız gibi bir habercilik tarzını neden terk etti sizce?

Şimdi gazeteci filan değil ki çoğu, oduncu da olabilirler aslında. Eskiden röportaj öyle yapılırdı. Ben hakiki gazetecilik yapılan yerlerde çalıştım. Hürriyetmiş bilmem neymiş bunlar benim için gazete filan değil. Benim çalıştığım gazetelerde bunlar kapıcı odası olur. Ben Time’ın adamıyım. Time-life dünya imparatorluğu. Devletler kurar, devletler yıkar. Der Stern, Paris-match… Ben hakiki gazeteciliği oralardan öğrendim. Bizim Türk gazeteciliğinin de çok önemli bir özelliği vardır ama. Bir Türk foto muhabiri veyahut gazetecisi bir yere gönderildiği zaman yazı işleri müdürü tarafından, muhakkak o işi iyi veya kötü yapar, boş dönmez.

Neden öyle?
Çünkü yaradılışı öyledir. Halbuki bir İngiliz’e polis, “Hayır giremezsiniz” desin, geri gider. Bizimki gitmez, arka taraftan girer içeriye. Esasında iyi gazetecilik benim için odur. Şartlar ne olursa olsun, bütün engelleri yenip haberi yapan adama gazeteci denir. Türkler, yırtıktır, kapıdan kovarsın, camdan girer. Evi yıkar girer.

FOTOĞRAF DEĞİL IZDIRAP ÇEKİYORLAR
Eskiden insanlar fotoğraf makinesine daha yabancıydı. Şimdi herkesin elinde var bir tane...

Var ama ne olacak? O zannediyor ki fotoğraf çekiyor. Ama ıstırap çekiyor onlar. Ha kuyudan su çekmiş, ha ıstırap çekmiş, ha dişini çekmiş hepsi aynı. Herif sadece çekiyor.

Sizin fotoğraf çektiğiniz zamanlarda insanlar fotoğraf makinesine bugüne oranla çok yabancı. Ona rağmen fotoğraflarda sanki çeken yok, insanlar varlığınıza kayıtsızlar…
Ben öyle habersiz çekiyorum çünkü. Hayatı çekiyorum ben, insanların kendisini değil. Ben farkında olmadığı zamanı bulurum. Magnum ekolü budur. Hakikate en yakın fotoğraf.

Şimdi biraz fotoğraf avlanıyor gibi.
Ben görüntü peşinde değilim ki, ben yaşamın peşindeyim. Aramızda fark odur. O fotoğrafçı, ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim, hiç de olmam.

Her fotoğrafınızda mutlaka insan var bir de. Neden?
İnsan olmasaydı neyin resmini çekeceksin? Kaplumbağanın mı resmini çekeceksin yoksa denizin mi? Güneş kırmızı batıyor diye gider resmini çeker. Dünyanın her yerinde güneş aynı renk batar be.

Edip Cansever size atfettiği şiirin sonunda “İnsansız anı yoktur, var mıdır?” diye soruyor; bundan mı bahsediyor?

Bilmem ki Edip ne yazmış, farkında değilim. Edip benim çok iyi arkadaşım. Biz aynı kafadaki herifleriz. Kapalıçarşı’da dükkanı vardı, her gün orada oturur, kafayı çekerdik. Çok iyi herifti, beraberce buraları dolaşırdık.

BANA ARA GÜLER’İ TAKDİM EDECEK ADAMI BEKLİYORUM HÂLÂ
Bu size sorulacak soru değil belki ama Ara Güler diye birisi olmasaydı İstanbul’dan ne eksilirdi?

Ne eksilirse eksilsin. Zaten öyle. Sen zannediyor musun ki Ara Güler’i herkes biliyor. Ara Güler’i biliyor, nasıl biliyor? Ara Güler’i ressam zanneder çoğu. Ressamlar bana resim vermiş. Sergi açtım Yapı Kredi’de. Öğretmen talebeleri toplamış gelmiş. Ara Güler sergisi diye getirmiş. “Evladım” dedim yanlış söylüyorsun, “Benim resimlerim değil, bunlar, bana verilen resimler.” Bu öğretmenin talebesi ne olacak? Hiçbir bok olmayacak. Bütün bu gördüğün, üniversite mezunu dediğin eski orta mektep mezunudur. Gazeteciler “Zafer Bayramı nedir?” diye sokağa çıkıyorlar, elli kişiye soruyorlar, on iki kişi biliyor ne olduğunu…

Çok milliyetçi bir ülkeyiz üstelik, Zafer Bayramı’nı bilmemiz gerekir…
Sorsan Cumhurbaşkanı kimdir desen, cumhurbaşkanı nedir bilmez herif. Türk-İslam eserleri müzesinde halıları çekiyordum. Eski Selçuk halıları filan. Orada turistleri gezdiren bir rehber geldi. “Abi merhaba” dedi. Yanında da bir sürü turist var ama turistler gavur. “Abi Ara Güler’i tanır mısın?” dedi bana. “Yo dedim tanımıyorum.” “Dün akşam beraberdik abi” dedi. “Çok iyi adamdır, ben tanıştırayım sana bir gün.” Bana Ara Güler’i takdim edecek. Bugüne kadar bekliyorum, Ara Güler’i takdim edecek.



Türk fotoğraf sanatının efsane ismi Ara Güler’in, 1952’de Kumkapı’da çektiği fotoğrafları ve yaptığı söyleşileri, Aras Yayıncılık tarafından ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları’ adıyla yayımlandı. Kitapta Güler’in çektiği ve bugüne kadar hiç yayımlanmamış 56 siyah-beyaz fotoğrafı yer alıyor. ‘Babil’den Sonra Yaşayacaksın’ adlı bir öykü kitabı bulunan; 1950’de ‘Garip Bir Yılbaşı Hikayesi’ adlı öyküsüyle de New York Times’ın uluslararası edebiyat yarışmasında ödül alan Güler’in fotoğrafçılığı kadar yazı konusundaki ustalığı da görülüyor.

ÜÇ DİLDE ERMENİ BALIKÇILARI

Türkçe, Ermenice ve İngilizce olarak yayınlanan kitapta, sanatçının 1952 yılında ‘Jamanak’ gazetesinde Ermenice yayımlanan ‘Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte’ başlıklı yazısı da yer alıyor. Fotoğraflarını hep Leica marka makinesiyle çeken Ara Güler, “Şimdi hangi fotoğraf makinesi kullanıyorsunuz?”sorusuna “Aklımı kullanıyorum” yanıtını verdi. Güler, “Aklınızı kullanarak çektiğiniz son fotoğraf nedir?” sorusuna ise, “Artık aklımı kullanıyorum, fotoğraf çekmiyorum” dedi.

ARA GÜLER KURALLARI

Güler’in bütün fotoğraflarının arkasına özel yaptırdığı mühürle bastığı ‘ihlal edilmeyecek kuralları’ bulunuyor. Bu kurallar şunlar: “Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar işlemde iken bir içecekle fotoğraflara yaklaşılmaz. Fotoğraflar ıslak veya sıcak yere konulamaz. Üzerine öksürülemez, ıslak veya pis ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez ve yüksek sesle konuşulamaz.”



Onlar ‘Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları’ değil! / Agos Kitap-Kirk

TAYFUN SERTTAŞ

İstanbul bir nostalji değil, bir nostalji ironisidir. Nostalji, tüm defterlerin zamanında kapandığı, bütün alacak vereceklerin hakkaniyetle son bulduğu, geçmişi hatırlamanın özgüvene dönüştüğü yerlerde olur. Oturduğu rakı sofrasından iyilikle kalkmayı bilmeyenlerin hatırası olmaz. Onların iç sıkıntısı olur. Ertesi sabah uyandıklarında hatırlamaktan çekindikleri bir gerçek olur çıkar hatıra. Oturduğu bereket sofrasından zenginlikle kalkmayı becerememiş şehirler vardır. O şehirlerin nostaljisi olmaz. Nostalji, gerçeği tebessümle anımsamayı bilen bir kuşağın hikâyesidir. Bugün İstanbul’da geçmişe dair herhangi bir şeye bakmak, bizde gurur değil yitirmişlik hissi uyandırır. İşte o karanlık yitirmişlikte bir görünür, bir kaybolur İstanbul’un ironisi. İstanbul, sadece Avrupalılığı değil, yerel kültürü de söküle söküle elinden alınmış bir kent silüeti olarak, bekler geride. Geri dediğin, en fazla 50 yıl. Buyur buradan yak nostaljiyi; “Oğlum, dedim ya, bu gördüklerin son Ermeni balıkçılardır. Bitti artık. Balıkçılık bizden gitti...” Ara Güler’in son kitabının ilk satırlarından kulağıma fısıldanan bu cümleler küçük bir delik açıyor geçmişle aramdaki kör duvara. O delikten bakmaya yelteniyorum, İstanbul’a.

Sizlere oturup bir güzel Ara Güler anlatmayacağım. Ara Güler’i bir güzel anlatmaya da gerek yok sanırım. O zaten güzel. Fakat onun anlattığı İstanbul adına birkaç dipnot açmak isterim. Aras Yayınevi geçtiğimiz haftalarda yayımladı; Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları. O bildiğimiz Ara Güler kitaplarından değil. Kaliteli bir dergiden hallice; alışık olduğumuz formattaki bir fotoğraf kitabından çok daha hafif. Metroda oku, at çantana. Adı gibi, naif, foto-röportaj! Kitap, Ara Güler’in foto muhabirliği yaptığı yıllarda, 21-26 Mayıs 1952 tarihleri arasında Jamanak gazetesinde yayımlanan ‘Kumkapiu hay tzıgnorsnerun hed’ (Kumkapı Ermeni Balıkçılarıyla Birlikte) isimli yazı dizisinin üç dilli olarak yeniden basımından meydana geliyor. Son dönemde adını kâh Gandhi ile, kâh Picasso ile anmaya alıştığımız Ara Güler’in kişisel yaşam tarihi içerisinde de hayli minör bir dönemin tanıklığı. Bu açıdan, hem Ara Güler’in bireysel tarihine hem de İstanbul’un kaybettiği yaşamsal fonksiyonlarına dair tam bir nokta atışı! İstanbul’u Ara Güler’in gözlerinden görmeye aşina bir kuşağın, görsel ay(ı)racı. Çünkü ilk kez pitoresk ağırlığından dolayı değil, geriye hiçbir kanıtı kalmamış bir deneyimin, tekil tanığı olarak karşımızda Ara Güler’in objektifi. Hem Ara Güler hem İstanbul için, tam yeri ve zamanı! Sayfa 40, Ara Güler’in notlarından:

“Deniz zalimdir.
Deniz bize hayat verir.
Biz onun çocuklarıyız.
Tanrı’nın inayetini denizden bekleriz.
Hey anam, var mı bize yan bakan..!

Yaşadığımız dünyadan tümüyle farklı bir dünya bu mahalle. Köşedeki denize nazır meyhanede rakı ve eğlence, civar sokaklardaki alçacık evlerde ise çoğu kez acı ve keder var. Erkekler gece yarısından sonra denize açılır, kadınlar evlerinde Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöküp dua ederler; Meryem Ana, yalvarırım kocamı, oğlumu günlük ekmekleriyle geri getir...”

Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları diye alın ve canınızın istediği gibi ‘okuyun’ bu kitabı. İstanbul’da bir süre daha yaşamak için kendine çare arayanları fazlasıyla tatmin edecek, bir kayıp dünyanın ciltlenmiş keşfi. Yakın tarihi Beyoğlu jantiliğinden ibaret sananların, periferideki takunya tıkırtılarını ensesinde hissedeceği bir arka hatıratın görsel tanıklığı. Ermenileri mutlu azınlık belleyenleri, bu çıplak ayaklı, sarma tütün çekip barakalarda ağ ören ispirtocu Ermeniler karşısında biraz da şaşkına döndürecek bir sınıfsal farkındalığın analizi, ya da İstanbul’un çocukluklarda unutulan yerel hafızası. Ara Güler o yıllarda bu foto-röportaj serisinin adına ‘Kumkapı’nın Ermeni Balıkçıları’ demiş olsa da, siz canınızın istediği gibi anlayın şimdi bu kitabı. Kumkapı varsın Ortaköy ya da Kuzguncuk olsun, Ermeniler varsın Rum ya da Türk olsun, balıklar buyursun ağ ya da kayık olsun. Bir şey değişmez. Bu altın vuruş, İstanbul kıyıları boyunca inci gibi dizili tüm balıkçı köylerine dair bir yitirmişliğin analizidir. Bugün üzerinden sahil yolu diye 120 km hızla geçtiğimiz asfaltların altında kalanlara dairdir.

“Megalopolis’te yerellik olur mu, bu ne yerel anlatıdır böyle” demeyin. İstanbul sayısız yerelliklerin yanyana gelmesiyle sözünü söyleyebilmiş tek megalopolistir. İstanbul, bir proje kent olmaktan ziyade, onlarca kıyı kasabasının rastlantısal ilişkisinden kurulu bir kültürel olgunlaşma deneyimidir. İstanbul’un kendisi, yani sağı, yani solu, yani önü, yani arkası, gerçekte o küçücük balıkçı kasabalarının yerel hafızaları ile çevrilidir. Şehrin tüm efsaneleri bu pamuk ipliği ağlardan çıkmadır. Haliç’i de böyledir, Boğaz’ı da, Ada’sıda. Kadıköylü Denizkızı Eftalya’sıda. İstanbul’un kendisi, içinden o küçücük ağ yüklü sandalların geçip gittiği dev bir balıkçı kasabasıdır hâlihazırda. Bereketi doğasından menkuldür. Kıtlığa imkân yoktur böyle coğrafyalarda. Halkı kendini denizde bulur. Tahtadır, derme çatmadır, yosun kokuludur, rakı efsunludur ve her daim nemlidir o İstanbul. Ve İstanbul’u, bugün üzerinden anlamanın tek ama tek çaresi, ona yerel ölçekte bakabilmekten geçer. İstanbul’un içinden ancak bu yolla çıkar dünyalar. Hem sadece bu yolla çıkılabilir, megalopolisin puslu nostaljik dehlizlerinden. Bu yolla, idealize edilmemiş gerçekliğe geri dönülür.

Şimdilerde bizler, altı tarafının denizlerle çevrili olduğunun dahi farkına varamadığımız bir kentin halüsinatif kırsalında yaşıyoruz. Şimdiler dediğim, Ara Güler’in objektifine takılan o fotoğraflardan tam 50 yıl sonra. Boyu 15 metreyi geçmeyen, pamuk ipliğinden örülü, el yapımı ağlarla avlanan balıkçıların ahşap teknelerinden eser yok. Hepsini odun niyetine yaktık! Henüz balık bulucu manyetik cihazların olmadığı, avcılıkta bütün yükü omuzlarına alan reisin gece boyunca ay ışığında balıkların pullarından yansıyan yakamozun saçtığı ışığı izleyerek yolunu tayin ettiği denizler, sanki bu denizler değil. Tamamına karpuz kabuğu attık! O bol balıklı şehir kültürünü hatırlayanlar arasında, şimdilerde kendini çölde yaşıyor gibi hissedenlerin sayısı az değil. Onlar şizofren değil! Samatya’da yok, balıkçı da, balık da... Üsküdar’dan Eminönü’ne, Kadıköy’den Karaköy’e uzanan o kırmızı muşambalı yuvarlak balıkçı tezgâhları da... Önce kıyılar gitti, ardından sandallar, ardından balıkçılar, ardından balıklar, derken, bir koca kentin nimeti gitti. Ne acı ki, hiçbir gidiş isteyerek olmadı bu şehirde, ‘oldubitti’ye geldi. Bir buruk veda bile edemedik arkalarından. 50 sene sonra siyah beyaz fotoğraflarını görüp, iç çektik. Nafile. Nihayetinde, balıklar gibi tükendi koca kentin nostaljisi. O artık, nostalji değil. Sanıyorum flaneur, Ara Güler’i tanısa çok severdi ve muhtemelen şimdi ona şöyle derdi: “Bir şehri bu kadar utandırmaya hakkın yok!”

Unutmadan, son bir haber; lüferi kaybediyoruz! Direktörlüğünü Defne Koryürek’in yaptığı ‘İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın’ kampanyası kapsamında, bir grup insan “Yemiyorsak nedeni var!” demeye devam ediyor şu günlerde. 1970’lerde tüm Marmara’da uygulanmaya başlayan yeni avlanma teknolojilerinin getirdiği felaket sonucu nesli tükenen 150’ye yakın balık türü arasında, elimizde kalan bir avuç değerli balıktan sonuncusu lüfer. Yavrusunun adı çinekop. Bir süredir onu yanlızca çinekop iken, henüz tek bir yumurtasını dahi denize dökemeden izliyoruz tezgâhlarda. Hoyratça ‘modernleşen’ bilinçsiz avlanma sonucu gerçek olgunluğa ulaşamamış küçük ölü bedenlerini satın alırken, lüferi bir mit haline getirip hem doğamızdan hem de mutfaklarımızdan silip atıyoruz. “Gerekli önlemler alınmaz ise bu av sezonu belki de son şansımız” diyor Defne Koryürek. Bir şehrin çocuklarını daha az utandırmak için. Gelecek nesilleri bilinçli bilinçsiz bir açlık grevine terk ederken, bu açlığın fotoğrafı olsun bari Ara Güler’in objektifinden kalanlar. Karnımız bu fotoğraflarla doysun.

Hiç yorum yok: